Bittikten sonra dakikalardır beynimi etkisi altına alan bir film izledim. Film çok mu iyiydi? Hayır. Hayatıma dokunan çok önemli bir bilgi mi saklıyordu içinde? Hayır. Odaklandığı konuyu sonuca bağlayabildi mi? Bence hayır. Ama prodüksiyon muazzam. Oyunculuklar muazzam. Başından sonuna kadar kusursuz bir yapım izlediğimi düşünüyorum. Özellikle ilacı aldıktan sonra derisini değiştiren yılan gibi içinden yeni bir insanın çıkması hiç beklemediğim bir şeydi. Bu filmin o meşhur beyaz fayansların üstünde yatan kadın afişini birkaç kez görmüştüm. Ama böyle bir şey aklımın ucundan geçmezdi. Belki izlediğim film sayısının çok olmamasından da kaynaklanabilir böyle bir şeyi tahmin edemeyiş olmam. Fark etmez. İnsanın hırsları ve isteklerinin peşinde köle olmasını anlattıklarını düşünüyorum. Bir de kendi teması bence “değerli hissetmek ve çekememezlik”. Ancak +18 bir film. Hatta birçok insan birçok sahneye tiksinerek bakacaktır. İzlenmeli mi? Garip yapımlar, kan ter gözyaşı, iğne, bıçak kesiği vb. şeyleri gördüğünüzde tiksinmiyorsanız evet. Çok garip bir filmdi. Beynimi rahat bırakıyorum biraz daha analiz etsin diye
The Belko Experiment
James Gunn’un yazıp Rogue ve Wolf Creek serisi yönetmeni Greg McLean’in çektiği filmi niyeyse daha önce atlamışım, aadan çıkmış oldu. Sondaki izleme odasıyla Cube Zero’ya, çoklu bölgelerde yinelenen deneylerle de The Cabin in the Woods’a selam çakan filmin en sürpriz göndermesi herhalde The Departed’e idi: Tam film boyunca arazi olan karakteri mi sona bırakacaklar derken gelen asansör sahnesi gülümsetti.
Dirty Work
“Tag” filmindeki gibi çocukluklarına flashback’le başlayan filmde kahramanlarımız “intikam almayı” çok iyi kotardıklarından, işsiz kaldıklarında “revenge for hire” sloganıyla kendi işlerini kurarlar. Tabii para kazanmanın amacı da Blues Brothers’taki gibi bir hayır işi, kalp nakli olacaktır.
B film ayarında başrol performanslarıyla ilerleyen film, deadpan tercihinin altını ne yazık ki dolduramıyor. Zengin cameo listesinde kimler yok ki: X-Men öncesinde “sakallı kadın” mutasyonuyla Rebecca Romijn, Don Rickles, John Goodman ve Şeytan kılığında Adam Sandler. Jack Warden, Chevy Chase ve adını unuttuğum “Hacks” aktörü de yardımcı rollerdeler. Kadın oyuncumuz da “Two Guys, a Girl and a Pizza Place” sitcom’undan Traylor Howard.
Aşağıya tadımlık bir sahne bırakıyorum, en komik anı buydu zaten, izlemek isteyen Prime Video’dan ulaşabilir.
Yine geçmişte izleyip unutmaya yüz tuttuğum filmlerden birini tekrar izleyeyim dedim. Dün Netflix üzerinden Total Recall’u seyrettim. PKD’nin “We can remember it for you wholesale” isimli öyküsünden uyarlama olan kült bir bilimkurgu filmi.
Bir PKD klasiği olarak yine anılar, gerçeklik, algı, simülasyon birbirine giriyor 2012’de yeni bir uyarlamasını yapmalarına rağmen kesinlikle eskimemiş bir yapım. Bilimkurgu sinemasında kült haline gelen, Arnold’un gözlerinin pörtlediği sahnenin (ve tabii ki üç memeli kadının) çocukken izlediğimde beni çok etkilediğini hala hatırlıyorum.
Benim şahsi “Tekrar çekilmemesi gereken filmler” listemde yer alan filmlerdendir. (Conan the Barbarian-1982 , Conan the Destroyer-1984 , Starship Troopers-1997 , Terminator-1984 , Thing-1982 , Carrie-1976 gibi filmlerle beraber) Ama ne yazık ki kimse beni dinlemiyor. Bunların bir kısmını yeniden çektiler maalesef.
Dün Mississippi Burning’i izledim.
Mississippi Burning, 1964 yılında üç ırkçılık karşıtı insan hakları aktivistinin Mississippi’de KKK üyeleri tarafından öldürüldüğü gerçek bir olayı konu alan, ırkçılık karşıtı polisiye gerilim filmi.
Ben gerek ırkçılık karşıtlığını ele alışıyla gerek polisiye gerilim tarafı ile filmi çok beğendim. Günümüzde içinde ırkçılığa uğrayıp süper kahramana dönüşmüş saf iyi siyahiler olmadan bir ırkçılık karşıtı film çekmenin mümkünatı yok. Mutlaka ırkçılığa uğrayan küçük bir grup siyahi, binlerce eli kanlı cani ırkçı nazinin arasında siyahilerin geleceğini kurtarmak ve özgürlüklerini sağlayabilmek için hayatları pahasına Avengers gibi ortaya atılırlar. Irkçıların yaptığı zulme mağrur bir şekilde çelik gibi göğsünü gererek olanca gücüyle karşı dururlar. Tüm ırkçıların hakkından geldikten sonra birkaçı yaralanır birkaçı ölür ve tam bir mit kahramanlarına dönüşürler vs… Amerikanın ırkçılık karşıtlığını pazarlamaya çalıştığı bu fantastik zemin, ne yazık ki uyuşturucu satma, hırsızlık, haneye tecavüz, silahla yaralama, gasp vs. gibi onlarca farklı suçtan sabıkası olan George Floydun heykelinin dikilmesine kadar düşüyor. Filmin en çok eleştiri aldığı kısımda malesef bu, içinde fantastik siyahi süper kahramanlar barındırmaması.
Gelgelelim 70’ler öncesinde Ku Klux Klan’ın en baskın olduğu, siyahilerin beyazların işediği tuvalete işedi diye öldüresiye darp edildiği Mississippi, Alabama, Tenesse gibi eyaletlerde o iş öyle Marvel filmeri gibi olmuyordu. Peki nasıl oluyordu? İşte Mississippi Burning’in işlediği şekilde oluyordu. Bu film Hollywood çerçevesi içinde gerçekliklere daha bağlı kalmış. Siyahilerin nasıl canince ezildiğini, Klan’ın baskın olduğu eyaletlerde siyahi toplulukların ne durumda olduklarını, içinde bulundukları kitle psikolojisini kısmen çok daha gerçekçi şekilde ele almış. Fazladan bir FBI güzellemesi var mı? Hollywood filmi olduğu için var. Ben dahil hiç kimse FBI’ın filmde gösterildiği gibi ırkçılık konusunda sütten çıkma ak kaşık olduğunu düşünmüyordur ama yine de çuvaldızı olmasa da iğneyi kendine batırabilmiş. Filmi izlerken benim aklımda beliren “Acaba öldürülen kişi sadece bir adet siyahi olsaydı FBI yine böyle olanca gücüyle davanın üstüne düşecek miydi?” sorusunu filmde replik olarak görmek hoşuma gitti.
Film direkt olarak konuya giriş yaptığı için Willem Dafoe’nun canlandırdığı bölge kültürüne uzak genç bir FBI ajanının karakterine motivasyonuna hayli uzak kalmamız filmin eksi yönü olarak söyleyebileceğim noktalarından biri. Gene Hackman’ın oynadığı bölgede doğup büyüyen, dolayısı ile işlerin nasıl yürüdüğünü herkesten iyi bilen Anderson karakteri daha iyi işlenmişti.
Willem Dafoe’yu ilk kez bu kadar genç gördüm Gene Hackman’da ne yazık ki birkaç ay önce şüpheli şekilde evinde eşiyle ölü bulunmuştu. Hala ölüm nedenleri tam olarak aydınlatılamadı.
Mississippi Burning’i geçen hafta ben de izlemiş ve çok beğenmiştim. Filmin olayları ele alış biçimi oldukça gerçekçiydi. Zaten özel olarak Gene Hackman’ın oyunculuğunu çok beğenirim. Filmi de sırf o var diye açmıştım
Montalbano and Me: Andrea Camilleri
Netflix’te 32 Montalbano macerasıyla birlikte, yazarla yapılmış röportaj belgeseli de ekliymiş. Kimi detayları paylaşayım:
Her sabah tıraş olup dışarıya çıkacak gibi giyinmeden, masa başına oturamıyormuş. Başlarda gece yazsa da zamanla bu işi sabaha çekmiş. İş olarak değil, keyif olarak görüyormuş. “Yazmak çok yorucu” diyenlere pazar tezgahıyla beden işçiliğini örnek verdi, güzel oldu.
Türk Merdivenleri diye bir yer varmış Sicilya’da, her mayıs başı deniz sezonunu orada açarlarmış gençken.
Her kitap eşit uzunluktaymış, bunu da disiplin olarak onar sayfadan 18 bölüm yazmasına bağlıyor.
Pirandello’nun evini gösterdi, o da Sicilya’daymış.
Serinin sonu belliymiş, Alzheimer’den korktuğu için 80 yaşında kaleme almış. Başını okudu. Hakikaten de ölümünden sonra basılmış.
94’te Montalban’a göndermeyle baş karakterine Montalbano adını verdiği polisiye seri dünya çapında 23 dile çevrilmiş, 30 milyondan fazla satmış. Krizden etkilenmeyen, en çok satan kitabımız diye övdüler.
Fresh
- dakikadan itibaren The Freshman + La Carne + Hannibal eksenine kayan filmin bir de yardımdan dönen siyahiyle yıktığı absürd bir klişe var. Oyuncuları, özellikle Bucky’i beğenmedim. Her ne kadar burada Steve olsa da.
Filmi geçenlerde izledim. Meşhur bir olaymış Mississipi de yaşanan ırkçılık eylemleri.
İzlerken aklıma Mindhunter 2. sezon geldi. Siyahi çocuklar kaçırılıyor ve FBI yada yerel polis fazla üstüne düşmüyor daha sonra kamuoyu arttıkça üstüne düşmeye başlıyorlar.