Mutfak kömürü bir gün elmasa, “Neden bu kadar sertsin?” diye sordu. “Ne de olsa akraba değil miyiz biz?”
“Neden bu kadar yumuşaksınız? Ey kardeşlerim soruyorum size, yani siz benim kardeşlerim değil misiniz? Neden bu kadar yumuşak, bu kadar esneksiniz ve baş eğiyorsunuz? Neden kalplerinizde bu kadar inkar, kendini reddetme var?”
Rand gitmek için arkasını döndü ve Egwene bir haykırışla kendisini ona doğru atarak kollarını Rand’ın bacaklarına doladı. İkiside yere kapaklanırken eyer torbaları ve çıkınlar dört bir yana dağıldı. Rand yere çarpıp kılıcının kabzası yan tarafına saplanınca ve kız tırmanarak sırtına oturunca iki kez inledi. " Annem," dedi Egwene kararlı bir sesle, " her zaman bana bir erkeği idare etmenin en iyi yolu katıra binmeyi öğrenmek olduğunu söylerdi. Çoğu zaman ikisinin aklı da aynıdır, derdi. Zaman zaman katır daha akıllıymış," dedi.
“Gözlerimi yakıyor ve vücudumun her bölgesine acı veriyordu. Piwafwimi ve çizmelerimi parçalamış, zırhımdaki büyüyü yok etmiş; ve de güvendiğim palalarımı zayıflatmıştı. Gene de her gün, hiç şaşmaksızın gün doğumunu beklemek için, aynı yükseltiye, benim yargılanma yerime oturuyordum.
(…)
Şimdi biliyorum ki, gün ışığında geçirdiğim kefaret saatlerim aslında yeryüzüne uyum sağlama çabamdan çok öteydi. Güneş, Karanlıkaltı’yla, yeni evim arasındaki farklılığı sembolize ediyordu. Geride bıraktığım, gizli işler ve entrikalar çeviren topluluk, gün ışığında varolamazdı.”
Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken ve garip bir sorumluluk.Kolay değildir.Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir;bu seçim de zor bir seçim olabilir.Yol, yukarıya, ışığa, doğru çıkar; ama yüklü yolcu oraya hiçbir zaman varamayabilir.
Atuan Mezarları/Ursula K.Le Guın
“… insanın yaptığı her iş, her eylem, kendisine ve sonuçlarına bağlıyor insanı, tekrar tekrar harekete geçmesine neden oluyor.Sonra, iki eylem arasında durup da yalnızca var olabileceği bir boşluğa, şimdiki gibi bir ana çok nadiren rastlayabiliyor insan.Ya da herşey bir yana, kim olduğunu düşünebileceği bir ana…”
Bir zevk yalnızca hatırlandığı zaman tam anlamıyla gelişir. Hinsan, sen şimdi zevk ve bellek birbirlerinden farklı şeylermiş gibi konuşuyorsun, oysa onlar tamamen aynı şeydir. ( Sayfa 100)
…en görkemli dize, yalnızca kendinden sonra gelen dizeler sayesinde tamamen görkemli bir hal alacaktır. Eğer o dizeye geri dönersen düşündüğün kadar da görkemli olmadığını görebilirsin. ( Sayfa 101)
Sessiz Gezegenin Dışında ( Kozmik Üçleme 1) C.S Lewis
Deliliğe Övgü’yü okumaya başladım. Beş on sayfa okuduktan sonra tam da kitabı "sonra okurum"larım arasına koyacaktım ki, (bazen klasikleri okumaya çalıştığımda bunu yaşarım) şu pasajla karşılaştım. Günümüze uyan, bu kadar okkalı bir şeyi uzun zamandır okumamıştım. Enfes;
Şimdi bir anlamda ben de günümüz hatipleri gibi davrandım aslında. Hani şu üslup ustaları var ya, sözüm ona eserlerini ortaya koyacakları vakit her fırsatta sülüklere özgü çift dil kullanarak yabancı sözcük dağarcıklarını göz önüne sergilemek için Latince metne hiç yeri değilken Yunanca hercai sözcükler serpiştirmek suretiyle ne kadar bilge olduklarının altını çizmek isterler. Diyelim ki sözcük dağarcıkları bir yerde yetersiz kaldı, o vakit daha önce hiç açmadıkları küflü kitaplarından modası geçmiş birkaç terim bulup okura bunu yutturabilecekleri zannıyla ne yapar eder eklerler yapıtlarına: Onları anladığını zanneden aslında kendince bir şeyler kurgulamış, onları anlamamış olan da yazarın ne kadar müthiş bir deha olduğunun farkına varmış olur. Değil mi ki benim tayfamın en sevdiği şey, kendilerine en yabancı olanın önünde yerlere kadar eğilmektir. Kim bilgeliğiyle öne çıkmak kaygısındaysa işte en çok o anlayışla kafa sallar ve her fırsatta alkışlamaktan geri durmaz, tıpkı keyfinin yerinde olduğunu belli etmek isteyen eşeğin kulaklarını sallaması gibi.
Erasmus mu çok ince görüşlüymüş, yoksa genel anlamda insan evladının fıtratında var olan bir özellik mi bu. Hayret ederek okuyorum şu anda kitabı. Enfes yerlere değinmiş yazar. Gerçi kimi eleştirdiğim fikirleri de yok değil ^^ Okumanızı tavsiye ederim.
“Genç ve ateşli bir rahip, giderek soğuk ve kuşkucu bir akıl kumkumasına ne şekilde ve ne zaman dönüştüğünü kendi de fark etmez.“
“Bence. Mişika, krallar, imparatorlar kendilerine arma seçerlerken bunların güzelliğine değil, içlerinde yansıttıkları erdemlere bakıyorlar. Örneğin kartal, kuşların kralı sayılır, aslan da ormanların… Fil, bilgelik ve güç simgesidir. Güneş yeryüzünü aydınlatıyor ve bereket dağıtıyor. Leylak, saflığın, temizliğin sembolü -kralın yüreği gibi. Horoz her zaman neşeli, her zaman aşk dolu, her zaman savaşmaya hazırdır ve doğayla ilgili sezgileri güçlüdür. Oysa tavus kuşunun, büyüleyici güzelliğinden başka hiçbir şeyi yok. Mağrur, evhamlı aptal, gösteriş düşkünü, ödlek ve güvenilmez bir yaratık! Üstelik sesi de çok tiz ve rahatsız edici!”
Zamanın Tekerleği - Aleksandr Ivanoviç Puşkin
“Yine de, Amerikan yerlilerinden kurtulmak iki yüz sene sürmüştü ve Almanya Afrika’da aynı işi on beş senede başarmıştı. Bu yüzden tüm eleştiriler yersizdi. Aslında bunu geçenlerde, o diğer dükkan sahipleriyle yemek yerken tartışmıştı. Onlar açıkça mucize bekliyorlardı, sanki Naziler dünyayı büyü yoluyla yeniden biçimlendirebilirlermiş gibi. Hayır, sonuç alınmasını sağlayan şey bilim, teknoloji ve o meşhur sıkı çalışma yeteneğiydi; Almanlar kendilerini yaptıkları işe adamaktan asla vazgeçmiyorlardı. Ve bir işi yaptıklarında, onu adam gibi yapıyorlardı.”
“Babam hep ateşlerin ancak canları sıkıldığında tehlikeli olduklarını söylerlerdi” diye devam etti Raithe. “Yalnız bırakıldıklarında sinirlenirler ve kötülüğe başvururlar. Bir ateşi mutlu etmenin en iyi yolu yiyecekleri yalamasına ve öyküler dinlemesine izin vermektir.”
Normalde bu kadar uzun alıntıları yazmayı ve okumayı sevmem ama bunu yazmazsam içimde kalır, belki size bir şeyleri de anımsatır:
“Sen! Sen bir buğday çiftçisisin - iflas etmek üzeresin. Hintli bir ev kadınının senin buğdayından yapılan unun kilosuna ne kadar para ödediğinden haberin var mı? Bir ton buğdayın Bombay’de kaça patladığından? Otorite’nin bunu mancınık başından Hint Okyanusu’na ne kadar az paraya gönderdiğinden? Dümdüz aşağı! Sadece frenlemek için katı yakıt retrosu gerekiyor - peki onlar nereden geliyor? Buradan! Karşılığında siz ne alıyorsunuz? Birkaç kargo dolusu süslü mal, hepsi de Otorite’ye ait ve ithal olduğu için fahiş fiyatta. İthal, ithal! - ben ithale asla dokunmam! Eğer bir şeyi Hong Kong’da imal etmiyorsak, ben onu kullanmam. Buğday karşılığında başka ne alıyorsunuz? Luna buzunu Luna Otoritesi’ne satma ayrıcalığı, sonra onu yıkama suyu olarak geri alıyor, sonra Otorite’ye veriyorsunuz - sonra ikinci defa sifon suyu olarak alıyorsunuz - sonra değerli katılar ekleyip Otorite’ye yine veriyorsunuz - sonra tarım için daha da yüksek bir fiyata üçüncü defa alıyorsunuz - sonra o buğdayı Otorite’ye onların fiyatından satıyorsunuz - ve Otorite’den onu yetiştirmek için elektrik alıyorsunuz, yine onların fiyatından! Luna elektriği - Terra’dan bir kilovat bile fazla değil. Luna buzu ve Luna çeliğinden, ya da Luna toprağına dökülmüş güneş ışığından geliyor - hepsini de Aykırılar toplar! Ah kaya kafalılar, siz açlıktan ölmeyi hakediyorsunuz!”
“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”
“Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.”
“Öyle olsun,” dedi Vahşi meydan okurcasına, “mutsuz olma hakkını istiyorum.”
“Eklemek gerekirse, ihtiyarlaşma, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu içinde yaşama hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz.”
Uzun bir sessizlik oldu.
Sonunda Vahşi, “Hepsini istiyorum,” dedi.
Mustafa Mond omuzlarını silkti. “Hepsi sizin olsun,” dedi.
İşlerin ters gitme ihtimali varsa, mutlaka ters gider. Kaan buna “Murphy Kanunları” diyor. Annemse “Besmelesiz çıkıyon evden ondan oluyo, sağ ayağınla çık şu evden” diyor. Babam da “Genze kadar çekçeğin suyu, geniz önemli” şeklinde yaklaşıyor meseleye. Erdal Abi "İşlerin ters gitme ihtimali mi varmış? Olmaz! Gidemez! İşler ters giderse n’aparırn ben? Batarım yauğ. Kimden duydun? İşimi baltalayacak adamın ben ta . . . " şeklinde uzatıyor. Yavuz Abi “İşler ters giderse yapacağın tek şey var: Topuk topuk topuk” diye akıl veriyor. İsmail Abi de “İş mi? Ne İşi? Yol-yemek-sigorta varsa çalışırım hacı” diye baştan aşağı yanlış anlıyor meseleyi. Bense kısaca “İşte hayatım” diyorum. Leyla ile Mecnun - Burak Aksak
Dizinin hayranı birisi olarak kitabı bende çok sevmiştim ama keşke " ben ta…" yerine dizide olduğu "tuvalet terliği, duş perdesi, " gibi küfürler olsaydı.