Merhaba Pelin Hanım.
Küçükken arkeolog olma hayalim, büyüklerimin “ İşletme oku, ekonomi oku. Bak Ahmet Amca’nın oğlu İktisat’ı bitirmiş. Ne güzel işi var.” söylemleriyle son bulmuştu. Mezun olduktan sonra meğer yüzbinler Ahmet Amca’nın oğlunu örnek göstermişti de bir işsiz ordusu oluşmasına sebep olmuştu adi herif. Şimdi Mısır adını duysam aklıma ekonomisi gelmiyor, İmhotep’in çocukları geliyor. Tanrılar, piramitler, gizemli lahitler ve daha birçokları… Kim ne yapsın Ahmet Amca’nın çocuğunu.
Öykünün içinde beni böylesine etkileyen bir konunun olması kendimi kaptırmama sebep oldu. Öykünüz bilinmezlikle ve dilek destekli bir beklentiyle son buldu. Tabi ki bu sadece size göreydi…
Okuyucuya bırakılan boşluğu, yazarın yüksek müsadesiyle dolduracak olsaydım o da şöyle olurdu:
Artık üşümüyordum…
Bir dakika! Üşümediğimi hissettiğime göre bir şeyler olmuş olmalıydı. Son dileğim gerçekleşmiş miydi yoksa? Sımsıkı yumduğum gözlerimi yavaşça ve korkuyla araladım. Etrafım alabildiğine sarı, alabildiğine kumdu. Vücudumun birazı kumlara gömülmüştü. Korkudan cenin pozisyonu almış olduğumu fark ettiğimde, çölün kızgın kumlarının şefkatiyle ısındığımı anladım. Güçlükle doğrulmaya çalıştım ve nihayet ayağa kalkabildim. Bizi içine alan beyaz toz bulutunun kum fırtınası olabileceğini düşündüm. Dünya mı kuma bulanmıştı yoksa bizi kum medeniyetine mi taşımıştı fırtına? Herkes neredeydi? Kafam karmakarışıktı. Bir kum saatinin içinde kapana sıkışmış gibiydim.
Birden az ileride, kumların arasında siyahımsı, kahverengimsi bir şeyler görür gibi oldum. Ne olduğunu anlamak için yaklaşmaya karar verdim. Kaygılı adımlarla yürüyordum. Yaklaştıkça gördüğüm şeyler netleşmeye başlamıştı bile. Kestane? Evet evet. Bunlar kesinlikle kestaneydi. Koşar adımlarla iyice yaklaştım. Kumların içine kısmen gömülmüş haldelerdi. Birine elimi uzattım. Tam alacaktım ki birden kıpırdamaya başladığını fark ettim. Fark etmemle kendimi geriye atmam bir oldu. O anda bir kum tepesinden aşağıya doğru yuvarlanmaya başladım. Sekiz on tur yuvarlandıktan sonra anca durabildim. Yuvarlanmanın etkisiyle gözlerime kum dolmuştu. Etrafımı seçememekle birlikte gözümün önünde çoğalan siyahlıklara da bir anlam veremiyordum. Gittikçe yaklaşıyorlardı. Serap gördüğümü düşünüp kendimi sakinleştirmeye çalışsam da ellerimi, bacaklarımı ve sonunda bütün vücudumu saran şeylerden kaçamadım. Beni canlı canlı yiyip bitiren şeylerin meşhur Mısır bok böcekleri olduğunu anladığımda artık çok geçti. Kendimi bok gibi hissediyordum. Can havliyle üzerinde debelendiğim kumlar, paramparça edilmiş derimden içeri girip, beni cayır cayır yakıyordu. Kızgın kumların şefkati olmazdı ki. Bu cümle başlı başına bir çelişkiydi ve ben lanetlenmiştim. Yanıyordum…
Öykünüz bende tetikleyici bir etki bıraktı gördüğünüz gibi. Okuyucuya bırakırsanız işte böyle sonuçları olur Pelin Hanım. Lanetten kurtulamadığınıza mı yanayım, sabahın dört oluşuna mı? Siz söyleyin.
Şaka şaka. Canınız sağolsun. Hep edebiyatla kalın siz.
Sevgiler…