Bilmiyor musun Tatlım? Sen Öldün!

İlk kez bir hikayemi paylaşıyorum. Çok eskiden yazmıştım ama olsun. Eleştirirseniz sevinirim. İyi okumalar.

——

Gözlerimi kırptım. Bir saniye önce, ayaklarımın altında gıcırdayan çürümüş tahtaların üzerinde durmadığıma emindim. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. Etrafım karanlıkken beyaz bir ışık huzmesi beni aydınlatıyordu. Işığın kaynağını bulmak için başımı kaldırdım. Bir tavan bekliyordum ama yıldızlarla karşılaştım. Nefesimi kesecek kadar fazla, dokunabileceğim kadar yakınlardı.

Dokunabilirim, diye düşündüm. Yukarı uzattığım kollarım da en az zihnim kadar dengesizdi. Titreyen ellerim nazikçe yıldızın üzerine kapandı. Tuttuğum anda hissettiğim şeyse bir yıldız değildi. Ellerimi açtım ve parmaklarımın arasından dökülen küllere bakakaldım.

“Muhteşem bir şovdu, muhteşem!” Alkışların ve çığlıkların arasında kaldım. Etrafım sonunda aydınlandığında korkudan yere yığılacağımı hissetmiştim. Harabeye dönmüş bir tiyatro sahnesindeydim. Yıpranmış seyirci koltuklarında oturan kimse yoktu ama muazzam bir kalabalıktan çıkan gürültüyle kuşatılmışlardı.

Dehşetle kocaman olan gözlerimi kırmızı perdelerin arasındaki kıpırtıya çevirdim. Açık mavi takım elbiseli bir adam ortaya çıktığında gürültü katlanarak arttı. Daha fazla dayanamayarak ellerimi kulaklarıma bastırıp dizlerimin üstüne çöktüm. Adam çürük tahtaların üzerinde kusursuz bir rahatlıkla yürüdü ve önümde durdu. Geniş omuzları görüşümü tamamen kapatmıştı. Bir kurdeleyle bağlanmış, beline kadar gelen mavi saçları takımından bile daha parlaktı.

“Bayanlar ve baylar, hoşgeldiniz!” dedi ellerini iki yana açarak. “Bugünkü konuğumuzu çok iyi tanıyorsunuz.”

Önümden çekildi ve abartılı bir hareketle beni görünmez kalabalığa takdim etti.

“Bu ilk seferinmiş gibi davranma sevgilim.” Tutup kalkmam için kibarca elini uzattı. “Hadi, utanma.”

Bedenim aklımdan önce harekete geçti. Ne yaptığımı bilmeden uzattığı elini tuttum. Beni, daha az önce orada olmayan, konuk masasına yönlendirdi. Soğuk, iri ellerinin arasında bir kuklaya dönüşmüştüm. Önce beni koltuğa oturtup kendisi masanın arkasına geçmişti. Sandalyesine kurulurken yüzünde asla silinmeyen bir sırıtış vardı.

Zihnim, zemine saçılmış binlerce cam kırığı gibiydi. İstesemde toparlayamıyordum. Pelteleşmiş dilim boşlukta süzülen kelimeleri yakalayamıyordu. Yumruklarımı sıkıp konuşabilmek için kendimi zorladım.

“Ben,” boğazımdan yükselen ses bir yabancıya ait gibiydi. “Ben neredeyim?”

Boş koltuklar yırtıcı kahkahalarla inlerken gözlerim gözyaşlarıyla sızlamaya başladı. Mavi saçlı adam müşfik bir ifadeyle kalabalığı susturdu.

“Konuğumuzun üstüne gitmeyelim, kafası hala karışık.” Bana bakarken sırıtışı daha da genişledi. “Geceyarısı Şovu’ndasın tatlım. Şimdi ağlamayı kes, o güzelim bal rengi gözlerinin kızarmasını hiç istemeyiz.” diyerek üzülürcesine dudaklarını büktü.

Elimin tersiyle ıslanan yanaklarımı sildim. “Neden buradayım? Anlayamıyorum.” Konuşmaya devam ettikçe düşüncelerimdeki bulutlar dağılıyordu.

“Özel bir ricayla buradasın benim küçük böceğim. Seninle konuşmak isteyen birisi var.” Mavi saçlarını savurarak ayağa kalktı ve geldiği yeri, kırmızı perdeleri gösterdi. Aceleyle gösterdiği yere döndüm. Görünmez izleyicilerin çığlıkları sahneyi titretiyordu, çürümüş tahtaların parçalanacağından korktum.

Alkışlar ve feryatlar arasında genç bir adam perdeleri yırtarak ortaya çıktı. Üstündeki eski, koyu yeşil asker üniforması kanla sırılsıklam olmuştu. Siyah saçları kan ve toprakla dağılmış, yüzüne yapışmıştı. Beyaz teninde hastalıklı bir ışıltı, ela renkli iri gözlerinde delirmiş bir hayvanın keskin bakışları vardı.

Dehşet içinde arkamdaki masaya tutundum. Tırnaklarım delmek istercesine ahşap masaya gömülüp kırılmıştı. Genç adam bana doğru bir adım atmaya çalışsada güçsüzce yere düştü. Dizlerinin üstünde doğrulup kızarmış gözlerini gözlerime kilitledi.

“Sen, sen öldün!” dedi ağlayarak. “Kollarımın arasındayken son nefesini duydum. Başın göğsümde, çenem saçlarındaydı. Ve seni kurtaramadım. Özür dilerim! Yapamadım!” çatlayan sesi hıçkırıklarının arasında kayboldu.

Kulaklarımdaki uğultu gittikçe artıyordu. Uyuşmuş bedenimin içinde korkuyu hissetsemde harekete geçebilmem için yeterli değildi.

“B-ben ölmedim. Ha-hayır.” dedim kekeleyerek. “Hayır, hayır, hayır! Ben ölü değilim! Yalan söylüyorsun!”

Siyah saçlı genç beni duymuşa benzemiyordu.

“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, yapamadım!”

Panik boğazımdan kaynar su gibi yükseldi ve sonunda kendimi kaybettim. Göz açıp kapayıncaya kadar kendimi genç adamın önünde diz çökmüş, başını ellerimin arasına alırken buldum. Şiddetle vücudunu sarsarken haykırıyordum.

“Seni tanımıyorum, seni anlamıyorum! Ben ölmedim tamam mı? Ölmedim!”

Çığlıklarım onun gözyaşlarına karışmıştı. Sonunda kuş tüyü kadar hafif bir dokunuşla başımı ellerinin arasına aldı.

“Ama tekrar deneyeceğim, tamam mı? Tekrar, tekrar ve tekrar! Ta ki seni kurtarana kadar. Altın Bahçe’ye gitme, beni anlıyor musun? Altın Bahçe’ye gi-”

Genç adam görünmez eller tarafından benden koparıldı. Gitmemek için uğraşsa da sürüklenerek perdenin arkasında kayboldu. Boş koltuklardaki izleyiciler gösteriden memnun kalmışçasına gülüyorlardı. Ben şok içinde yerde otururken mavi saçlı adam yerinden fırlayıp heyecanla seyircilerini sakinleştirdi.

“Bu kadarı yeterli. İhtiyacın olandan bile fazla bilgi aldın canım.”

“Hayır. Onu nereye götürdünüz? Neyden bahsediyordu? Altın Bahçe neresi? Ben ölü değilim!”

“Ölü değil misin?” dedi sinsice. “Öyleyse neden o küçük, soğuk kalbin atmıyor?”

Gözlerim büyüdü. Çaresiz bir korkuyla elimi göğsüme götürdüm. Hareket yoktu. Sadece sessizlik.

“Bu mümkün değil.” dedim titreyen sesimle.

“Bilmiyor musun tatlım? Sen öldün!” dedi müthiş bir neşeyle. “Üstelik hiç kimse arkandan ağlamadı.”

“Kimse mi?” diye fısıldadım. Perdeler, çürük tahtalar, boş koltuklardaki çirkin kahkahalar, mavi saçlar, hepsi üstüme geliyordu. Evrendeki yerimi kaybedene kadar sıkıştıracaklardı. Ellerim hala göğsümdeydi. Parmaklarımın arasında hissettiğim sıcak ıslaklıkla irkildim. Kalbimin olması gereken yerden oluk oluk akan kan nehre dönüşmüştü. Sahneyi gerisinde bırakmış, koltukların arasında yükseliyordu. Siyah saçlarım boğazıma dolandı. Yıldızlar, onları ellerimin arasında ufalamışım gibi küllere dönüşürken saçlarımdaki toprak nefesimi kesiyordu. Daha fazla dayanamayıp yere çöktüm. Mavi saçlı adam, eliyle çenemi kaldırıp ona bakmamı sağladı.

“Bu bir uyarıydı.” dedi ciddiyetle. Parmaklarını şıklattı. Gözlerimi kırptım.

**

“Hey, hey! Geri dön.” Aniden arkadaşımın endişeli bakışlarıyla karşılaştım.

“İyi misin? Dalıp gittin birden. Kahven de eteğine döküldü.”

Uyuşukça kafamı salladım. Peçeteyle eteğimi silerken arkadaşıma döndüm.

“İyiyim bir an görüşüm karardı. Başım döndü herhalde.”

“Kireç gibi bembeyaz olmuştun korktum.” dedi kahvesini yudumlarken. Onu dinlemiyordum. Dikkatim kafenin kapısından giren gence kaymıştı. Arkadaşım neye baktığımı merak ederek döndü.

“Yakışıklıymış. Tanıyor musun?” dedi sessizce. Kafamı hayır anlamında salladım. Yine de bakışlarımı siyah saçlı gençten alamıyordum. Ela renkli iri gözleri uykuluydu ve kesimi bozulmuş saçlarını dağınıkça arkasında toplamıştı.

Aniden bana döndü ve bakışlarımız birbirini buldu. İkimizde göz temasını kesmedik ve bir an için, ortak bir anlayışta buluştuğumuzu hissettim.

Genç, kahvesini alıp çıkarken arkasından bakakaldım. Kafenin kapısı her açılıp kapandığında yüzüme bir sıcaklık dalgası çarpıyordu.

Gözlerimi kırptım.

3 Beğeni

Hani bazı filmler olur ya son sahneyi en başta gösterir, filmin en başından tüm seçimlerin hangi sonuçlara sebep olduğunu tahmin etmeye çalışırız biz de ama film hep şaşırtır bizi. Bu kısa öyküden o tadı aldım. Sonunu bilsem de kızın başına gelecekleri merak ettim. Ayrıca tiyatro sahnesindeki hakim olan o karanlık ve boğucu havayı da sevdim. Kalemine sağlık.

1 Beğeni

Gerçekten istediğim gibi boğucu bir hava verebildiğimden emin değildim, beğenmenize sevindim. Yorumunuz için çok teşekkürler.

1 Beğeni