Bunak

Bir sabah yetmiş yaşında uyanacağım aklıma gelmezdi. Asla kendimi o kadar yaşayacak sanmazdım. Gözlerimi açarken yılların yükü göz kapaklarımı zorlayacağını… Haykırmak istemiştim bozuk çıkan sesimle. Bir kabus olmasını dilerdim. Hayatım olduğunun ancak geceye doğru farkına varabilmiştim.

Her şey o yeni mahalleye taşınmamla başlamıştı.Şehrin kalabalığından biraz uzakta, rengarenk doğanın ve gökyüzü denizinin ortasında bulduğum bu pek az insana sahip yer büyülemişti beni. Emlakçıya özellikle mahalle sakinlerini sormuştum.“Hepsi nezih insanlardır.” demişti. “Kendi hallerinde çoğu emekli, çocuk seslerini duyarsanız bayram geldiğini anlarsınız.” Öyle sakin bir yer. Beni biraz sıkıyor açıkçası diye eklemişti son sözünün bir emlakçıya uymadığını düşünerek. Sesinin değişmesinden anlamıştım. İnsan kendisine ait olmayan bir duruma geçince hep olurdu. Hareketlerinde bir farklılaşma sezerdim. Gözlerini kaçırırdı, ellerini huzursuzca koyacak yer arardı.

Emlakçının bahsettiği gibi oldukça sessizdi. Apartmanların yer yer yükseldiği ancak tek katlı müstakil evlerin henüz çoğunlukta olduğu, şehrin dışında bir yerleşimdi. Günlük işime gidip geliyordum. Kimseyle tanışmak ya da sohbet etmek gibi bir amacım da yoktu. Kendi halimde yaşayıp şehri özleyene kadar kalırım diyordum. Konuşmaktan yorulmuştum. Şehrin susmayan anlatımlarından boğulmuştum. Kendime gelmem için harika bir tercihti. Akşama doğru yürüyüşe çıkıyordum. Yer yer ışıyan sarı ile turuncu arası çirkin renklere sahip boğucu sokak lambalarının arasında dolaşıyordum. Zamanla köşeden beni görünce tedirgin bakan köpeklere de dost olduğumu belli edince güvenle yürür oldum karanlığın bastırdığı, henüz üşütmeyen sonbahar akşamlarında. Çöp kutularından fırlayan kedileri de biliyordum üstelik. Ancak benden sakınmalarını bir türlü engelleyememiştim. Yanımda getirdiğim yemek artıklarını vermek için çağırdığımda gizlice beni gözlüyorlardı. Ben ayrılmadan çıkmazlardı köşelerinden. Onları da öyle kabul etmiştim. Çöp kenarlarına bıraktığım hediyelerimi yerlerken uzaklaşıyordum yanlarından. Yine de biraz geç kalınca beni arıyor olmaları aramızda bir samimiyetin oluştuğunu gösteriyordu.

Sokakta gördüğüm insanların kuşkulu bakışları da zamanla düzelmişti. Kim olduğumu, nereden geldiğimi merak ediyor olmalıydılar. Yaşlı kadınların ben adımlarımı onlardan kaçırırken fısıltıyla beni konuştuklarını biliyordum. Yaşlı adamların benim ardımdan bakıp birbirlerine sorduklarını işitiyordum. Kimseye söylemiyordum hakkımda olan biteni. Ne iş yaparım, ne yer ne içerim, nasıl yaşarım ben bile tam anlamıyla bilmezken bu insanlara verecek yanıtlarım yalan olurdu. Ardı gelecek soruları cesaretlendirmemek için selam bile vermiyordum yakınlarından geçerken. Yalnız kalmak istiyordum. Genci, yaşlısı, şehirdeki ya da bu köşedeki kimsenin bilmediği bir insan olmak istiyordum. Köpekler, kuşlar bilsin yeterdi. Başka kimseye ihtiyaç duymazdım böylece. Kendimle konuşmaya zaten alışmıştım. Kendi kendime güldüğüm, hüzünlendiğim oluyordu. Kendimle kadeh tokuşturup beni yüz üstü bırakan kendim için içiyordum. Sarhoş olunca kendime küfür ederdim. Bilmediğim insanlarla aldatırdım kendimi. Hak ediyordum aldatılmayı. Kendime yetemezdim yoksa. Acım olmadan neşemi anlayamazdım. Bu kendime düşmanlığım ve dostluğum başkalarını çok gördü ve tek başınalığın değerini anladım. Kendiyle başlayan ve biten herkes gibi asla anlaşılmak istemedim. Anlaşılırsam gardını indirmiş ve teslim olmak için şart aramayan bir komutan olacaktım. Yine de kolayca avlandım. Atılan okların incecik zırhımı delip geçtiği çok olmuştu. Savaş meydanlarına çıkmaktan uzak durdum. En hafif zıtlaşmada boş vermeyi öğrendim. Kendime bulaşmamam gerektiğini biliyordum ve bunu sağlamak için insanlardan kaçmak gerekirdi.

Bir akşamüzeri yine sokakları adımlıyordum. Kedilerim, köpeklerim, ölü sokak lambalarım, hafiften titreten ve montuma biraz daha güvenmemi emreden rüzgarın eşliğinde bir yürüyüştü. Adımladığım sokakların taşlarını, çukurlarını, tümseklerini biliyordum. Gözlerimi kapalı yürümeye karar verdim. Başta güvensiz adımlarla ilerlerken neyin nerede olduğunu bilmenin rahatlığına bıraktım kendimi bir süre sonra. Biraz sağa geçtim. Bir tümseğin tam üzerine gelince ayağımı biraz fazla kaldırdım. Çöp kutusuna yaklaşırken elimdeki poşetin ağzını açtım. Durmadan yavaşça attım kutunun yanına. Rahatsız olan demir soğuk bir ses çıkardı. Kedilerimin altına gizlendikleri arabalardan, kuytulardan yavaşça çıkışını hissettim. Beni gören köpeğin heyecanla yanıma yaklaşmasını hissettim. Yanıma sokulunca başını okşadım biraz. Dilini çıkarıp derin derin nefes aldı. Başını okşadım. Ellerimi yaladı. Pis kokuyordu ancak umurumda değildi. Cebimden ıslak mendil çıkarıp güzelce temizledim. Mendili tekrar cebime attım. Alkollü mendil nedeniyle elim biraz daha fazla üşüdü. Montumun ceplerinde iyice derine soktum ellerimi. Yanımda adımlayan köpeğin ayak seslerini dinledim. Yaklaşan ayak seslerini duydum. Karanlıkta gözlerimin kapalı mı yoksa açık mı olduğunu bilmeyeceklerini düşündüm. Aldırmadım ne diyeceklerine. İyice yaklaşınca sustular her zaman yaptıkları gibi. Biraz uzaklaşınca tekrar konuşmaya devam ettiler ancak bu sefer fısıltılar çıkıyordu ağızlarından. Hafif gülümsedim. Gözlerim kapalı ne yaptığımı birbirlerine sorduklarını düşündüm. Havaların iyice soğuduğundan bahsetseler bile umurumda değildi. Gözlerim kapalıyken tüm dünya bana ait oluyordu. O dünyada bu ikisinin gay olduğunu hayal ettim ve buna kimse tek bir kelime söyleyemezdi. Aklımda geçenleri duymuş gibi bir an durdular yine de. Hafif ürperdim. Aldırmadığımı zannetmeleri için yürüyüşümü aksatmadım. Onlar da kısa bir sessizlikten sonra yürümeye devam ettiler. Uzaklaşan ayak seslerinde dinledim onları. Gözlerimin önünde benim dünyam ve gerçek dünyanın kulaklarımdan, tenimden ve burnumdan içeri girdiği karanlıkta yürüyordum.

Epey yürüdükten sonra sert bir sesin emir veriyor gibi yükselmesini duydum. “Hey sen!” diye bağırdı çatlak bir ses. Uzun zamandır konuşmamış olduğundan sesin kendine yabancı olduğunu anladım. Boğazını temizlerken tepkimi ölçmek için bekliyordu. Öylece yürüyüp gidecektim bir kez daha gür ve tehditkar bağırdığında. “Hey sen. Kime diyorum?” Yerimde durdum. Sesin üçüncü kez çıktığında ne kadar rahatsız edici olacağını düşündüm. Evlerinde huzurlu bir uykuya dalmış insanların küfürle açtıkları lambalarının pencerelerden yansımasını görmek istemiyordum. Bu adam karşılık verene kadar peşimi bırakmayacak gibiydi. Gözlerimi açtım. Daha önce girmediğim bir sokağın içindeydim. Her zaman yürüdüğüm sokağı biraz ilerde görüyordum. Yabancısı olduğum bu sokakta yanımdaki köpek de gergindi. Çevreme baktığımda yalnızca bana bağıran adamın evinin olduğunu gördüm. Kendine ayırmıştı burayı ya da ona bırakmışlardı bu küçük alanı.

Tek bir söz etmeden ne istediğini anlattım gözlerimle. Bakışlarımı korku, heyecan ya da sevinçle ortaya koymamak için ayrıca çaba gösteriyordum. Beklediğinin tersine geçip gitmeyince, ikinci seslenmesinde durunca o da şaşırmıştı. Belki üçüncü kez seslenmeyecekti. Artık çok geçti ikimiz için de. Bir şekilde bu konuşmayı tamamlamamız gerekiyordu. Çakmağım olup olmadığını sordu. İç cebimden dibinde çok az gazı kalmış saydam yeşil çakmağımı çıkardım. Titreyen ellerinin arasına bıraktım iyice yanına yaklaşıp. Üzerindeki boyası çoğunlukla dökülmüş, kalan yerleri ise ilk zamanlar kırmızıyken artık pembeye dönüşmüş evine baktım. Küçük bir bahçenin içinde yalnız başına, ufak bir evdi. Tek oda olmalıydı. İçeride yanan sarı lambanın rahatsız edici aydınlığında evin önünde oturuyordu. Sokak lambasının pek faydalı olmadığı kör bir noktadaydı ev. Pencereden içeri baktığımda kirli tabak, çatal, bardak ve tencerelerden bir yığın vardı. Tekrar ona döndüm. Titreyen ellerinin içinde çoğu zaman yanmamakta inat eden çakmağı alevlendirmeye çalışıyordu. Birkaç kez denedikten sonra bana uzattı tekrar. “Ateşle şunu.” dedi. Başını kaldırınca yüzü belirdi. Buruşmuş burnu, kulakları ve sarkmış derisiyle yer yer yaşamaya istekli beyaz ve kalın kılların kapladığı korkunç bir yüzdü. Mavi gözlerinde boğulacak gibi hissettim kendimi. Gençliğinde oldukça yakışıklı olduğunu düşündüm. Kadınlar için sevilen bir adam olmalıydı. Oysa tek başına yaşıyordu. Gençliğinde hızlı koşan erkeklerin kadınlardan tüm zevklerini aldıkları için ilerleyen yaşlarda kimseyi beğenmeyen insanlar haline dönüştüklerini duymuştum. Bu adamın da öyle olması muhtemeldi.

Çakmağı tek seferde yaktım ve sönmemesi için elimle siper ederek ona uzattım. Cebinden çıkardığı ucuz sigarayı ağzına götürdü. Titreyen elleri nedeniyle ağzını bulmakta güçlük çekmişti. Üç kez zorla içine çekip yakmayı başardı. Dumanı aldıktan sonra asla bırakmayacak gibi uzun süre tuttu ve boğulan vücudun kararıyla yoğun bir şekilde birden dışarı bıraktı. Ardından uzun ve derin öksürdü. Ciğerleri iflas etmiş haldeydi. Canının acıdığını ve buna alıştığını biliyordum. Ellerindeki yoğun titreme yalnızca yaşlılıktan değildi.Vücudu bitik bir haldeydi. Elini uzattığında kollarına dikkat etmiştim. Kemiklerinin üzerine özensizce serilmiş gibi duruyordu derisi.

Kendini toparlayıp tekrar konuşmaya hazır hale gelince sağ ol deyip kafasını diğer yana döndü. Daha fazla konuşmaya gerek yok demekti bu. Beni de memnun etmişti kararı. Omuz silkip oradan uzaklaştım. Tekrar bildiğim yola girip yürüyüşümü tamamladım.

Sonraki gün belli belirsiz şarkılar mırıldanarak yürüyordum. Bir içgüdü sokağı önüne gelince bedenimi sarmıştı. Zayıf sokak ışığının aydınlattığı ıssız yere tekrar girmek istediğimi fark ettim. Yabancı bir sokaktı henüz. Bilmiyordum nerelere bastığımı. Kendimi toparladığımda farkına varmadan ilerlemiştim tüm yolu. Sokağın başında girip girmemek arasında kaldığımı hatırlıyordum ancak ne zaman ilk adımı attığımdan habersizdim. Evin önünden geçerken oralı olmadım. Tekrar seslenmesini istiyordum yine de. O da benimle hemfikir olacak ki ateş istedi. Çakmağımı doldurmuştum. Uzattığımda “Sen yak.” dedi. Peki deyip ateşledim yeniden. Aynı buruşuk yüz ve sarkmış et parçaları aydınlandı evden yansıyan ışığın altında. Tekrar korktum ondan.

Rutin yürüyüşlerime benden habersiz girivermişti. Bilmeden ilerliyordum oraya. Kedileri, köpekleri unuttuğum oluyordu arada. Yanımda yemek artıkları olmadan çıkıyordum ya da köpeği sevip de temizlemek için elimi cebime atınca ıslak mendil bulamıyordum ancak ne olursa olsun onu unutmuyordum. Sürekli giriyordum o sokağa ve yanımda her zaman çakmağımı taşıyordum. Bir gün çakmağı uzatırken fazla sigarası olup olmadığını sordum. Kafasını daha da yukarı kaldırıp bir süre beni izledi. Sigarasından derin bir nefes çekip titreyen ellerini eskimiş pantolonun cebine sokmaya çalıştı. Sessizce ve sabırla bekledim. Bağırıp beni kovsaydı da değişmeyecekti. Bekleyecektim orada. Bir süre izleyecektim onu. Cebini bulmasını, paketi çıkarmasını izledim. Sallayıp içinden bir tane çıkarıverdi. Bana uzatırken sigara, paketin içinde sağa sola vuruyordu. Çekip aldım ve yaktım. Bir nefes çektikten sonra gökyüzüne üfledim. Konuşmuyorduk. Ben onu izliyordum. Rahatsız olmuyor ya da fark etmiyordu ona baktığımı. Her detayını, her hareketini zihnime kazıyordum. Konuşmak ya da dinlemek değildi içimdeki his. Onu bilmek istiyordum ondan öğrenmeden. Evini merak ettim. Karşı koyamadığım bir güç beni davet ediyordu. İçeride onu öğrenmem için bekleyen eşyaların, yazıların ritmiydi bu sessiz melodi. Sessizce yanından süzülüp içeri girdim. Biliyordu evine girdiğimi. Bağırmıyordu hırsız var diye. Kimseye duyuramazdı zaten sesini. Bir şey yapmaya kalkarsa onu öldüreceğimden ya da dövüşeceğimden korkuyordu belki de. Oysa bırakıp giderdim tek bir söz söylese.

Evin içi de dışının bir örneğiydi. Rutubetten sararmış, yeşile dönmüş tavan ve duvarlardan keskin ve ağır bir koku yükseliyordu. Yemek artıkları, bir demlik, çatlamış yerlerinde yılların bıraktığı kiri besleyen porselen bir bardak, bir yatak, sandalye olmadığı için yatağın yanında duran bir masa, üzerinde hafif sararmış kağıtlar ve kalem ile tamamlanıyordu ev. Görebildiğim tek gizli detaya, yatağa doğru ilerledim. Keskin kokuya aldırmıyordum. Yine de sararmış yastığın altına elimi sokarken midem bulandı. Elimi gezdirince soğuk bir cisim hissettim. Çıkarıp avucumun arasına aldım. Bir saatti. Durmuştu. Camına vurup çalıştırmayı denedim. Eski usul köstekli aletin tüm mekanizması paslanmış olmalıydı. Yaşlı gibi o da dışındaydı zamanın. Cebime atıp tekrar dışarı çıktım.

Ayak seslerimi duyunca başını kapı tarafına çevirmişti. Çıktığımı görünce zorlukla kafasını kaldırdı. Gözlerindeki derin maviliğe ilk karşılaştığımız zamanki gibi karşı koyamıyordum. Ayakkabılarım sıkıyor, elbiselerim hızla küçülüyordu sanki. Cebimdeki metal paraların derime bıraktığı soğukluğu hissediyordum. Çaldığım saatin detayları derime iz bırakıyordu. Sigarası bitmişti ancak elinde tutuyordu izmariti. Yere atıp titreyen kollarından güç alıp zorla ayağa kalktı. Bana aldırmadan yanımda geçip içeri girdi. Işığı kapattı. Yapacak işim kalmayınca yavaşça evden uzaklaştım. Montumun cebindeki saati kaçacakmış gibi sıkıyordum. Bir daha oraya uğramayacaktım.

Eve gidince aydınlıkta incelemek için saati çıkardım. Özensizce yapılmış basit bir saatti. Araştırdığımda doğru düzgün bilgi bulamamıştım. Arka kapağındaki yazılar kazınmıştı. Saati gösteren sayılar ıslandığı için kabarmış, mürekkep akınca her şey birbiri içine girmişti. Bir değeri yoktu. Elimin içinde evirip çevirirken ikiye ayrıldı. İçinden eski bir fotoğraf havada süzülüp ön yüzü yere gelerek düştü. Saatin haznesine sığması için özensizce köşelerinden kesilmişti. Eğilip yerden aldım. Arkasında da üzeri çizilmiş bir yazı vardı. Okumaya çalışsam da beceremedim. Çevirip fotoğrafa baktım. Fotoğraftaki kişi bendim.

-Sadece
23.01.2019

1 Beğeni