Bölüm 1
*** Birinci Mektup.
Neden akıyor gözlerinden gökyüzü? Hiç kimsenin bilmediği bir memlekete taşıyor kokunu ayrılığın rüzgarları. Yer yer birkaç metre olsa bile aramızda, dudaklarımla alnımın arası kadar uzakta duruyorsun sanki. Hiç kavuşamayacağım kadar ve hiç karışamayacağımız kadar uzakta. Hiçbir zaman bilemeyeceğim belki de kokularımız birbirine karıştığın da ikimizin de üzerinde nasıl duracağını o buhardan elbiselerin. Öyle ya, burnumu boynunda gezdiremeyeceğim.
Sessizce oturacağım karşında, belki önümüzdeki seneler boyunca hep öyle duracağım. Her zaman ki gibi. Sen sessizce bana yaklaşacaksın yine, bir yapbozu çözmek istercesine eğileceksin sıraya ve ne yazdığıma bakacaksın, önümde duran kâğıda. Yine günler giderek daha çok soğuyacak. Yapraklarını dökecek ağaçlar, sen de benimkileri toplamaya çalışacaksın belki, ama sararacaklar.
Hayat garip bir oyuna dönüşürken en çok perde arkasında oturmak ve izlemek isterdim onu. Ben öyle herkes gibi özlemiyorum kokunu mesela, balık hafızalıyım belki de. Susmaya hakkım var da konuşmaya yok benim, yoksa düşeriz ikimiz de.
*** Son
Ey dünyanın sessiz sakinleri! Dudaklarım ölüm kokuyor, ellerim yaşanmışlık. Yorgunluk, üzerime kimsesiz ve aç çocukların sofraya oturuşu gibi çökmüş. Gözlerim artık görmek istemiyor sizi, sesiniz gürültüden farksız! Azat edin beni… belki birkaç saniyeliğine, azat edin.
Ay ışığı daha bir tanıdık belki bana, ben sizin oynadığınız bu sahnenin arkasında kalmak isterdim. Kendimi sizin gözünüzden izlemek isterdim bir an için ve bir an için bile olsa ölmek… Birkaç saniyeliğine huzuru tatmak isterdim kapanan gözlerimin karanlığında. Bu yüzden ay korkutmuyor beni, çünkü kırmızı başlıklı kız yok, çünkü dönüşemiyorum bir kurt adama.
Yine de geri getirmek isterdim, o küçük, büyülenmiş sahneyi. Dünya’nın, Mars’ın, Venüs’ün, tüm gezegenlerin güneşin etrafındaki bir dönüşü kadar uzun süren o sahneyi. Hanginiz, biz ikimiz kadar güzel oynayabilirdi o sahneyi. Hanginiz sarılabilirdi bir diğerine, bir yılan gibi? Fakat hiç dokunmadan. Bu yüzden asla bilemeyeceğim kafamın içindeki karanlıkta gerçekten olup bitenleri.
Aşkı ya da sevgiyi bilemeyeceğim mesela, gerçekten göremeyeceğim o gün neye benzediğimizi. Dağılmayacak içinde yürüdüğüm bu sis bulutu ve ben yine sessizliğe gömüleceğim; başka bir anı kana kana içmek için kırmızı dudaklarından bu kanserin. Her hücremi etkileyen sessizliğin kenarından saklanarak, parmak ucuyla bakabilmek için. Güneşe…
Dilimi ısıracağım onu gülümsetene dek, sonra yüzünde güller açacak yine. Bu yüzden bırakın etrafında döneyim onun, arıların polen taşıdığı iki çiçek gibi açalım yan yana. Onun beni bir anne gibi sevmesini isterken, kimsenin beni öyle sevemeyeceğini bile bile yapayım bunu. Çünkü arılar bile ölür birbirlerine zarar verdiklerinde, ama insanlar ölmez.
*** Ve söndürür odasının ışıklarını, sessizce uyur…
Bölüm 2
Onun karşısına oturdu, başını eline yasladı, dirseğini masaya. Gözlerinin içine bakmaya başladı. Sanki dokunsa ona, hiçbir anlamı kalmayacaktı. Ne güzel kokuyordu, dokunmaya korkuyordu yanaklarının kenarına, yüzüne. Gülümsedi gözlerinin içine bakarak onun. O da gülümsedi karşılık olarak. İki yabancı, birbirini bir o kadar yakından tanıyan. Gök yüzünde kayan iki yıldız gibi, bir o kadar uzak, ama ikisi de kayıyor karşılıklı…
“Konuş…” dedi beynini delip geçen bir ses, bütün damarları acıdı birden. Bütün kuşlar bir havai fişeğin patlayışıyla havalandılar derinlerinde bir yerlerden. Bir elin yüzüne dokunacağını fark etti gözlerini masaya devirmişken, esen rüzgârın değişiminden anlamıştı bunu. Aynı masayı paylaşıyorlardı, aralarında yirmi santim yoktu belki. “Olmaz… Dokunursak yok olur.” dedi masaya bakarak.
Çenesini hafifçe kavrayıp kaldırdı başını, bir ceylan gibi titredi çocuk. Gözlerini tekrar onun gözlerine dikti kadın elini çekerken. “Ne değişti?” diye sordu çocuğa. “Hiçbir şey, karanlık bir duvara sarılmak kadar anlamsız doğmayacak bir güneşi beklemek. İçimde tarlalarda koşuyor bir çocuk, mavi uçurtmasına sarılmış, turuncu gün batımında, mavi gökyüzü açık, esiyor derinden bir rüzgâr, okşuyor başını boyunca başak tanelerinin.”
Gözleri doldu kadının gözlerine bakarken. Sadece bakmak istiyordu, ona bu kadar yaklaşabilmek her şeye değerdi. Hep bakmak istemişti, daha yakından bakmak gözlerinin içine, sadece ona ayrılan, çok özel bir zaman diliminde sahip olmak onun bakışlarına. “Kocaman adam olmuşsun, üzme kendini bu kadar.” Dedi kadın gülümseyerek. Sesi tüm terkedilmiş yaylalar kadar soğuk ve hissiz ama gözleri bambaşka hikayeler anlatırcasına. Gülümsemesindeki yalnızlığı düşerken baş aşağı, gözlerinde bir gerçek saklandı yaşadığı tüm kötü anıların arkasına.
“Çocuğum ben hala, elbette büyüyen taraflarım var. Evimi toplu tutuyorum mesela, sorumluluklarımın bilincindeyim. Ayrıca ne diye üzüleyim ki? Şu anda çok mutluyum, gelip geçenlerin ne önemi var ki?”
“Eğer gelip geçenlerin bir önemi yoksa neden yasak dokunmak?”
“Olmayan bir şeye dokunamazsın. Ayrıca… dokunursak yok olur. Saçlarını taramayı isterdim sabahları, karşında yemek isterdim yemeğimi mesela. Nefesini saymak isterdim, gecenin karanlığında. Sana bu kadar yakın olmanın verdiği bu hissin bedenimi ısıtmasını isterdim, şu an olduğu gibi. Daha önce insanların soğuk hissettirip üşüttüğü çok oldu, ama hiç beni ısıtan kimse olmamıştı. Saymak isterdim saç tellerini, sokağa çıkma yasağı uygulayıp, nüfus memuru gibi çalmak isterdim kapını, bir gece… ansızın. Fakat ben bir çocuğum, muhtemelen daha evine varamadan yolda kaybolurdum. Ya da köpeklerden korkardım belki. Yine de uzaktan izleyebiliyorum seni. En çokta susmak isterdim, hiçbir şeyi bozmadan. Yaklaşmak böyle yüzüne, bir böcek gibi, sadece izlemek isterdim gözlerinin içini. Evet… en çok bunu isterdim…”
Kapıdan biri kabaca girer, “Acaba … dersi burada mı?”