Albarona'dan Öyküler (Kısım 2 yayınlandı.)

(Anlaşılmayan bazı terimler için: Ana Sayfa | Albarona Wikia | Fandom)

Kısım I: Kedinin Kaderi

Kedi adam, Uzun ve güzel rüyaların ardından irkilerek uyandı. Gözlerini açmak istemedi. Her rüyadan sonra gerçekliğin iğrenç, kötü ve acımasız yüzü ile tanışmak, onu perişan ediyordu. Bu sefil ve lanetli hayatına neden son vermek istemediğini çoğu kez kendine sorardı. Bu soruyu sorduktan sonra hep aynı cevabı alırdı; Rüyalar. Onun ölmesini engelleyenler, işte o rüyalar. Uyku, hissederek yaptığı son işti. Elinde kalan son ve eşsiz huzur. Rüyaları ise yeryüzünde arayıp bulamadığı o evi. Kalktığı gibi sıçradıktan sonra kafasını demir parmaklığa vurdu. Vurduğu anda, garip bir inilti çıkmıştı kurumuş dudaklarının arasından. Gözlerini yavaş yavaş açmasıyla beraber bir kafeste olduğunu fark etmişti. Kedi adamın, turuncu-sarı rengindeki yelesinde, küçük ve yersiz siyah benekler vardı. Üzerindeki iyi bir işçiliğe sahip kahverengi tonlarındaki deri palto, yırtılmış ve çamur lekeleri ile kaplanmış haldeydi. Paltonun kolları kesilmişti. Büyük ihitmal sebebi ise ona bol gelmesiydi. Belinde bulunan ve ona bol geldiği için sarkıttığı kemeri vardı. Bu yüzden bunların çalıntı olduğuna dair bir hava vardı. Paltonun altında ise beyaz renkli fakat lekelerden dolayı gri tonlarına bürünmüş bir uzun kollu kumaş kıyafeti vardı. Kedinin yüz hatları, bir orkunki kadar sert ve rüzgar esmeyen bir yerdeki deniz kadar sakin ve ruhsuzdu. Soğuk ve bir o kadar da küçük bir kafesti. Kedi, bu kafesin parmaklıklarından geçip geçemeyecğini düşünse de parmaklıkların arası kısa olduğundan dolayı bunu yapamayacağını fark etti. Kafesin boyu kısa olduğundan kafası ve omurgası eğik, kendi yerinde bir tur attı. Elleri bağlıydı ve önünde baygın olup olmadığını anlayamadığı birisi durmaktaydı. Adamın gözleri kapalıydı. Karşısındaki adamın kahverengi saçlarının arasında küçük ağaç dalları vardı. Ne olduğunu idrak etmeye çalışsa da başaramamıştı. Sonra kalçasını, soğuk demir parmaklığa götürüp oturduktan sonra kafasını da parmaklıklara dayamıştı. Fakat Kafasının arkasındaki ağrıyı hissetmesi uzun sürmemişti. ‘‘Sanırım kafamdaki bir kaç silik hatıranın ve ne kadardır baygın olduğumu bilmediğimden dolayı, kafamın arkasına bir iyi darbe yemiş olmam çok büyük ihtimal.’’ Dedi adam kafasındaki ağrıyı fark ettikten ufak bir süre sonra. Bu sözleri ağzından çıkardıktan sonra karşısındaki adamın homurdadığını duydu. Bu homurtu, onun yaşadığına işaret olsa da pek fazla böyle devam edeceğini düşünmüyordu kedi-adam. Yavaş yavaş bir şeyler hatırlamaya başlarken kedinin marifetli ve yaralanmış parmakları, açık kahverengi rengindeki ve arasına kum,çakıl taşı, çamur gibi şeyler kaçmış yelesinde gezmekteydi. Yelesinin bu kadar kirli olması onu derinden etkilememişti çünkü hep böyleydi. En son ne zaman bir nehire girdğini veya son yıkanmasından ne kadar süre geçtiğini bilmemekteydi çaresiz kedi-adam.

Etraftaki kokuyu burnuna çekti. Etrafın kan ve biraz da olsa saman koktuğunu anlamıştı. Samanın kokusundan emin değildi fakat kanın kokusu ne zaman onun burnuna gelse, o kokuyu kesinlikle tanırdı. Kedi adam, karşısındaki yarı baygın ve ona göre fazla ömrü kalmamış olan adama baktı. Adamın patlamış kaşındaki kurumuş kanları gördü. Kafası yere doğru eğikti. Büyük ihtimal kafasını kaldırmaya gücü yetmemekteydi. ‘‘Şu sefil ve anlamsız hayatımı bir koku ile tasvir etmemi isteseler; kesinlikle kan derdim. Çünkü kan, her zaman ister istemez yaşamımın bir parçası olmuştu. Bunu ben istemedim, inan olsun yabancı ben istemedim fakat benim değişmez bir parçam olup çıkmıştı.’’ Dedi karşısındaki ölmeye yakın kişinin duyabileceği şekilde. Adam bu sefer garip bir hırıltı çıkardı gözleri kapalı bir şekilde. İçinden geçen hiçbir şeyi, hiçbir düşünceyi tanımadığı kimselere anlatmazdı. Fakat bu sözleri, karşısındakinin baygın olup olmadığını anlamak için söylese de içini yarı baygın ve muhtemelen ölecek birisine dökmek, onu epeyi rahatlatmıştı. Etraf, zifiri karanlıktı. Krasmurn, etrafa karanlık ışıklar saçmakla meşguldü şuan. Kedi adam, kısa bir süre bıyıkları ile oynadıktan sonra kafasını yukarıya, gökyüzüne çevirdi. Kafasını çevirdiğinde, Krasmurn’un karanlığı aydınlatmaya çalıştığını gördü. Parmaklıkların ardından görebildiği tek şey oydu. Bir de bir kaç gölge yansıması. Kendileriyle gülüşüp eğleniyorlardı. Sivri kulakları olduğundan dolayı onların elf olması büyük ihtimaldi. Sırtında asılı ok ve yay takımı olan bir elf, avladıkları geyiğin içini boşaltmakla uğraşmaktaydı. Kedi adam avlanan geyiği gördükten sonra tekrar konuşmak için dudaklarını yaladı. Bu içini dökmesi, onun çok hoşuna gitmişti. ‘‘Küçüklüğümden beri,nedendir bilinmez, kasaplara çok özenirdim.’’ Dedi kedi adam ve biraz duraksadı. Gerçekten istediği şeyleri konuşmanın onun çok hoşuna gittiğini fark etti. ''Kasapların benim gözümde kendilerine has bir cazibeleri vardı. Onların etleri alışı ve sanatçı edasıyla kesişleri, gerçekten bir sanatçı gibiydiler. Benim gözümde bir ressamdan ya da hanlarda besteler söyleyen güzel sesli ozandan farkı yoktu. Nerenin kesilmesi gerektiği ya da nerenin kesilmemesi gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Hele ki sanat eserlerini vitrine asıp görüntülemeleri… Tanrılar! Gerçekten işini düzgünce yapan kasaplara hayranım. Bir keresinde sırf bir kasap ile dost olmak için domuz bile avlamıştım.

Gençlik zamanlarımdı. Küçüklüğümden beri sokakta kaldığım için karnımı doyurmam lazımdı ve ben hep karnımı doyurmak için, kanalizasyon borularının dibinden fare çıkmasını umut ederek saatlerce çaresiz bir şekilde orada beklerdim. Çoğu zaman çıkardı ve ben o fareyi kolayca yakalardım. Yakaladığım farenin boynunu kırıp pişirdikten sonra yerdim. Ya da canım lükse kaçmak isterse sakat bir güvercin yakalardım. Bu tabii daha çok uğraş gerektirirdi. Bir gün kasap dükkânına rastladım-Kasaplara olan hayranlığım sanırım bu olayla başlamıştı- Vitrindeki o koca koca, bazıları halen kanlı, bazılarının ise kurutulmuş bir şekilde durmakta olduğunu görünce karnımı gerçekten doyurmam için onlarla dost olmam gerektiğini düşündüm. Çocuk aklı ya! Kasapla dost olmam için ona bir hediye getirmem gerektiğini düşünmüştüm. Bunun için de gerçek bir hayvan avlamak için ormana gitmiştim. Ormanda, ilk defa gördüğüm çeşit çeşit hayvanlar vardı. Fakat en büyük hayvanı belirlemem lazımdı gözümde. Çok geç olmadan bir domuz görmüştüm. Kahverengi renge sahipti ve çok şişmandı. Ona saldırmak için harekete geçeceğim zaman domuzun topal olduğunu fark ettim. Çok şanslı hissettim o an kedimi çünkü diğer türlü çelimsiz vücudum, o koca domuzu yere yıkacak güçte değildi. Topal olan domuza saldırmak için doğru zamanı kollamıştım. Daha sonra tüm gücümle onu ittirdim ve yere devirdim. Devirdikten sonra alelacele üstüne çıkmıştım. Domuzun, çaresiz göz bebekleri benim sarı gözlerime bakmaktaydı. Daha sonra belimden hızlıca körelmiş fakat yine de iş gören hançeri çıkardım. Boğazına dayayıp çektim hançeri kendime doğru, boynunu kırmaya çalışırken. İlk denememdi ve hayvan anında can verdi. Bir kaç titreme, kan boşalması ve ufak ciyaklamalar. Sonra hiçbir şey… Ama o ses! Deriyi yaran bıçağın ve boyun kemiğinin kırılma sesi. Uzun yıllar takip etti beni. Ve şimdi artık, ölmüş ve lanetli elf annemin ve babamın benimle ilgili daimi hayal kırıklıklarının da sesi var.‘’ Demişti kedi adam karşısındakinin konuşmamasını umut ederek. Bu sefer yine birkaç hırıltı ya da dinlediğini anlaması için bir ses çıkartmasını bekledi. Fakat aynı kafesin karşısındaki kişiden hiçbir ses çıkmamıştı. Adamın kafasının iyice aşağıya indiğini fark etti. Yine de konuşmanın bir kişiyi ne kadar rahatlattığını az önce tecrübe ettiği için daha fazlasını istedi. Bu yüzden konuşmaya devam etti.

‘‘Ne yaşamak istiyorum, ne de başka bir şey yapmak. Böyle bir şeyi hiç düşüneceğimi sanmazdım fakat kafeste çürüyüp gitmek istiyorum artık. İstesem buradan çok rahat çıkabilirim fakat buraya kadar… Ben pes ediyorum. Sefil bir hayattan geldim. Hayatta kalmak için, böcekler çekirgeler, kurbağalar, fareler yemiştim. Birkaç elkid uğruna canımı tehlikeye atıp birilerinin canına acımasızca kıydım. Tamam kabul ediyorum. İyi bir hançer kullanıyorum, sırtımdaki lanetli mühürden dolayı, keşfetmemin yıllar aldığı birtakım yeteneklere sahibim. Ama artık bunları yapmak istemiyorum. Sırf Kalkandağ’daki o Gurbo denen orktan Yüksekdoğan Şarabı içmek için hayatımı tehlikeye atmak bana pek akıllıca gelmiyor artık. Hayatın acımasızlığı da burada. Draglurumdaki fakir sokaklardan geldim buralara, üzerinden uzun yıllar ve bir sürü olaylar geçti, yine de ben hâlâ aynıyım. Dönüp dolaşıp yine aynı konuma geliyorum. Bir kaç görev ya da bahisten kaldırdığım paralarla güzel içecekler, silahlar alıyorum. Güzel bir handa konaklıyorum daha sonra yine param bitince hayatta kalmak için bir şeyler yapmam gerektiğini fark ediyorum. Ben bir zanaatçı değilim ki rahat bir işim olsun. Herkesin kendine göre hayatta kalma çabası var. Benim de hayatta kalmam için birilerini öldürmem gerekiyor çünkü en iyi yaptığım iş bu.’’ Dedikten sonra derin bir nefes aldı. Bu sefer başka şeyler hakkında yakınmak istedi. Şuan aklından ne geçse söyleyecek durumdaydı.

‘‘Gerçek bir arkadaşa asla sahip olamadım. Ha Ralph vardı bir ara. Şu an nerede bilmiyorum. Ona da arkadaş demem için kırk şahit lazım. Birbirimizle çıkar ve görevler için kollardık sadece. Aramız pek samimi olmamakla beraber çok da soğuk değildi. Garip ve hiçbir zaman anlayamayacağım bir ilişkiye sahiptik. Kim bilir nerelerde şimdi! Büyük ihtimâl bahsettiğim Kalkandağ’daki handadır ya da İberya’da falan. O benden kat kat daha çekici ve karizmatikti. Gümüş gözünün olması, karşı cinse çok cazip geliyordu sanırım. O her zaman benden daha güzel bir yaşama sahipti. Sanırım benim gibi zamanında fare kızartmamıştır. Hem de benim hayatımda bir tane bile kız olmamıştı. Genelde hepsi benden iğrenir kaçardı, çirkin bulurlardı beni. Sesimin kabalığından ve yüzümdeki korkunçluktan sikayet ederlerdi. Onlara göre sanırım çok kabayım. Pek de umrumda değil artık. Çocukluk zamanında böyle şeylere üzülürdüm fakat artık bir şey hissedemiyorum. Ne bir mutluluk, ne de bir aşk. Herhangi bir duygu kalmadı içimde. Kahrolası lanet, beni yedi bitirdi. Duygularımı, ailemi elimden aldı. Ailemi hiç hatırlamasam da iri yarı paladin bir abim olduğuna yemin edebilirim. İnsan babam, Elf annemi kendisini aldattığını düşündüğünden dolayı onu öldürüp zindana yollanınca, ben küçük yaşımda abim ile baş başa kalmıştım. Aslında aldatmamıştı. Dediğim gibi, bir cadı tarafından lanetlenmiş ve çocuğu -yani ben- kedi insan doğmuştu. Daha sonra çok geçmeden beni evden kovmuştu o iri yarı paladin abim. Onun ile aramızda kaç yaş olduğunu bilmiyorum. Küçüklüğümdeki hatırlayabildiğim birkaç anımdan bir tanesi budur. Bir zamanlar handa benim gibi lanetlenmiş birisi ile konuşma fırsatı elde etmiştim. Onu Sacrarium topraklarındaki bir cadının lanetlediğini söylemişti. Bu yüzden ben de lanetleyen cadının Sacrarium topraklarında olduğunu düşünüyorum. Annemi lanetleyenlerin kimler olduğu hakkında bundan başka bir fikrim de yoktu zaten. Oraya birkaç kere gitmek istesem de başaramadım. Bırak cadıyı bulmayı, Sacrarium topraklarına adım bile atamadım. Oralar gerçekten buralardan farklı geliyor gözüme. Lanetten sanırım asla kurtulamayacağım. Birkaç büyücü beni bu lanetten kurtaracağını iddia etmişse de zamanında, bunu benim paramı çalmak için kullandıkları bir tuzak olduğunu öğrendikten sonra hepsini öldürmüştüm. Yine de bu lanetler, bana iyi güçler kazandırmıştı dediğim gibi. Yine de bu olduğum kişiyi değiştiremedi. Artık duygulardan yoksun, çaresiz birisi olup çıkmıştım. Ben de âşık olmak, dost edinmek istiyorum. Herkes gibi eğlenip mutlu olmak en temel hakkımdı. Fakat lanet büyücüler bu hakkı benim elimden annemi lanetleyerek aldılar. O cadıları öldürmeye gücüm yetseydi, emin ol bunu yapardım. Fakat bunu başaramadım. Bir trol avladım, büyücüler öldürdüm. Zenginlere Gonzik, fakirlere Okyanus Gözler sattım. Bazen de bunları sırf kendi eğlencem için kullandım. Bir ozanla beraber hanlarda şarkılar söyledim -ki bu yaptığım en güzel aktivitelerden biri olabilirdi. Lanet olası “Adaletler Şehri.” Olarak adlandırılan yerde devlet yetkilileri öldürdüm. Bu arada şunu söyleyeyim; Draglurum’da zerre kadar adalet yok. Koskoca adalet tanrısının ne haltlar yiyor da kendi şehrinde adaleti sağlayamıyor aklım almıyor. Umarım bunları düşündüğüm için Draglurum beni cezalandırmaz. Aslında şöyle bir düşününce her zaman kendi adaletimi kendim yarattım. Hiçbir zaman Draglurum bana yardım etmedi, aksine bana hep zararı dokundu. En başta beni diğer insanlardan ayıran şu laneti yolladı. Cadılara falan kinlensem de şöyle bir düşününce, bunun suçlusu sanırım Draglurum. Bana ne zaman yararı dokundu da şimdi ben şeyleri düşündüm diye beni cezalandıracak? Ben doğuştan cezalandırılmış olarak Albarona’ya geldim. Ben ne anne sevgisi tattım ne başka bir şey. Benim gibi birçok kişi tanıdım. İberyalı korsanların, ailesine tecavüz ettiği bir ork ortağım vardı. Şimdi bu ork geçip neden Draglurum’a tapsın? Tapamaz. Bana göre Draglurum, Tehangra’dan daha canidir. Lanet olsun! Şimdi de Tehangra tarafından cezalandırılacağım…’’ Sözlerini bitirdikten sonra derin bir iç geçkmişti. Göz ucuyla son kez aynı kafesi paylaştığı hareketsiz adama baktı.

‘‘Yapacak hiçbir şeyim kalmadı. Bu hayattan sıkıldım.’’ Dedi kafeste, eli kolu ip ile bağlanmış olan kedi adam. Bu sefer, karşısındaki kişiye söylememişti. Etrafında, başka işler ile uğraşan elflere doğru sesini yükselterek onların duymasını sağlamaya çalışmıştı. Elflerden birisi sırıtmıştı. Sırıtan elfin, neredeyse hiç dişinin olmadığı fark ediliyordu. Elfler, kedinin sayabildiği kadarıyla onbeş-yirmi kişiydiler. Çoğunun üzerinde zincir zırhlar bulunmaktaydı. Zincir zırhların rengi, Krasmurn sayesinde şuan havadaki grilik ile aynı renkteydi. Sancakları ise Yeşil rengin üstünde olan taç takmış bir bizondu. Kedi adam, bu sancağın Tellehi Kardeşliğine ait olduğunu biliyordu. Tellehi Kardeşliği’nin, Galika ormanlarındaki ırkçı bir kardeşlik olduğunu biliyordu. Irkçı olduklarından dolayı tamamen elflerden oluşan bir birlikti. Fakat elflerin her türü olduğunu fark etti kedi adam çevresindekilere bakarken. Kara Elf, yarım elf, yüksek ve orman elfi. Çok kafatasçı olduklarından dolayı da Galika’daki hayat kadınlarından tutun da handaki basit bir adama kadar kimse tarafından sevilmiyordu. Bu kardeşlik hakkında, önüne gelen tüm elf olmayan ırkları öldürdüğünü duymuştu. Bu kardeşliğin, hayatta kalma,okçuluk ve tuzaklar konusunda epeyi geliştiğini biliyordu kedi. Hatta o kadar tuzak konusunda gelişmişlerdi ki Galika civarında çok fazla anılan ‘‘Gerw’ox Kapanı.’’ Adlı trolleri hatta devleri bile tutabilen kapanlar yapmaktalar. Bu kapanın en önemli özelliği hiçbir şekilde birisi bastıktan sonra onu çıkartamamasıdır. Kendisini öldürmedikleri için şuan şanslı mı hissediyordu yoksa şanssız mı bilemiyordu. Dişiz elf, kedi adama doğru ilerledi ve kafesin arasında ufak bir mesafe kala durdu. ‘‘Bazen hayatın saçma ve anlamsız olduğu hissine kapılıyor musun Urjar?’’ Dedi elf omzunu silkerken. Dişleri olmadığından dolayı peltek konuşsa da elf için bu pek umrunda değildi. Urjar, elfere bu konu hakkında yakarış yapsa da az önce, sanki bilmiyormuş gibi sormuştu ona. ‘‘Evet.’’ Dedi ipten dolayı kızaran bileğini fark edince hızlıca kaşıyarak. Sesi, çok içten çıkmıştı. Böyle bir sesinin çıktığını fark edince iş çoktan geçmişti kendisi için, çoktan ağzından bu kelimeler dökülmüştü. Sesinde hayal kırıklığı ve bitkinlik vardı. Bir kaç dakika önce için dökerken kendini rahat hissetmekteydi fakat biraz zaman geçince kendisini ilk defa bu kadar çaresiz ve yalnız hissetmişti. Çünkü hiçbir düşüncesini dışarıya vermemek için çok uğraşmıştı. Dışarıdan bakan birisinin, onun içinde neler çektiğini kimse bilmiyordu genelde. Kendisi bile dışarıdan nasıl gözüktüğünü bilmediğinden olsa gerek, çok şaşırmıştı. ‘‘Hayır, yanılıyorsun.’ ‘Dedi elf. ‘‘Hayat saçma veya anlamsız değil. Çevrendekiler saçma ve anlamsız.’’ Dedikten sonra yuktundu ve sanki biçbir şey olmamış gibi eski yerine yeniden döndü. Elfin bu klasik olan yanıtını duyduktan sonra kirli dişlerini göterecek kadar sırıttı. Hava hâlâ karanlık ve kasvet doluydu. Krasmurn, tüm gücüyle parıldamaya devam ediyordu. Krasmurn’un sağladığı küçük ışık ile beraber etrafın ağaçlık ve dağlık olduğunu zor da fark etmişti Urjar. Etrafta kendinden hariç çıkan tek ses: rüzgarın ağaçlarla beraber yaptığı minik fısıltılardı. Gölgelerden çıkardığı sonuca göre ağaçlar, çam ağacıydı. Çam ağaçları, sanki ona bir şey anlatmak istercesine sert rüzgarlardan destek alarak kedi adama ulaşmak istiyorlar gibi bir hâl vardı. Ağaçlar, rüzgarlar sayesinde bir şeyler söylemeye çalışıyordu sanki. Kedi adam, bu seslere nefesini tutup kulak verdi. Şimdi etrafta, ağaç uğultularından başka bir ses çıkmıyordu. Dinledi, bir şey duyamadı. Sinirden küfürler etti. Bağlanmış elini, sinirle demir parmaklıklara vurdu. Önce bir acı hissetti sağ elinde kedi, daha sonra bu acı, derin bir sızıya dönüştü. Sızıyan eline baktı. Elinden, kanlar akarken bir süre sonra acı hissetmediğini fark etti. Urjar, bunun lanetin etkisi olduğunu düşündü. Sırtındaki lanetli mühürün, gün geçtikçe vücudunu daha çok istila ettiğini hissetmekteydi. Fakat bir acıyı hissetmemek ilk defa başına gelmişti. Sakinleşti ve kafasını yeniden demir parmaklıklara yasladı. Etraftaki kardeşlik üyelerinin bazıları kamp ateşine oturmuş, koyun budu pişirmekteydiler. Koyun budunun üzerinde çeşitli baharatlar bulunmaktaydı. Baharatların yeşil ve kırmızı renkleri vardı. Koyun budu, sanki bu baharatları bir elbise gibi giymişti. Kan ve saman kokusundan sonra kedi adamın burnuna sonunda güzel bir koku geldi.’‘Beni öldürün.’‘Dedi fısıldayarak. Fakat tam olarak kedi adamın istediği türde bir fısıltı olmamış olsa gerek kardeşlikteki bazı kişiler bunu duymuştu.’‘Seni bizim öldürüp öldürmeme gibi bir yetkimiz yok kedi. Çavuş, bu civardaki ‘ötekileri’ yakalayıp ona götürmemizi emretti. Ama merak etme çavuş seni öldürmek isterse eğer senin gırtlağına yapışıp boğmak için ilk ben önce çıkacağım.’’ Dedi gülerek diğerlerine göre daha kaliteli bir zırhı olan ve o zırhta apolet olarak bir bizon simgesi dikilmişti. Büyük ihtimal bu gri saçlı, yeşil gözlü ve yüzünde çok fazla çiziği olan konuşan elf, bu kamptaki en yetkili kardeşlik üyesiydi. Adamın gri saçları, sanki yağmur öncesi çıkan bulutlar gibiydi. Çizikleri, normal çizikler gibi değildi. Büyük ihtimal yüzündekileri çok güçlü bir yırtıcı yapmıştı. Bu çizikler, ona korkunçluk ya da herhangi bir karimza katmıyor, aksine onu çirkin gösteriyordu. Burnunun yamuk olması, kaç kere kırıldığına işaretti. ‘Demek adımı biliyorlar.’ Diye içinden geçirdi Urjar. Son zamanlarda Galika hanlarında çok fazla kavgaya girmişti. Büyük ihtimal isminin bilinmesi, o kavgaların eseriydi. Urjar, bir şeyler söyleyecek gibi ağzını açtı fakat ağzından tek kelime çıkmadı. Sanki konuşmak istiyordu fakat bunu yaparsa ruhunun son parçasını da o kelimelerle birlikte ağzından çıkartacağını düşünüyordu. Bu yüzden bir şeyler söylemekten kaçındı. Diğerlerine göre daha ihtişamlı zırha sahip olan elfin yanındaki elf de kamp ateşini harlamakla meşguldu. Ateş yeniden harlanmış ve turuncu,kırmızı ve sarı tonlarındaki alevler yeniden yükselişe geçmişti. Alevler, sanki büyülü bir şekilde bir sağa, bir sola rüzgar nereye eserse alevler de eşi benzeri bulunmayan bir dansçı edasıyla bir oraya bir buraya dalgalanıyorlardı. Urjar, bir an kamp ateşindeki alevlere baktı. Alevler, onu büyülü bir şekilde kendisine çekiyor gibi hissetti. Sanki damarlarında akan kan; alev olmuştu Soğuktan üşümekte olan bedeninin sıcaklaşmaya başladığını hissetti. Alevler gibi tıpkı o da gözlerini bir o yana bir bu yana hareket ettirmeye başladı. Daha sonra gözlerini istemsizce çam ağaçlarına gitti. Onlar da sanki rüzgarın eşliğinde dallarını bir şeyler söylemek istermişcesine sallandırmaktaydı. Ağaç dallarına vuran rüzgara yeniden kulak verdi Umutsuz Urjar. Rüzgarlardan anlamını çıkaramadığı şeyler kulaklarında yankılandı. Yoğunlaşmak için yeniden nefesini tuttu ve kulak verdi. Bu sefer eskisinden de çok yoğunlaştı ve ‘‘Burada bekle.’’ Diye bir ses duyduğuna yemin edebilirdi kedi. Sonra tekrar duydu. ‘‘Burada bekle. Burada kal. Yerinden ayrılma.’’ Urjar, bu cümleleri bir kaç kere daha duydu. Çevredeki elflerin yarısından çoğu uyumaktaydı. Uyuyan elflerden bazıları, arada bir yattıkları yerlerden şikayet ediyor ve homurdanarak oldukları yerde dönüyorlardı bir nebze de olsa rahat etmek için. Uyumayanlardan bazıları ise uzun ve yay germekten nasır olmuş elf ellerini, kamp ateşinde ısıtmaya çalışıyorlardı. Bazı kamp ateşinin çevresinde oturanlar ise birbirleri ile derin bir sohbet içindeydiler. Büyük ihtimal kimse Urjar’ın duyduğunu duymamıştı. ‘Sanırım aklımı da kaçırdım.’ Diye içinden geçirdi gökyüzündeki Krasmurn yıldızlarına ve daha sonra Krasmurn’un kendisine sarı renkli kedi gözleriyle bakarken. Gerçekten de yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı ve bu yüzden duyduğu sesi dinlemeye başladı. Duyduğu sesten önce de yapmakta olduğu ve son zamanlarda yaptığı en iyi işe aynen devam etti. Urjar, küfürler ederek kafesin içinde beklemeye başladı. Tekrar rüyalar görmek için uyumaya çalışıyordu. Bir kaç saat önce uyandığından dolayı ve kafesin komforsuzluğundan ötürü uykuya dalması, Isnuara’nın, bulutların arasından turuncu ışıklarla sevimli sevimli parlamaya başlamasına dek sürdü.

2 Beğeni
Kısım II:Medringia'da felaket.

Medringia’nın rünlü bulutlarının arasındaki karanlık aşağıya inmek istiyordu. Büyülü bulutlar, bunu engellemek için var gücüyle çalışsa daha fazla dayanacak gibi gözükmüyordu. Sanki bulutlar ve onun ardındaki karanlık, kadim bir savaş içindeydi. Eskiden bu adada tek bir karanlık, saf kötülük yoktu fakat Baş Büyücü Elneiros öldükten sonra işler değişmiş, kötüleşmişti. Sanki bulutların ardındaki karanlık Elneiros’un ölmesini beklemişti. Baş büyücünün ölmesinin ardından yaklaşık bir hafta geçmişti ve Medringia’da bir telaş ve çaresizlik hakimdi. Medringia’daki diğer kadim büyücüler, Elneiros’un ölümüyle sarsılmıştı. Büyücünün ölümünün bu kadar hızlı olması, akıllara öldürüldüğüyle alakalı düşüncüleri getiriyordu. Pecker, odasındaydı. Ne yapacağını düşünürken tahta kapıdan çıkan tok ses ile irkildi. Kapının tıklatıldığını fark ettikten sonra yatağının on beş adım karşısındaki masasından doğrularak kalktı.

‘‘Geliyorum.’’ Dedi. Bunları söylerken ağzının çevresindeki bembeyaz sakallar, çenesiyle birlikte aşağıya yukarıya kaymıştı. Gür ve bir o kadar da kar beyazı sakala sahipti Pecker. Ağzının üstündeki bıyığının bir kısmı sakalıyla birleşmiş, bıyığının uçları yukarıya doğru kıvrılmıştı

Ayağa kalktıktan sonra, Isnuara’nın turuncu parlak ışıklarının rahatça vurabildiği pencerenin önünde asılı olan mavi cübbesinin yanına gitti. ‘‘Hayır.’’ Dedi kendi kendine cübbesinin önünde dikilirken. Eliyle, cübbeye doğru yavaşça ve sanki içinden hiç gelmeyerek bir hareket yaptı. Cübbesinin rengini gri yaptı. Pecker’a göre yas rengiydi bu. Ölen Baş Büyücü’ye kendince saygı maksadıyla yapmıştı. Pecker, Elneiros’dan sonra buradaki en önemli büyücüydü. Elneiros ile iyi anlaşsalar da, çoğu kez tartışırlardı. Yine de bu birtakım olaylar onların ebedi dostluklarında hiçbir şekilde engel olamadı. Hatta dışarıdan görenlere göre samimi bile değillerdi. Bir toplantı ya da sıradan bir kahvaltıda birbirlerine hiç bakmıyorlardı ve gerekmedikçe birbirleriyle iletişim kurmuyorlardı.

Yine de, çocukluklarından beri hep beraber yaşamışlardı. İlk büyülerini beraber öğrenmişlerdi. Elneiros, her zaman ondan iyiydi. Elneiros, Pecker’a göre daha cana yakın ve mutluydu. Pecker ise Elneiros’a kıyasla daha somurtkan ve ciddiydi. Gençlik zamanlarında çoğu büyücüyle anlaşamazdı Pecker. Sürekli kendi halindeydi. Sadece büyüleri veya rünleri öğretmek için öğrencileriyle güzel vakitler geçirirdi.

Pecker, gri rengine dönmüş cübbesini aldı. Yakalarında beyaz kuş tüyleri bulunmaktaydı ve yakalarının bitiminde büyükçe bir genişlikte kapüşonu bulunmaktaydı. Hiçbir kir,leke ya da delik yoktu. Gösterişsiz fakat kaliteli ve temizdi. Cübbenin sağ koluna, kendi kolunu soktuktan sonra ıslık ve fısıltı karışımı ince bir ses duyuldu. Cübbenin etrafında mavi-gri renkli küçük dumanlar çıkmaya başladı. Cübbenin büyülü olduğu belliydi. Pecker cübbeyi giydikten sonra kıvrılmış yakalarını yukarıya nazikçe kaldırdığı gibi cübbenin çevresindeki yazılı rünler ışıldayarak hareket etmeye başladı. Cübbedeki bir kaç satır olan büyülü yazılar, kendi eksenlerinde dönmeye ve hareket etmeye başladı. ‘‘Hayır Hatage. Şuan değil. Sana biraz sonra ihtiyacım olacak.’’ Dedi aynadan kendisine bakarken. Cübbenin çevresinde dönen rünler ise soluklaşmaya başladı. Bir süre sonra kayboldu ve cübbenin kapüşonunu örttü. Kapıya doğru hızlı adımlarla ilerleyen Pecker, aynı Elneiros’un öldüğü yaşlarında olmasına rağmen yüzünde tek bir kırışıklık bile yoktu. Gözleri, yağmurdan sonraki hava gibi griydi. Yüzü, yaşına göre gayet genç gösteriyordu. Pecker bir kara elfti. Hiç saçı olmayan kafası, anlaşılmayan dilde yazılar ile donatılmıştı. Tahta kapıyı açarken kısa süreli bir gıcırdama oluşmuştu. Pecker, kapının ardında birisini beklemekteydi fakat kimse yoktu. Tıklatan her kimse çoktan gitmişti.

Kapıdan çıktıktan sonra önce sağa daha sonra sol tarafına baktı. Sol taraftaki koridordan ilerlemeye başladı. Koridorun sonunda merdiven vardı. Merdiven, beyaz bir mermerdi. Beyaz mermerin bazı yerlerinde çatlaklar, hatta kırıklar vardı. Merdivenlerden ağır ağır çıkarken sanki ona göre zaman durmuştu.

Pecker, merdivenden çıktıktan sonra öylece durdu. Daha sonra solundaki kapıya baktı. Baktığı kapı, genişti. Üzerinde güzel desenli işlemeleri ve ortasında kocaman bir tokmağı vardı. Pecker, kapıya doğru ilerledi ve kapının kulpuna asılıp kapıyı yavaşça açtı.

Koca kapıyı ağlamaya benzer gıcırdamasıyla açtıktan sonra boş salonda kapının sesi derin ve tok bir sesle beraber yankılandı.

Pecker içeri girdikten sonra salonda gözlerini gezdirdi. Beyazdan başka renk bulunmayan salonda sessizlik hakimdi. Geniş salonun tam ortasında gri renkli bir kitap bulunmaktaydı. Kitabın üzerinde mavi renklerde anlaşılmayan yazılar vardı ve yaklaşık bin sayfa kadardı. Pecker, içerdekilere bir selam dahi vermeden soğuk ve ciddi bir şekilde etraftakileri aldırış etmeden kitaba doğru yönelmeye başladı. ‘‘Gidin.’’ Dedi Pecker, kitabın önüne geldikten sonra cübbesinin kapüşonunu, siyah Kara Elf tenini gösterecek kadar sıyırdıktan sonra:’‘Derhal beni bu salonda yalnız bırakın.’’ Dedi.

Büyücünün sesini duyan diğer Kadim Büyücüler salonu homurdana homurdana terk ettiler. Böyle şeylere alışık olan Pecker herkesin gitmesini bekledi. Gözleri kitaba bakıyordu fakat kulakları çevresindeki seslerdeydi. Salondaki son adımın yankılanmasından ve kapının gıcırdayarak örtülmesi sonucu içerde kendisinden başka yaşayan kimse olmadığını anlamıştı.

Pecker, derin bir nefes aldığı. Ağzından verdiği nefes, neredeyse boş salonun her köşesinden yankılanarak geri döndü. Kitaba elini yavaşça uzattı. Parmakları hafifçe titriyor ve buna engel olmaya çalışıyordu. Kadim Büyücü, bunun yaşlılıkla alakası olmadığından emindi. Alnındaki ter damlaları ise buna başka bir kanıttı. Heyecanlanmıştı. Kadim Büyücü, ruhlar ile belki de yüz kez iletişime geçmiştir fakat bu farklıydı. Bu sefer ömrü boyunca hiç ayrılmayan dostu Elneiros’un ruhu ile iletişim kuracaktı. Pecker, parmaklarını kitaba uzatırken sanki zamanın iyice yavaşladığını düşündü. Sanki zaman daha yavaş akıyordu. Bugün bunu ilk kez yaşamıyordu. Kapalı kitabı titreyen elleriyle açtı. Kitabın ağır kapağını açtığı gibi paltosundaki rünler yeniden belirdi. ‘‘Tam zamanında. Seni unutmuştum Hatage.’’ Diye mırıldandı Kadim Büyücü gözleri kitapta gezerken.

Eli kitaptayken kel kafasındaki yazılı rünler de beyaz renkte aydınlanmıştı. Kadim Büyücü bir süre gözlerini kapadı sayfaları karıştırırken. Gözlerini yavaşça açtığında gözleri de kafasındaki rünlerin rengi ile aynı şekilde olmuştu. Gözü menekşe moru rengindeydi ve bir güneş gibi parlıyordu.

Pecker, tekrar gözlerini kapattı ve kitabı açtığı andaki yoğunlaşması sonunda bitmişti. Gözlerini yeniden açtığında ormandaydı. Karşısında, ona arkası dönük, onun boylarında ve neredeyse aynı vücut hatlarına sahip birisi vardı. Üzerinde siyah bir cübbe, altında ise aynı renkte kumaş pantolon vardı. Cübbenin kolları, karşısındaki kişiye uzun geldiğinden elleri gözükmüyordu. Pecker, ne zaman bir ruh ile iletişim yapsa ölen kişiyi bedeni ile görmezdi. Sadece bir ses duyardı. Fakat bu sefer farklıydı. Karşısında ona arkası dönük birisi durmaktaydı. Pecker’ın birkaç dakika önceki heyecanı şuan kaybolmuş, kalbinin ritmi eski haline dönmüştü.

‘‘Nasıl öldün Elneiros?’’ Dedi Pecker sesine soğuk ve ruhsuz bir ses ton eklemeye çalışsa da bunu başaramayıp kederli bir ses çıkararak. Elneiros önüne döndü ve Pecker’ın gözlerinin içine huzurlu bir şekilde baktı. Elneiros, Pecker’ın tam tersiydi. Fakat onları dost yapan beraber geçirdikleri uzun zamanlardı. ‘‘Bunun artık bir önemi yok eski dostum. Benim bedenimin görevi son buldu. Hepsi bu kadar.’’ Yüzünde gül bahçesinde dolaşmakta olan bir leydinin mutluluğu vardı. ‘‘Zamanımız kısıtlı. Bunu konuşacak vaktimiz yok.’’ Dedi Elneiros, Pecker’ın cevap vermesini bekleyerek.

‘‘Loncanın liderliğini üstlenmemi istediğine emin misin? Bunu beceremeyeceğimi biliyorsun. Kimse benim sözümü dinlemez ve bana saygı duymaz. Onlara göre kaya gibi sertim.’’ Dedi kısa süreli sessizliği bir ok gibi delerek. Pecker kendinden hiç olmadığı kadar emindi.

Elneiros sakince güldü. ‘‘Tabii. Bunu biliyorum eski dostum. Sana loncayı yönetmekten daha zorlu bir görev vereceğim. Bu, sana vereceğim vasiyettir. Genç yaşlarda edindiğim manevi bir kızım olduğunu biliyorsun. İsmi Haper’di. Merablro’daki loncamız yıkılmadan önce sürekli gelip giderdi ve sekizli yaşlarından itibaren onunla ben ilgilenmeye başlamıştım. Loncada büyüdü. Büyü derslerine girdi. Büyülere çok merakı vardı. Fakat Oradaki loncamız çöktüğü günden beri bir daha ona ulaşamadım. Bir ara bana ailesinin Abarron’un güney taraflarındaki gizli bir cadı kabilesinden olduğunu söylemişti. Orayı gitmiş olabilir. Oralarda ismine sanırım Allanol deniliyor. Onu bulman lazım. Haper’e çok uzun süren araştırmalar sonucu bir kez de olsa bilgi aktarımı yapabilmiştim. Bilgi aktarımını ondan başka kimseye yapamadım. Onu küçüklüğünden beri benden sonra olabilecek bir lider gibi yetiştirmiştim. Yine de Kadim Büyücü olması için öğrenecek çok şeyi var. Onun gerçek bir lider ve Kadim Büyücü olması için kalan eğitimini sen vereceksin. Haper çok büyük bir potansiyel. Medringia’nın kaderi sana ve o kıza bağlı. Git ve onu bul. Bulutların arasından benim ölümümle girmeye çalışmakta olan karanlığı def et.’’

Pecker şaşırmıştı fakat gücünün saniyeler geçtikçe daha da azaldığını fark etti ve acelece etmeye başladı. “Abbaron’un Güney kesimleri çok tehlikeli. Oraya yalnız gidersem ben de ölürüm!” Dedi Kadim Büyücü elinden geldiğince hızlı söyleyerek.

“Merak etme benim endişeli dostum!” Dedi Elneiros, Pecker’ın aksine sakin ve sevgi dolu bir şekilde. “Firnanyo, maceranda sana yardım edecek. Elveda…” Diye sözlerini bitirdi ve gözden yavaşça kayboldu. Pecker, çabalayıp bir kaç kelime etmek istese de bunu başaramayarak bir kaç dakika önce bulunduğu beyaz salona geri döndü.

‘‘Demek bilgi aktarımı yapmayı başarmıştın ve bana söylemedin. Kim bilir seninle birlikte ölen kaç tane sırrın var.’’ Diye mırıldandı kafasındaki, gözlerindeki ve cübbesindeki rünlerin ışığı kaybolurken.

‘‘Dante! Buraya gelin.’’ Diye seslendi kapının arkasında bekleyen kişilere. Kapı açıldı ve içeriye üç Kadim Büyücü girdi. Herkes Yaşlı Kara Elf’in önüne geldi.

Dante bir adım öne çıktı. “Ne çabuk çağırdınız? Yoksa başaramadınız mı?” Dedi merakla. Dante, Pecker’a saygı duyan loncadaki tek kişi olabilirdi belki de. Onun bu lonca için ne fedakarlıklar yaptığını biliyordu ve farkındaydı. Sivri Elf kulaklarında değerli birtakım taşlar takılıydı.

“Öteki alemde zaman daha yavaş ilerler. Bunu önceki yaptıklarımda fark ettiğini sanıyordum.” Dedi Pecker terlemiş ellerini dikkat çekmeden ovuştururken. “Medringia şuan ne taraflarda?” Diye sordu Pecker karşısındaki bir avuç Kadim Büyücü’ye.

"Galika."Dedi birisi soğuk bir tonla. ‘Uzak fakat kaybecek vaktim yok.’ Diye içinden geçirdi Pecker.

''Ben uzun bir yolculuğa çıkacağım. Kaybedecek vakit yok. Ben gelene kadar her şeyin sorumlusu Dante. Geldikten sonra her şeyi anlatacağım." Dedi Pecker biraz çekinerek. Önündeki Dante hariç iki kişi birbirlerinin kulaklarına fısıldadılar. Bunlardan rahatsız olan Pecker:“Geri döneceğim. Söz veriyorum. Ve döndükten sonra her şey açıklayacağım. Anlıyorum, beni sevmiyorsunuz fakat benim bu lonca için yaşadığımı biliyorsunuz. Ben gelene kadar sakın bulutların ardındaki saf kötülüğe burayı vermeyin. Kanınızın son damlasına kadar savaşın.”

Dedikten sonra Pecker, ışınlanmak için yoğunlaştı. Bu sefer sadece cübbesindeki rünler aktifleşti. Bir kaç parmak hareketi ile Galika’nın kıyısındaki limana ışınlandı. Normal bir büyücünün bunu yapması için çok şey feda etmesi lazım fakat Pecker normal bir büyücü değildi. Pecker, büyünün ta kendisi bile olabilirdi.Onun gücünün temeli, soyundan geliyordu. Ataları, her zaman Büyücü Loncası için çalıştı.

2 Beğeni

Güzel bir kaç yazım hatası ve düzeltilmesi gereken yer hariç oldukça güzel bir kurgusu var.

1 Beğeni