En Güzel Hikaye

Sinirle duvara fırlattığım buruşturulmuş gazete, minderinde sakince uyumakta olan kediyi korkutup panik içinde salona doğru koşarak kaçmasına sebep olmuştu. Korkudan yusyuvarlak olmuş siyah gözleriyle, koltuğun altındaki aralıktan etrafı kolaçan ettiğini canlandırabiliyordum kafamda; biraz önce nereye gittiğine dikkat etmeksizin fırlattığım gazete ise kedinin minderinin üzerinde duruyordu bir işgalci edasıyla. Sinirimi tepeme çıkaran o satıları seçebiliyordum oturduğum yerden ve onlara baktıkça bir şeyleri fırlatma isteğiyle doluyordum tekrar.

Yaşlı ve çağa ayak uyduramayan, demişlerdi benim için. Bunadığımı ima etmişlerdi bir de pek de üstü kapalı olmayan ve gazete editörünün yayımlamakta sakınca bulmadığı bir şekilde.

Yetmişini geçmiş bir adamın, yaşlı olduğunu inkar etmesi için ya çok aptal ya da inanılmaz bir yalancı olması gerekirdi. Her sabah aynada çizgili ve çökmüş yüzünü, kırlaşmış saçlarını, büyük burnunu ve kulaklarını gördüğü halde insanın kendisini genç sanmasının başka bir açıklaması olamazdı zira. Ben de biliyor ve kabul ediyordum elbet yaşlandığımı, hayat boyu aynı şekilde kalacaklarını zanneden ve aslında her geçen gün biraz daha yaşlandıkları gerçeğini görmezden gelen o ukala genç yazarların aksine. Ama bunamak… Ah, işte bu kesinlikle kabul etmeyeceğim bir ithamdı, bugünlerde yazar diye geçinen pek çok haddini bilmezden daha aklı başında olduğumu bile iddia edebilirdim hatta. Bir suçları yoktu geçti, benim için bu satırları yazan eleştirmenin de bir suçu olmadığı gibi; anlamıyorlardı sadece. Onların yaşındayken ben de anlamazdım.

İyi eserler ortaya çıkardıklarına ve isimlerini ölümsüz kıldıklarına inanıyorlardı, ki böyle düşünmeleri gayet normaldi ve okur kitleleri de bunu doğrular nitelikteydi. Birbirlerinin eserlerinden bahsederken kıskançlıklarını, süslü sözlerinin altına ustalıkla gizliyor ve ellerinde tuttukları kitabı içten içe parçalamak istemiyormuş gibi davranıyorlardı. Gençliğimi hatırlatıyorlardı bana biraz ama benim kıskançlığımı saklamayı beceremediğim anlar olurdu kimi zaman, bu konuda benden daha usta oldukları aşikârdı. Yeni neslin, dünyanın gidişatına ayak uydurarak, potansiyel kronik yalancılar olarak yetişmesinden kaynaklanıyordu belki de bu durum.

Kıskanç olduğumu hep söylerdi insanlar, diğer yazarlar, eleştirmenler, komşularım, arkadaşlarım hatta annemle babam; kimi zaman yüzüme kimi zaman arkamdan. Buruşturup attığım gazetedeki yazıda da es geçmemişlerdi bunu her zamanki gibi. Benim hakkımda olumsuz bir yorum yapıldığı zaman, ki son zamanlar bir hayli artmıştı sıklığı, ipe sapa gelmez kıskançlığıma atıfta bulunan cümleler gelirdi arkasından çoğunlukla.

Evet, kıskançtım. Yaşlı olduğumun bilincinde olduğum gibi bunun da bilincindeydim. İnkar etmeyi seven bir adam olmamıştım hiçbir zaman. Bir gerçeği görmezden gelmek, ancak ahmakların yapacağı bir işti ve ben de bir ahmak olduğumu düşünmüyordum –şey, belki arada sırada.

Elli yılı aşkın süredir yazıyordum. Birçok roman ve öykü yazmış, bir kısmını yayımlatmış, bir kısmını kendime saklamış, çok büyük bir kısmını ise buruşturup atmıştım. Sebebi, daha önce yazdıklarımdan daha iyi olmamalarıydı. Her yeni satırımda bir öncekinden daha iyisini yazmayı hedeflemiştim, her yeni öykümde, her yeni romanımda. Bu yüzdendir ki, iyi yazarlardan içten içe nefret ediyordum. Yarattıkları o muhteşem şaheserleri; bir araya getirdikleri, her biri ayrı bir cevher değerindeki cümleleri okudukça bunların yazarının nasıl olup da ben değil de bir başkası olduğuna akıl sır erdiremiyordum. O uçsuz bucaksız hayal gücünün başkasına ait olması, o eşsiz fikirlerin başkalarının zihinlerinden çıkması beni deli ediyordu. Daha çok okudukça daha çok öfkeleniyor; daha çok öfkelendikçe daha güzelini, daha özgününü, daha iyisini, en iyisini yazmaya çabalıyordum. Kıskançlıktan ve hırstan gözü dönmüş, diyorlardı benim için ama başarılı da oluyordum çoğu zaman, bana bunak diyen o hadsizler bile inkar edemiyordu bunu. Bir süre sonra hayatımın bir parçası haline gelen, bitmeyen bir mücadeleye dönmüştü bu durum. İki satır yazanın kendini yazar ilan ettiği bugünlerde her taşın altından yeni bir yazar çıkıyordu; hakkını vermek gerek, aralarında gerçekten çok iyi olanlar da vardı ve hepsi benim için yenilgiye uğratılacak yeni bir rakip anlamına geliyordu. Ama bir gün bir şey olmuştu, daha doğrusu ben bir şey fark etmiştim.

Bu aydınlanmanın tam olarak nasıl gerçekleştiğini anlatmak güçtü. Bir sabah, güneş aralık perdeden yatağıma vururken ve yanıma kıvrılmış kedim mutlu mırıltılar çıkarırken aklımda o düşünceyle uyanıvermiştim, normalde uyandığımdan daha erken bir saatti ve rüya görmediğim ya da o günü diğerlerinden ayıran farklı bir şey olmadığı konusunda sizi temin edebilirdim. Belli bir yaştan sonra ölüm korkusuna kapılan insanların aniden dindar olmaya karar vermeleri gibi bir andı. Ben de bir sabah uyandığımda Tanrı’nın farkına varmıştım.

Günah dolu hayatımı son günlerimde telafi etmek ve cenneti hak ettiğime dair kendimi kandırmak amacıyla dini vazifelerimi yerine getirme hevesine kapılmak gibi bir şey değildi bu, hayır. Kabul etmek gerekir ki, ailem dindar değildi ve ben de ne gençlik yıllarımda ne sonrasında ilgi duymuştum Tanrı’nın yoluna. Bu yaştan sonra da bunu bozacak değildim. Bambaşka bir şeydi bu, Tanrı’nın ve onun yarattıklarının farkına varmak. Sokakta her gün gördüğüm insanların alelade varlıklar değil de aslında birer yaratı olduğunu anlamak, her biri bir diğerinden farklı ve kendi içinde eşsiz. Dünya’nın farklı yerlerinde farklı renklere bürünen gökyüzünün, yapraklarıyla güneşi saklayan ağaçların, uçsuz bucaksız okyanusların, bulutların üstüne uzanan dağların, yerin yedi kat altına inen uçurumların, bilinmeyen diyarlara açılan kapıları andıran mağaraların esasında kelimelerle tasavvur edilemeyecek öyküler anlattığının ayırdına varmak.

Çok denemiştim, onun eserlerinin üstüne çıkmayı, onun yazdıklarından daha güzel, daha eşsiz öyküler yazmayı; kelimelerle anlatılamayacak şeyleri anlatmayı; var olmayan manaları tasvir etmeyi. Ben durmaksızın mürekkep tüketirken kıskançlığım da beni tüketmişti ama bu sefer başarılı olamamıştım. Buruşturulmuş kağıtlardan oluşan bir yıkıntının altında kalana kadar yazmıştım; günlerce, gecelerce yazmıştım. En sonunda delirdiğimi söylemişti eleştirmenler, bir zamanlar bana gıpta eden genç yazarların gözlerindeki hayranlığın yerini acıma alır olmuştu fakat ben onlara aldırmadan devam etmiştim.

Kıskanç diyorlardı bana. Ah, evet, kıskanıyordum, hem de nasıl. Hayatta hiç kimseyi kıskanmadığım kadar kıskanıyordum onu ve dehasını. Hırsımdan gözüm dönene kadar yazmıştım, ta ki bir gün kendimi cayır cayır yanan bir evin ortasında buluncaya kadar. Yangının nasıl çıktığını ya da yangına sebep olanın ben olup olmadığımı hatırlamıyorum. İlk olarak çalışma masamın yandığını söylemişlerdi. O gün, üstünde çalışmakta olduğum son kitabımın final bölümünü yazıyordum, kıskançlığımın eserlerinden biriydi ve kitabın sonunda ana karakter yanarak can veriyordu.

Yangından sonra elime kalem almamıştım bir daha. İnkar etmeyi seven bir adam değildim ve bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için eleştirmenlerin cümlelerine ihtiyacım yoktu, yazmayı bırakıp inzivaya çekilmiştim, diğer bir deyişle pes etmiştim. Çağa ayak uyduramadığımı söylüyorlardı benim için, o yüzden bırakmıştım yazmayı sözde ve çok doğru bir karar vermiştim onlara göre. Oysa anlamıyorlardı artık onların yazdıklarıyla zerre ilgilenmediğimi, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar benim gözümde değersiz bir kağıt yığınından ibaret olduklarını. Kimse yazamazdı daha iyisini, bugüne kadar yazılamamıştı ve bundan sonra da yazılamayacaktı. Sözcüklere dökemeyeceği şeyler vardı insanın ve öykülerdeki karakterler, ne kadar özgün olurlarsa olsunlar aslında yazarlarının bir yansıması olmaktan öteye geçemezlerdi hiçbir zaman. Sayfalara dökülmeyen bir öykünün karakterleriydik biz de ve hayal gücümüz, yazarımızdan kopmuş bir armağandı özünde. Daha güzelini yazamazdık, çünkü yazılabilecek en güzel hikayeyi Tanrı zaten yazmıştı.