Büyük Savaş Bulutu

Güneşin ekinlerimiz üzerine yeni yeni vurmaya başladığı bir vakitte kulübeden çıkmış miskin tavırlarla göle balık tutmaya gidiyordum. Sabahın doğayı uyandırdığı bu hafif soğuk vakitte biraz balık tutup güneş tepeye varmadan halkımın arasına geri dönmem ve akşama doğru yapılacak büyük şölen için hazırlıklara yardım etmem gerekiyordu. Yoğun geçen günlerin tatlı yorgunluğu nedeniyle biraz zor uyanmış, soğuk havanın verdiği uyuşuklukla yerimden kalkmakta gecikmiştim. Çoktan gölde olmalıydım.

Gölün kıyısına vardığımda en güzel yerlerin çoktan kapılmış olduğunu gördüm. Kendime kızarak kalan yerlerden en uygun olanına geçip oltamı fırlattım. İlk başta hemen yanımda kim olduğuna dikkat etmemiştim. Çektiği irice bir balığı kıyıya çıkartmakta zorlandığını görünce dönüp baktım. Benden birkaç yaş küçük bir kızdı. Benim halkımdan değildi. Komşu halkın insanlarını da bilirdim aslında ama daha önce görmemiştim onu. Balıkla çetin bir mücadeleye girişmiş, ölümden kaçmak isteyen iri balığı kıyıya çıkarmayı bir türlü başaramamıştı. Gücünün giderek azaldığını ve balığı kaçıracak olmanın kötü hissini seziyordum. Diğer insanlar da balık avlamayı bırakmış bu mücadeleden kimin galip çıkacağını merakla izliyordu.

Balık onu sarsarak elinden kurtulup suya tekrar döndüğü esnada sert bir darbeyle tam kafasına vurdum. Az önce mücadelesinden galip çıktığını düşünen balık suyun içinde kendini durağanlığa bırakmıştı. Suya girip balığı kucağıma aldım ve kıyıya çıkarıp yanına bıraktım. Balığı yine zorlanarak heybesine attıktan sonra ifadesiz bir bakışla kısaca teşekkür edip oradan ayrıldı. Alabildiğim tek şey soğuk bir teşekkür olmuştu. Diğerlerinin kahkahaları arasında sinirlenip oltamı ve diğer malzemeleri topladım. Evdekiler o günlük balık yemeyecekti.

Halkımın arasına döndükten sonra eşyalarımı hızla kulübeye bırakıp şölen alanına indim. Kulübeden içeri bile girmemiştim. Kapıyı açıp eşyalarımı fırlatıp kaçmıştım. Aksi halde balıkların nerede olduğunu soracaklardı. Uzun uzun olanları anlatmam ailem tarafından dalga geçmek ile kızmak arası bir tepkiye neden olurdu. En iyisi şölen alanına gitmek ve hazırlıklara yardım etmekti.

Şölen alanına yaklaşırken büyük kalabalığın yoğun bir uğraş içinde olduğunu görüyordum. Kış boyunca kar altında kalmış şölen alanı ayrık otlardan temizleniyor, alanın sınırlarını belirleyen büyük bir çember çiziliyordu. Şölen çalgılarının ayarlanması ve ezgilerin belirlenmesiyle uğraşanlar, sözlerini ezberinde tutmak için kendine kendine tekrar yapanlar, seyirliklerin inşasıyla meşgul marangozlar, şölen halısının bitmesi için çalışan kadınlar ve çevrelerindeki çocuklarla tatlı bir kargaşa vardı. Tanrıbaşların dikilmesinde ise benim gibi gücü yerinde kişiler görevlendirilmişti. Aksakalların büyük bir titizlikle yönünü ve sıralamasını tayin ettiği Tanrıbaşları güneşin batış ve doğuş yönüne doğru yetkilerine göre hizalanıyor, en ufak bir sapmanın olmaması için oldukça dikkat ediliyordu. Tüm dikkatlere rağmen bazıları istenildiği gibi olmadığı için yerlerinden sökülüp tekrar konumlandırılıyordu. Aksakallar sıralamanın tartışmasına girişip önce hangisinin gelmesi gerektiğiyle ilgili ortak bir karara varamayınca bizler dinlenmek için fırsat buluyorduk.

Gelir gelmez bir aksakal kolumdan tutup yerleştirilmesi gereken büyükçe bir Tanrıbaşın yanına götürdü beni. Ağır yük nedeniyle yaşıtım diğer genç geldiğime sevinmişti. Aksi halde ne olursa olsun tek başına taşımak zorunda kalacaktı. Var gücümüzle Tanrıbaşı kaldırıp Aksakalların yönlendirmesiyle yerine oturttuk. Tek seferde istenilen şekilde durduğu için herkes memnun olmuştu. Ardından taşınması gereken başka yapılar için sağa sola koşuşturmaya devam ettik. Akşam güneş batana kadar bu durum böyle devam etmişti. Güneş batıp da kulübeye döndüğümde ise benim gibi gün boyunca şölen işleriyle meşgul olmuş olan ailem kendi köşelerine geçmiş, uykuya dalmıştı.

Uyanık kimsenin olmamasına sevinmiştim. Neden balık getirmediğime dair sorulardan bir süre daha kurtulmuş olduğumu gösteriyordu bu tatlı horultular. Ayrıca sonraki gün tutacağım bolca balık bu sorulardan tamamen kurtulmamı da sağlayabilirdi.

Sabah elimden geldiğince erken kalkıp göle gittim. Ortalıkta henüz kimse yokken en güzel yere yerleşip oltamı atmaya başladım. İlk atışlarda başarısız olsam da yılmadan devam ettim. Balıklar da yoğun çabama karşılık vermek ister gibi oltama takılmaya başlamıştı. Ardı ardına çektiğim balıklardan dolayı oldukça memnun olmuştum. O sırada diğer insanlar da gelmeye başlıyordu. Komşu halktan gelenlere özellikle dikkat ediyordum. Bir gün önceki sert tavrından sonra bilmezden gelmeye çalıştığım bir nedenle o kızı tekrar görmek istemiştim. Gelenlerin arasında yoktu. Yaklaşan her kişiye dikkat kesiliyor, o olmadığını anlayınca hafif bir burukluk seziyordum içimde. Bir gün önceki olayı görmüş diğerleri arasından birisi durumumu anlamış gibi o gün gelmeyeceğini söyledi. Yüzündeki sırıtıştan neyi anlatmak istediğini biliyordum. Umurumda değilmiş gibi omuz silkip oltamı atmaya devam ettim. Neden gelmediğini merak ediyordum ancak sorup da kendime daha fazla güldürmek istemiyordum. Heybemin yeterince dolduğundan emin olduktan sonra eşyalarımı toplayıp kulübeye döndüm.

Kulübeye girdiğimde küçük kardeşlerim yeni uyanıyordu. Ailemin diğer üyeleri çoktan şölen alanına gitmiş olmalıydılar. Gücünü kaybetmeye başlayan ateşe bir kaç odun atıp yanmasını bekledikten sonra balıkları temizleyip bizi doyuracak kadarını pişirmeye başladım. O gün şölenin ilk günüydü. Gücümün yerinde olması önemliydi. Pişen balığın enfes kokusunu duyan kardeşlerim iyice ayılıp yanıma geldi. Biri konuşmayı yeni sökmüş, diğeri de ondan biraz daha büyükçe iki yumurcak kendi paylarına düşeni bekleyen kediler gibi iki yanıma geçmiş, bir bana bir balıklara bakıp duruyorlardı. İyice piştiğinden emin olduktan sonra her ikisinin de tabağına birer balık koydum. Ateşin üzerinden yeni inmiş balıkları yemek için uğraşıyor ancak ağızlarına aldıkları et parçalarını acıyla geri bırakıyorlardı. Biraz beklemeleri gerektiğini söylediğimde mantıklı olduğunu düşünüp hemen dediğimi yaptılar. Ben de büyükçe bir balığı tabağıma koyup beklemeye başladım.

Soğuduğundan emin olduktan sonra ilk parçayı ağzıma alıp çiğnemeye başlayınca bu sefer de aç kediler gibi tabaklarına saldırdılar. Bir gün önce doğru düzgün bir şey yemedikleri açıktı. Ailenin diğer üyelerinin şölenle ilgilenmesi bu ufaklıklara yaramamışa benziyordu. Yine de şölende ne kadar eğleneceklerini düşünüp bu duruma ses çıkarmıyor olmalıydılar. Doyduklarından emin olmak için birer tane daha isteyip istemediklerini sorduğumda ikisi de kafasını hayır anlamında salladı. Büyük olanı bilmesine rağmen o akşam tanrı yüceltmesine katılıp katılmayacağımı sordu. Şölen sonunda yüce güç tanrısının Tanrıbaşı üzerine yerleştirilmiş kartalın vurulması üzerine bir gelenekti. Yaşı gelmiş erkeklerin katıldığı bu yarışmada galip gelmek halk arasındaki saygınlığın artması için önemliydi. Atışıma güveniyordum. Galip gelemesem bile rakiplerimi oldukça zorlayacağımdan emindim. Kafamı gururla salladım kardeşime bakarak. Kazanacağımı söyleyip boğazındaki ipe takılı şans taşını yedi kez öptü.

Giyinmelerine ve en güzel takılarını takmalarına yardım ettikten sonra ikisinin de elinden tutup şölen alanına geldim. Ailemi bir köşede yapımında yardımcı oldukları şöleni izlerken buldum. Çocukları yanlarına bırakıp biraz sohbet ettikten sonra ortaya doğru gittim. Büyük şölen ateşi henüz yakılmamıştı. Ufak bir dağı andıran odun yığınlarının etrafında son hazırlıklar yapılıyor, olabilecek herhangi bir kaza durumu için önlemler alınıyordu. Herkes ne yapması gerektiğinin bilincinde gibiydi. Görevli olanlar sağa sola koşuşturuyor, halkımın diğer insanları ise öbek öbek toplanmış sohbet ediyorlardı. Komşu halkın konukları da gelmişlerdi. Her sene şölenimize komşu halktan bir grup gelir ve bizlerle birlikte yeni bahar için iyi dileklerde bulunurlardı. İnançlarımızın farklılığına rağmen hoşgörünün bir sembolü olarak biz de onların güz bayramına bir heyet gönderirdik. Baharın gelişini haberleyen büyük bir çiçek sepeti önde yürüyen iki kız tarafından şölen ateşine kadar taşındı. Gözlerimi alamıyordum. Sepeti taşıyanlardan birisi o gün göl kenarında rastladığım kızdı. O da beni görünce bir an duralamış ancak diğer kızın sepeti sallamasıyla kendine gelmişti. Kasıtlı olarak benden tarafa bakmıyor, hayatının en önemli işiymiş gibi kasıntı bir tavırla şölen ateşini oluşturacak odun yığınına ilerliyordu. Yığının önüne geldikleri zaman saygıyla eğilip selam verdikten sonra sepetin içindeki çiçekleri yığına doğru fırlatarak çevresinde bir tur döndüler. En son başladıkları noktaya geldiklerinde tekrar eğilip selam verdikten sonra uzaklaştılar. Kız geldiğine göre ailesi de heyetle birlikte olmalıydı. Bu durumda ne yapılacağını bilmiyordum. Benim halkıma konuk olarak gelmiş bu insanlara karşı saygısızlık yapmak isteyeceğim son şeydi ancak kızla konuşmanın da bir yolunu bulmalıydım.

Konuklar için özel olarak hazırlanan yere geçip oturdular. Aksakallardan oluşan bir heyet de yanlarına gitmiş ve çeşitli hediyelerin sunulduğu bir sepeti verdikten sonra sohbete dalmıştı. Bu sırada av hayvanlarından ve kıştan depolanmış lezzetli ürünlerimizden bir sofra yavaş yavaş önlerine kuruluyordu. Gelen yemeklerden tüten buharın ötesinde onu, onun gözlerini arıyordum. Bir kez daha göz göze gelebilsek sanki benim için bahar ayrı bir güzel olacaktı. Onun da kalabalığın arasına baktığını gördüm. Beni mi arıyordu? Başkasını arıyor olduğu düşüncesi korkunç gelmişti. Bu ihtimali hemen kafamdan silip beni daha iyi görebileceği açıkça bir yere doğru yürüdüm. Bir süre daha arandıktan sonra sonunda göz göze gelmiştik. Birden yüzümün yandığını, kalbimin hızlandığını hissettim. Vücudum tehlikeli bir durumu sezmişcesine olağan ötesi bir tepki veriyordu. Bu tepkinin yarattığı sarhoşlukla donmuş kalmıştım. Zamanın geçmemesini istiyordum. Tüm yaşamın benim için bir süreliğine ilerleyişini durdurması gerekiyordu. Bir süre daha baktıktan sonra ilgisizce görünen bir hareketle başka tarafa döndü. Ancak içimdeki derin duygu bir kez tatmıştı onun güzelliğini. Ona ulaşmak için her şeyi yapabilirmişim gibi bir his vardı içimde. Tüm adetleri bir kenara atıp doğruca ona koşmak ve ellerini tutmak geliyordu içimden. Sesini bir daha duymak istiyordum.Üstelik güzel sözler etmesi bile gerekmiyordu. Göl kıyısında olduğu gibi soğuk bir teşekkür bile yıllarca beni tatmin edecek gibiydi.

Daha fazla bekleyemeyeceğimi anlamıştım. Şölen için birikmiş kalabalığın ardından dolaşıp konuklar için ayrılan yere kadar ilerledim. Konukların hemen arkasında hafif karanlıkta kalıyordum. Köşede oturmuş olması o günkü tek şansımdı. Sessizce yanına yaklaşıp koluna hafifçe dokundum. O sırada yine kalabalığın arasında beni aramakla meşguldü. Birden irkildi ve korkuyla arkasına döndü. Korkudan büyümüş gözleri beni görünce yerini sahte bir umursamazlıkla sevinç karşımı bir havaya bıraktı. Hafifçe çekip karanlığa doğru yaklaşmasını istedim. Etrafındaki diğer insanların fark edeceğinden endişe duyuyordu. Oysa ki herkes Aksakalların anlattığı uzun ve sıkıcı hikayelere dalmıştı. Onun kısa bir süre kaybolmasını fark edecek durumda değillerdi. Biraz endişeyle yerinden kalkıp yanıma geldi.

İlk başta karanlığın ortasında birbirimizi göremiyorduk ancak tüm gürültüye rağmen nefesini duyuyordum. O sırada şölen ateşi yakılmıştı. Yüzünün bir yanında kızıl ateş parlıyordu artık. Büyük bir alkış ve çalgı sesleriyle şamanlar ateşin etrafında ezgilerini çalmaya, söylemeye başlamışlardı. Şamanların yükselen gölgesi duaların sesiyle yüceleşiyor ve kalabalığı derin bir sessizliğe bırakıyordu. Ezgilerin sözlerle karıştığı bu zaman içinde bu güzel anı kaçırmaması için o tarafa bakmasını istedim. Artık yüzü daha da belirgin bir haldeydi. Çok güzeldi. Yanaklarındaki ufak çillerin beyaz tenine olan uyumu ve gözlerinin yaşamı haykıran canlılığı onu ormanın derinliklerindeki yabani bir geyik kadar asil ve ihtişamlı kılıyordu. Belki de ilk karşılaşmamızda hırçın tavırlarındaki bu doğaya benzeşmesi beni cezbetmişti. Şölen ateşinin mi yoksa yanımda onun oluşunun mu verdiğini bilmediğim bir sıcaklık vardı. Diğer konuklar da şölenin büyüsüne kapılmış, onu unutmuşlardı. Yere oturup yan yana iyi dilekleri dinliyorduk. Aksakallardan birisi şamanlara çeşitli tütsüler veriyor, onlar da gözlerini kapayıp bizim duyamadığımız, kendilerine özgü dualarını fısıldıyorlardı dumana. Yükselen duman gökyüzüne, tanrılara ulaştırıyordu dileklerimizi. Daha sonra ateşe atıyorlardı tütsüleri. Yanımdaki tütsüyü çıkarıp ona doğru uzattım. Tütsüyü alırken ellerini tutunca yine irkilecek gibi oldu ancak bu sefer tatlı bir gülümseme yerleşti yüzüne. Ben de ona uyup hafifçe gülümsedim. Elini bırakmak istemiyordum. O da bunu anlamış gibi ufak ellerini avuçlarım içinde tuttu. Gözlerinde ateş parlıyordu. Yeni açan çiçekler kadar saftı. Zorlu bir kışın tüm izlerini silecek kadar benimleydiler. Daha da yakınlaştım. Kalbim atmıyor, adeta şamanlarla birlikte davul çalıyordu. Dudaklarına yaklaşıp korkak bir öpücük kondurduğum esnada son dualar edilmekteydi.

Şamanlar halkı selamladıktan sonra şölen ateşinin etrafından çekildiler. Tanrıbaşlar ateşin yanmasıyla daha da bir canlı görünüyordu. Bir şaman tekrar ateşe yaklaşıp tanrı yüceltmesinin başlayacağını ve gençlerin gelmesini söyledi. Bana şans dilemesini söyleyip ayağa kalktım. Elimi tutmaya devam etti. Boynuna taktığı kendi dinine ait sembolü ellerimin arasına bıraktı. Ne olduğunu sorduğumda aşk taşı olduğunu söyledi. Dediğine göre kişi bunu evleneceği kişiye vermeliymiş. Bir an ne yapacağımı şaşırmıştım. Tanrı yüceltmesi sanki aklımdan uçup gitmişti. Ellerimde en kıymetli hazine duruyordu. Korumak ister gibi sıkıca kapadım ellerimi. Şamanın son çağrısını duyunca hızla yaklaşıp yanağından bir kez daha öptüm. Taşı boynuma geçirdim ve alana doğru koştum.

Daha önce komşu halktan insanlarla evlenmiş kişileri duymuştum. Tercihlerine göre bizim ya da onların yanında yaşamlarına devam ediyorlardı. Benim için de bunun olmamasında bir neden görmüyordum. Biz de evlenebilir ve benim ya da onun halkı içinde yaşayabilirdik. Başta farklı bir geleneğe alışmak zor gelse de zamanla benimserdi insan. Buradan ayrılanların orada herhangi bir zorlamaya maruz kaldıklarını duymamıştım. Aynı şekilde biz de aramıza sonradan katılan komşu halktan insanlara karşı oldukça nazik davranıyorduk. Hatta evlerini ilk kuracakları zaman duyan, gören herkes yeni çiftin ihtiyacı olabilecek eşyaları hediye ederdi. Komşu halktan kişiyi rahat ettirmek için elimizden geleni yapardık.

Alana geldiğimde Şaman geç kaldığım için biraz sinirle bana baktı. Özür diler gibi kafamı hafif eğdim ve hızla sıranın sonuna geçtim. Rakiplerime baktığımda en az benim kadar kararlı olduklarını hissetmiştim. Belki de durumun benim için artık ayrı bir önem kazanması böyle düşünmeme neden oluyordu. Ailesi de konukların arasındaydı. Eğer yarışmada birinci çıkabilirsem bu onların gözüne girmem için büyük bir avantaj sağlayacaktı. Birinci olanın şaman tarafından halka tanıtılması ve konukların da önünden geçirilmesi esnasında eğer o kişi ben olursam mutlaka göreceklerdi. İlerde kızlarıyla evlenmek istediğimi söylediğimde de bunun büyük bir kazancı olurdu.

Yarışmanın çok zor bir yanı yoktu. Kartalı vurabilenler bir tur sonrasına atlıyordu. Giderek daha uzak bir mesafeden atışı gerçekleştirmek gerekiyordu. İlk turda yeteneksiz olanlar elenivermişti. Hedefin yakınlığından dolayı beni zorlamamıştı bile. Bir tur sonrasında da aynı şekilde çok zorlanmamıştım. Hedefi tutturduktan sonra konuk tarafına bakıyor, ilgilerini çekmeye çalışıyordum. Hızla elenenler ayrılıyor ve kalan kişilerin sayısı azalıyordu. Sona iki kişi kaldığımızda gerilmeye ve korkmaya başlamıştım. İkinci olarak bitirmek de kötü sayılmazdı ancak istediğim etkiyi sağlayabilmek için birinci olmam şarttı. Hedef oldukça uzaktaydı artık. İlk önce rakibim atışını yaptı. Ok sağından sıyırıp geçmişti hedefin. Eğer atışı başarabilirsem galip gelecektim aksi halde tekrar vurma hakkı olacaktı ve atışına bakınca ikinci denemede kaçırmayacağından emindim. Derin nefesler alıyordum. Boynuma taktığım kolyesini konuk tarafına bakıp öptüm. Konuklar arasında, bir şeyler anlamış olmalılar ki, insanlar birbirine bakıyor, bu hareketin kime gönderildiğini anlamaya çalışıyorlardı. Oldukça utanmış olduğunu düşünüp kendime kızdım. Oku yerleştirip yayı iyice gerdikten sonra hedefe nişan aldım. Hafif bir ıslıkla fırladı. Gözlerimi kapamış, insanların sevinç haykırışlarını duymayı arzuluyordum.

Beklediğimden uzun bir sessizlik vardı. Başarısız mı olmuştum? Gözlerimi açtığımda garip manzarayla karşılaştım. Attığım ok hedefe değil, Tanrıbaşına denk gelmişti ve Tanrıbaşı devrilmişti. Üç parçaya ayrılmış yerde duruyordu. Aksakallara dönmüştü herkes. Ben de istemsiz onlara doğru baktım. Aksakallar da ne olacağını bilmiyor gibiydi. Yılda yalnızca bir kez tapınaktan çıkarılan Tanrıbaşların korunması halkım için çok önemliydi. Artık karşımda bir tanesi parçalanmış halde yerde bekliyordu.

Uzun süren sessizliğin ortasında utancımdan kıpkırmızı olmuş, yere çökmüştüm. Yarışmaya hiç girmemiş olmayı diliyordum. Aksakalların bulunduğu tarafa koşup ayaklarına kapanmak ve özür dilemek istiyordum. Günlerce, aylarca tanrılara yakarıp beni affetmelerini, bizi cezalandırmamalarını dilemek istiyordum. Kafamda bunlara benzer bir sürü düşüncenin kıskacında ne yapacağımı bilemez haldeydim. Konuklar tarafından gelen homurdanmalarla o tarafa baktım. Aralarında bir şeyleri tartışıyorlardı. Sonra en yaşlıları aksakalların yanına gelip ayrılacaklarını bildirmişlerdi. Onları ilgilendiren bir durum yoktu. Bu halkımın, inancımın ve benim sorunumdu. Aksakallar da bunun doğru olduğunu düşünüp onları uğurladılar. Giderlerken aralarında onu aradım. Gözlerindeki yaşların parıltısı usulca yanan ateşle yansıyordu. Başını eğip kalabalığın arasında uzaklaştı.

Komşu halk gittikten sonra kendi kendimize kalmıştık. Herkes yine Aksakalların ne diyeceğini bekliyordu. Bir süre daha aralarında tartıştıktan sonra herkesin evine dönmesini, bir karara varıp ilan edeceklerini bildirdiler. Alandan yavaş yavaş uzaklaşan insanların içinde sinmiş ailemin üzgün bakışlarına rastladım. Kardeşlerim durumu tam anlamamış, anneme ne olduğunu soruyorlardı. Ellerinden tutmuş çekiştirerek onları eve götürüyordu. Tek başıma kalmıştım. Bana ne olacağını dair kimse bir şey dememişti. Yerimden kalkıp bir yere gitmeyi bile göze alamıyordum. Sanki bir hareketimle gök üzerime çökecekti. Şamanlardan birisi gelip eve gitmemi, eğer gerekirse çağrılacağımı söyledi. Denilen her şeye boyun eğmek zorundaydım. Aksakalların hakkımda vereceği kararı kabul etmek ve ona uygun davranmak dışında bir seçenek yoktu.

Kulübeye girdiğimde aslında herkesin uyanık olduğunu ancak benimle konuşmamak için ateşi söndürmüş kendi sessizliklerinde hüznü yaşadıklarını biliyordum. Annemin arada bir tutamadığı ağlamaklı sesleri beynime çivi gibi işliyordu. Onları duymamak için ellerimi iyice kulaklarıma bastırmış, bunların hepsinin kötü bir rüya olmasını istiyordum. Gerçek ise içimdeki büyük sıkıntıyla kendini göstermekteydi. Şölen başlarken yaşadığım büyük mutluluk ve heyecan yerini derin bir hüzün ve korkuya bırakmıştı.

Sabah oldukça geç bir saatte uyandım. Evde kimse yoktu. Bilerek yalnızlığıma terk edilmiş gibiydim. Aslında yanımda olsalar daha da derin bir acı çekecektim ancak yine de bu konu hakkında beni teselli etmelerini içten içe istiyordum. Bana ayırdıkları yiyeceklerden biraz atıştırdım. Zaten hiçbir şey yemek, içmek istemiyordum. Biran önce ne olacaksa olmalı ve hayatımı ona göre yönlendirmeliydim. Kendi kendime derin düşüncelerle yaptığım mücadeleyi bölen kapının sertçe vurulmasıyla ayıldım. Kalın tahta kapı her vuruşta sarsılıyordu. Merakla açtım. Kimse yoktu. Evin önünden geçen insanlar beni görünce adımlarını hızlandırmıştı. Benimle rastlaşmanın getireceği uğursuzluktan kaçıyorlardı.

Güneşin en canlı renklerini sunmuş olması gereken bu vakitte derin bir karartı vardı. Gökyüzüne baktığımda daha önce görmediğim ilginç bir bulut güneşin tam önünde belirmişti. Rengi siyaha oldukça yakındı. Herhangi bir yöne hareket etmiyor, güneşin önünden bir türlü ayrılmıyordu. Yeryüzü geceden aydınlık ancak gündüz olmakla alakasız bir havaya bürünmüştü. Sanki uğursuz bir akşamın tatsız habercisi gibi arada kalmıştı her yer. Dışarı çıkıp bir kaç adım attıktan sonra bir şamanın bana doğru geldiğini gördüm. Aksakalların gelecek günlerdeki duruma göre karar vereceğini, o zamana kadar özgür olduğumu söyledi. Ne yapılacağını onlar da bilmiyordu anlaşılan. Hepimiz bir bekleyişe hapsolmuştuk.

Kendi halkımın içinde zaman geçirmem imkansızdı. Beni gören kafasını eğip hızla yanımdan uzaklaşıyordu. Kendimi kötü bir hastalıkla sarılı gibi hissetmiştim. Dokunduğum tüm canlılığı söndürecek güçte bir kötülük halini almıştım. Özellikle çocukların beni görünce koşarak uzaklaşması üzüyordu. Bir çoğuna ormandan topladığım meyvelerden ikram ettiğim bu ufaklıklar büyüklerinin etkisiyle beni bir canavar gibi görmeye başlamışlardı bile. Kardeşlerimle henüz karşılaşmamıştım. Ailemin benim hakkımda ne düşündüğünü bilmiyordum. İçimde büyük bir korku vardı. Belki de sonsuza dek yalnızlığa terk edilecektim. Öyleyse Aksakalların vereceği cezanın öncesinde zaten işkencem başlamış oluyordu.

Birden içime düşen bu yalnızlık korkusuyla göle doğru koşar adımlarla gittim. Yolda sürekli aklımdan onu görebilmek geçiyordu. İyi ya da kötü ne olursa olsun mutlaka gölün oraya gelmiş olmalıydı. Tahminimde yanılmamıştım. Gölün herkesten uzak bir köşesinde yanında oltası suyu izlerken buldum onu. Epey erken gelmiş, bir süre balık avladıktan sonra sıkılıp oturmuştu. Ağaçların arkasından dolaşıp yanına yaklaştım. Beni görünce yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Bir gün önce olanları kısa bir süreliğine unutacak gibi hissettim kendimi. Biraz uzağında durup topladığım taşları göle atmaya başladım. Ne konuşacağımı, ne yapacağımı kestiremiyordum. Ayrıca diğerlerinden uzak da olsak hala herkesin görebildiği bir yerdeydik. Bir süre o da benimle ilgisiz gibi göründükten sonra eşyalarını toplayıp ormanın içine doğru ilerledi. Farklı bir yönden ormana dalıp önüne çıktım. Çevreye iyice göz attıktan sonra kimsenin olmadığını anlayınca birbirimize yaklaştık. Gece boyunca süren sıkıntılarım birden dudaklarımda son bulmuştu. Olanların ve olacakların ötesindeydik. Anın içinde ancak aynı zamanda anın çok dışında bulmuştuk birbirimizi. Yine de geleceğin kestiremediğimiz bulanıklığından endişeliydik. Ormanın içinde yürümeye başladık. Özellikle şölen gecesi olanlardan bahsetmiyor, zaten yeni tanışmış olmamızın verdiği heyecanı yaşamayı tercih ediyorduk. Sanki ileride olacakların korkusu bize o anın değerini anlatıyordu. İkide bir durup birbirimizi keşfediyor, yeşeren doğanın gökteki bulut nedeniyle oluşan karanlığa karşı savaşına beraber destek oluyorduk.

O günden sonra neredeyse her gün buluşmaya başlamıştık. Her sabah büyük bir korkuyla uyanıyor, çağrılmanın endişesiyle yaşıyordum ancak onu görene kadar giderek artan bu duygular onunla birlikte anlamsız bir hal alıyordu. Belki de onunla geçirdiğim zamanların her şeyi unutturması beni ona daha fazla bağlayan şeydi. Bazı sabahlar erkenden gidiyor ve onu bekliyordum. Biraz geciktiği zaman büyük bir korku açığa çıkıyordu kalbimde.

Tüm bu zaman içinde diğer insanlardan oldukça uzaklaşmıştım. Artık ailemi bile fazla görmüyordum. Birkaç kez kardeşlerimle karşılaşmış ve onlarla sohbet etmiştim. Annemin bu duruma çok üzüldüğünü söylüyorlardı. Babam ise her zamanki gibi kendini belli etmiyormuş. Sessizce olacakları bekliyorlarmış anladığım kadarıyla.

Günler geçtikçe gökyüzündeki garip durum herkesin ilgisini çekmeye başlamıştı. Güneşi kapayan büyük bulut her sabah güneşle birlikte yükseliyor ve yine güneşle birlikte batıyordu. Ekinlerimizin soluyor olması durumu daha da vahim bir hale getiriyordu. İlk gün dikkat ettikten sonra içinde bulunduğum sarhoşluk nedeniyle bu durumu umursamaz hale gelmiştim ancak ormanın derinlerine gidip yaptığımız sohbetlerde onun halkının da bu durumdan dolayı endişelendiklerini duyunca yeniden ilgimi çekmişti. Artık her sabah uyanıp gökyüzüne bakıyor ve büyük bulutun orada olduğunu görünce hüzünleniyordum. Yine de onunla buluşmalarımız bu kısa hüznü yok etmeye yetiyordu.

Aksakalların benimle ilgili verecekleri karara dair korkularım neredeyse yok olmuştu. Yalnızca bana doğru yaklaşan bir şaman ya da aksakallı görünce geriliyor, yanımdan geçip gitmesinden sonra tekrar rahatlıyordum. Ayrıca gökyüzündeki garip bulutun varlığı diğer tüm sorunları unutturmuş gibiydi. Tüm halk bu konuyu tartışıyordu. Ekinlerin güneş alamadıklarından zayıflamaları ve bir süre daha böyle giderse hepsinin yok olup gideceği korkusu vardı herkeste. Komşu köyden gelen bir heyetin de bu konuyla ilgili beraber çalışmak gerektiğini söylemesi durumun yalnızca benim halkım için değil komşu halk için de vahim yerlere varacağı endişesini taşıdığını göstermekteydi.

Aksakallar ve komşu halkın önde gelenleri günler boyunca kapanıp bu konu üzerine yoğunlaşmışlardı. Arada yemekleri sunmak için içeri girip çıkanlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu insanlar ancak dışarıdan birisi girince içeridekilerin susması herkesi daha da meraklandırıyordu. Halk da kendi arasında toplanıp dilekler tutmaya, tütsüler yakmaya başlamıştı. Ancak hiçbiri çare olmuyordu. Karanlık gökyüzünü terk etmiyordu.


Zaten karanlık olan gökyüzünün güneşin önündeki koca bulutla birlikte dağların ardına saklanmasıyla tamamen karardığı esnada uzun zamandır çözüm bulamayan Bilgekişiler komşu köyden yorgun, çaresiz adımlarla geliyordu. Komşu halkın şöleninden sonra başlayan büyük felaket neredeyse tüm ekinlerimizi soldurmuştu. Baharın gelişiyle canlanan yaşam kısa sürmüştü. Gerisin geriye önce boyunlarını bükmüş, ardından kurumaya başlamıştı yapraklar. Yeni yeni çiçeklenmiş ağaçlar bir bir solmuş, çiçeklerini meyveye dönüştüremeden kendini toprağın kahverengisine bırakmıştı. Geçen seneden kalan yiyeceklerimizi idareli kullanmaya başlamıştık. Bu felaketin ne zaman geçeceği, geçse bile o sene nasıl tarım yapılacağı herkesi korkutuyordu. Her sabah kalkınca ilk işim gökyüzüne bakmak olmuştu. Günlerin ardı ardına benzerliği kuşları bile yıldırmış, eskisi gibi ötmez hale getirmişti.

Yine de en güzel taşlarımı takınıp, giysilerimi giyinip ormanın derinliklerine dalıyordum. Çıplak ağaçların arasında onu görünce bir bakıma benim baharım yükseliyordu kalbimden. Bazen elinde balıklarla, bazen de bu kısır havada nereden bulduğunu bilmediğim çiçeklerle karşılıyordu beni. Ailemin şüpheli bakışları ve diğer kızların kıskanç sözleri pek umurumda değildi. Bir araya gelince tüm kötülükleri ufak cennetimizin sınırları dışında kovuyorduk. O gün elimden kaçan balığa teşekkür etmem gerekirdi. Onun sayesinde tüm olumsuzluklara rağmen mutluluğu yaşayabiliyordum. Halkım giderek daha da karamsarlaşırken bu kaçamak mutluluklar kısmen rahatsız etse de elimde olmayan bir durum için karalar bağlamanın anlamsızlığına kendimi kaptırmamayı mantıklı görüyordum.

Her gün dışarı çıkmalarım ailemin dikkatini iyice çekmişti. Annem neler olduğunu sormamak için kendini zor tutuyordu. Bir şekilde bu konuyu açmak ve ondan bahsetmek istiyordum ancak yersiz bir utanç sürekli engel oluyordu buna. Göz göze geldiğimizde bir açıklama beklediğini seziyordum. İlk onun konuyu açması için bakmaya devam ediyor ancak sonunda gözlerini kaçırmasıyla yeniden sırların içinde kalakalıyordum.

Bir akşam üzeri dayanamayıp birden söyledim. Komşu halktan olduğunu, çok iyi avlandığını anlattım. Bana verdiği çeşitli hayvan dişlerini gösterdim. Göz ucuyla elimdeki dişlere bakıyor sessizce dinliyordu. Ben sustuktan sonra bir süre daha konuşmadı. Ona doğru bakıyor, ne diyeceğini merak ediyordum. Bir süre daha bekledikten sonra yaptıkları bahar şöleninde olanlardan dolayı bulutun güneşin önünde asılı kaldığını, bunun tanrılardan bir ceza olduğunu söyledi. Birden kıpkırmızı oldum. Halkım tüm felaketin şölen gecesinde devrilen kutsaldan dolayı olduğunu düşünüyormuş. Bilgekişiler o gün komşu halkın büyükleriyle tartışmışlardı. Tüm bunlar olurken ben sevgilimle beraber ormanda geziyordum. Uzun süredir halkımla olan ilişkimin zayıflaması tüm bunları duymama engel olmuştu. O gün kutsalı deviren okun sevdiğim kişi tarafından atıldığını söylememiş olduğuma dua ediyordum.

İnanmadığımız bir dinin neden bu felakete sebep olduğunu düşünmüşlerdi? Anlayamamıştım. Gece boyunca uyumamıştım. Sabah biran önce ormana gidip olanları ona anlatmak için sabırsızlanıyordum. Buluştuğumuz zamandan daha erken bir vakitte gidip beklemeye başladım. Bir yol bulmalıydık. Aksi halde asla bir araya gelemeyecektik. Zaman geçtikçe sabırsızlığım artıyordu. Güneş önündeki bulutla birlikte tepeye kadar varmıştı ancak hala gelmemişti. İçimde büyük bir korku vardı. Onun halkına gidip ne olduğunu öğrenmek istiyordum ancak buna cesaret edemedim. Bir sonraki gün geleceğini umarak oradan ayrıldım.

Artık her gün umutla ormana gidiyor, bir süre bekleyip ağlayarak geri dönüyordum. Yoktu. Göl kıyısına inip baktığımda solgun insanların arasında bulamıyordum onu. Dayanamayıp koştum bir gün yanlarına. Gözlerimde hala ıslaklıklar duruyordu. Nerede olduğunu, ne yaptığını, neden gelmediğini sordum insanlara. Sessizce işlerine devam ettiler, hızla eşyalarını toparlayıp uzaklaştılar ya da sertçe gitmemi söylediler. Cevapsız kalmıştım. Ne aradığımı bilmeden ormanda, halkımın arasında dolaştım bir süre. Kötü ruhların bedenimi ele geçirdiğinden korkanlar Bilgekişilere götürdüler. Yapılan ayinlerle içimdeki kötülüğü çıkarmaya uğraştılar. Fayda etmedi hiç birisi. Anlayamadığım bir utanç nedeniyle susuyordum. Onu aradığımı, ona deliler gibi aşık olduğumu ancak kaybettiğimi anlatamıyordum. Ailemin günden güne daha da hüzne boğulmasını izliyor ancak onları rahatlatamıyordum. Neyim olduğunu sormaktan bıktıkları için bana karışmıyor, gezmeme, dolaşmama ses çıkarmıyorlardı. Onun olmayan her yüzden tiksiniyordum. Çocukluğumda anlatılanlardan kafamda çizdiğim korkunç orman canavarlarına benziyordu herkes.

Bir gün komşu köye bir heyet gideceğinden bahsedildiğini duydum. Heyecanla evime koşup aileme söyledim. Bendeki canlanmayı gördükleri için sevinmişlerdi. Heyete katılmak için koşa koşa gittiler. Karşı köye gidecektim. Onu bir kez daha görebilmek. Neden gelmediğini sorabilmek için gidecektim. Ona bağırmak, karşısında ağlamak gibi bir niyetim yoktu. Yalnızca neden diye soracaktım. Cevabı ne olursa olsun kabul etmeye razıydım. Gece boyunca uyuyamamıştım. Kısa sürede ne çok şey birikmişti aklımda. Onun hayaliyle konuştum. Her şeyi anlattım ona hayalimde. İçimi bir korku kapladı. Kendi halkından birisini bulup onunla evleniyor olabilirdi. Bu nedenle uğramamış olabilirdi yanıma. Sabaha kadar düşünceler arasında savruldum. Bir zaman koşup boynuna sarılıyordum, başka zaman ağlıyordum karşısında. Bağırıyordum beni bıraktığı için. Onu görünce yapamayacağım her şeyi hayalimde savuruyordum yüzüne.

Komşu köye ulaştığımızda onların da bizim gibi perişan olduğunu gördüm. Ekinleri tamamen solmuştu. Gökyüzündeki uğursuzluk her yana saçılmış, çocukların kahkahalarını kesmişti. Oyun oynaması gereken ufaklıkların köşelere geçmiş ellerindeki çubuklarla yeri deştiğini görüyordum. Aksakallar bizi zoraki bir neşeyle karşıladı. Şölen zamanı olduğu gibi bize özel bir yer kurmuşlardı. Geçip oturduk. Ne olacağına dair bilgim yoktu. Çevremdekilere sorunca onların da bilmediğini öğrendim. Yalnızca davet edilmiştik. Beklemeye başladık.

Dört bir yana hızla göz gezdiriyordum. Onu bir yerlerde yakalayacağıma emindim. Bir köşeden mutlaka beni arıyor olmalıydı. Bir süre daha bulamazsam çekinmeden gidip birilerine soracaktım. Aksakallar orta yere koydukları ateşi yakıp ibadet ederken toplaşan insanları gözlüyordum. Onu bir yerlerde yakalayacaktım. O sırada uzunca bir kütüğün üzerine bağlanmış birisini orta yere getirdiler. İki gencin taşıdığı bu kişi öylesine zayıftı ki bir tanesi bile yeterdi aslında taşımaya. Kütüğün önceden sivriltilmiş kısmını, açıldığını sonradan fark ettiğim çukura oturttular. Çukuru tekrar toprakla doldurup kütüğün sabit durmasını sağladılar. Meydanda öylece bekliyordu. Bu yüzü tanıyordum ancak oldukça değişmişti. Oydu. Derisi bir kemik yığını üzerine gelişi güzel serilmiş örtü gibiydi. Kimi yerlerden sarkık, kimi yerlerden kemiğe yapışmıştı. Sakalı ve saçı uzamış, kirden birbirine yapışmıştı. Vücudunun çoğu yerinde yara izleri, morluklar vardı. Ormanda gezerken hissettiğim elleri yerini iki biçimsiz parçaya bırakmıştı.

Ölü ya da baygın değildi. Kütük yerine oturtulup taşıyanlar çekildiğinden beri etrafa bakıyordu. Nerede olduğunu bilmiyor gibiydi. Kafasında anlamlandırmaya çalışıyordu. Düşüncelerini toparlayıp bir sonuca ulaşmak istiyordu. Ağzını güçlükle oynatırken bir şeyler mırıldanıyordu. Çevresindekiler işlerine yoğunlaşmıştı. Kimsenin kafasını kaldırıp baktığı bile yoktu. Değersiz ve mide bulandırıcı bir şeydi. Kurtulmak istedikleri bir ayıptı. Aksakallar lanetin kalkacağını söylüyordu. Kesik kesik duyduğum cümlelerden anladığım kadarıyla bulutun nedeniydi. Günah işlemiş olmanın yükü altında kendini çürüten vücuduna bakmamızı istiyorlardı. Ölümün adı yazılmıştı üzerine. Oysa ben onda yaşamı tekrar keşfetmiştim.

Büyük ateş yakıldı hüzünle. Son umudu onu öldürmekte bulmuştu komşu halkın insanları. Bizim gibi onlar da bağışlanmak için inançlarının her değerini tekrar tekrar denemiş olmalıydılar. Çaresizliğin getirdiği son aşamada insan kanına susamış olduğunu bildiler tanrıların. Boyun eğdiler mutlak kadere. Halkı için kendini feda etmesi gerektiğini emrettiler. Kaçıp gidemez miydi? Belki de denemişti ancak tutu vermişlerdi dört yandan onu. Kapatmışlardı gözlerini görmemek için. Ellerini sıkıca bastırmışlardı kulaklarına duymamak için. Ve dokunmamışlardı ona acısı kendilerine geçer diye.

Vücudundaki yaraların şiddet gördüğünden mi yoksa zayıflığını sezen hastalıkların verdiği bir felaket mi olduğunu anlayamıyordum. Son gücünü de kafasını kaldırıp etrafı izlemeye harcıyordu.Titreyerek yükselen başını bir süre tutmayı başarsa da bırakıyordu kendini yeniden. Ateşin etrafında dönen insanların acı davulları dolduruyordu her yeri. Onun adınaydı bu tören. Onu yok etmek içindi tüm sözler, hareketler ve nefesler. Ben zayıftım. Hiçbir şey yapamıyordum gözlerimi kapatmaktan başka. Kaçıp gitmek istiyordum ancak bir güç beni durduruyordu. Tanrılar aynı cezayı bana da sunmuştu. Gözlerimi kapatmak acımı artırıyordu. Yaşadığımız tüm zamanlar bir görünüp bir yok oluyordu karanlığımda. Her şeyin bir kabus olduğunu düşünmeye zorluyordum kendimi. Din adamları haykırmıyor olmalıydı. Kuş cıvıltılarının zihnimdeki kötü bir yansımasıydı her şey. Gözlerimi açınca onu yanımda uzanmış görecektim. Şölen zamanında olduğu gibi öpecekti beni tekrar. Ben gülümseyince dayanamayıp onun da yüzüne yerleşecekti bir tebessüm.

Gözlerimi tekrar açtım. Büyük bir öfke vardı içimde. Tanrılara kızmıştım. İnatla görecektim her şeyi. Tanrıları güldürmeyecektim. Onların istediği gibi olmayacaktı. Acısını sonsuza dek yaşayacaktım kalbimde ve asla af dilemeyecektim. Unutmaya, avunmaya ya da ağlamaya yanaşmayacaktım.

Gözyaşlarım elbisemde gölgelenirken durdurmadım kendimi. Umursamadım anlaşılmasını. Tanrıların istediğini yapmadım. Acımı bastırmaya çalışmadım. Bekledim olacakları. Ateşin yükselen kara dumanına baktım. İğrenç bir et kokusu yavaştan yayılıyordu etrafa. İnsanların sessiz duruşlarını izledim. Kafiyeli sözlere kulak kesildim. Onu izledim. Bedenindeki her ayrıntıyı kafama yerleştirmeye çalıştım. İyice gücünü kaybetmişti. Artık kafasını kaldıramıyordu. Arada hafifçe sallanıyordu. Kendini zorluyordu ancak faydasızdı.

Tıpkı şölen zamanında olduğu gibi genç okçular çağrıldı. Her biri de kendinden emindi. Acıma duygularını ekinlerle birlikte öldürmüşlerdi. Yanan bedeninin önünde sıraya dizildiler.

Gürkan Sadece

04.02.2019

Düzenleme: 12.01.2020

1 Beğeni