508. Tabur - 3. Bölüm

Evren hala zihnimin köşesinde genişlemeye devam ediyor. Bin çeşit karakter hikayeye dahil olurken ben her seferinde yazmamak için bir bahane bulup word dosyasının yanından kıvrılıp kaçıyordum. Önce hikayenin ana hatlarını az çok belirlediysem de ara hatları konusunda şüphelerim var. Sanırım sadece yazmak istediğimi fark ettim. Hayatım boyunca, eğer bir şeyler karalarsam bahçıvan yazar tiplerinden olmak istemedim, ama karakterim bir şekilde beni buna zorluyor… (Tabii bu açıklamalarım ne kadar umurunuzda o tartışılır, değil mi?)

Kızıl alev topunun ışığı seyrek bir şekilde zindan koridoruna düşüyordu.

Saçlarının karasını yitirmiş yaşlı adam havanın kokusunu içine çekti; bok ve intikam. İki kokuyu da adı gibi biliyordu.

Atımlık Klityne, yaşlı adamın kucağına kınına gizlenmiş kılıcı çarptı. Ay ışığı başlı adam ne kadar süredir kılıcı görmemişti hatırlamıyordu. Bir asır gibi gelmişti. Ama tek varlığı oydu.

Klityne önünde dikilen yaşlı adamı baştan aşağı tarttı; yüzü, boynu, elleri, açıkta kalan her kısmı derin yaralarla bezenmişti. Gözlerindeki mavilik uzunca bir süre önce solup gitmişti. Solgun, koyu-mavi bir göz, çökmüş bir surat, birbirine karışmış bembeyaz sık saçlar. Ama yaşına göre topluydu. Oldukça toplu. Atımlık Klityne kılıcı sertçe çarpıp onu sarsmak isterken ihtiyar bir adım kıpırdamamış, hatta askerin belinden sarsılmasına neden olmuştu.

Asker, artık eski mahkumunun ayağının dibine tükürdü. ‘‘Demirsürücü. Gökkatili. Kara Saç. Ay Işığı Elçisi.’’ Askerin başı yaşlı adamın kulağının dibine sokuldu, ağzı ve karga burnu nefretle kıvrıldı. ‘‘Magdar,’’ diye fısıldadı. ‘‘Zindanımda bu isimlerinin hiçbir değeri yoktu.’’ Sesi hastalıklı bir hırıltıya sahipti ve haylaz bir çocuğun taştan zemine taş sürttürmesi kadar irite ediciydi. ‘‘Kim, nasıl, neden dışarı çıkmanı sağladı bilmiyorum, ama kimin karısı olduğunu iyi bil. Sen, benim köpeğimsin. Buruşmuş yanaklarını yekpare bir kor parçasına dönene kadar kırbaçladım. Ayaklarının üzerinde duramayacağın kadar aciz bir hale getirdim. Seni sıçtığın bokunla doyurdum. İsimlerini ve unvanlarını kırbacımın altında çiğnedim.’’

Atımlık Klityne çekilip doğrulduğunda gözlerini dikti; ihtiyarın bakışlarında tehditkar bir tını yoktu. Ne bir öfke, ne bir düşmanca bakışlar. Sıkkınlıkla, sanki söylenenlerin hiçbiri olmamış veya hiçbiri umurunda olmamışçasına Klityne’e bakıyordu.

Klityne’in uzun suratı daha da sivrileşti. ‘‘Ah, neydi şu her zaman mırıldandığın şey,’’ diye habis bir heyecanla gürledi. ‘‘Kırgın güz soyları kovalayacak. Ufuktaki düşman azametli katili sürecek. Kır ekşiyecek. Kılıç kınını terk edecek ve üzülecek.’’

Adam döndü, uzun, bodur ve tıknaz koridorda ilerlemeye koyuldu.

Fakat Klityne’in söyleyeceği bitmemişti. ‘‘Ve Klityne Gökkatili’nin biriciğini sikecek,’’ diye arkasından uludu ve çirkin kahkahaları koridor boyunca ak saçlı adamı takip etti.

İhtiyar adımını dışarı attı; iki yanında dikilen nöbetçilerin bir adım önüne çıktı, gözlerinin önünde büyüyen şehirden bakışlarını kaçırdı ve gökyüzünü dikizledi.

Derin, kavisli bir kesik. Kırılganokyanus’un karanlık dip çukurlarından bile görülebilecek bir kesik.

Güçlü bir nefes aldı, sonra ondan aynı hızda kurtulmak istercesine püskürttü. Bok ve intikam. Tanıdık koku yine zihninin bir köşesini okşamış ve dirseğini çarparak onu dürtmüştü.