Asaf Vahdet’in Gümüşhisar’a vardığı o Şubat sabahı -ki bu, Sarıhasanzade Kasım Bey’in kurşunlanmış cesedinin kurumuş nehir yatağında bulunmasından tam on üç gün, beş rençberin Süleyman Çavuş Çiftliği’nde açıklanamayan bir şekilde kaybolmasından yedi gün ve Küçük Halil’in Tekalif-i Milliye komisyonundan gelen üç tahsildarı meyhanede döverek hastanelik etmesinden iki gün sonraydı- kasabanın üzerine çöken kurşuni gökyüzü, vadinin her iki yanındaki kayalıklardan gümüş renginde sızıyordu ve Asaf Vahdet’in atının durduğu tepenin zirvesinden bakıldığında, Gümüşhisar sanki zamanın unuttuğu, ya da belki de zamanın henüz tam olarak var olmadığı bir yerde, toprağın bağrına saplanmış paslı bir çivi gibi görünüyordu.
Vadinin kuzey yamacından göz alabildiğince uzanan düzensiz, yer yer kıraçlaşmış tütün tarlaları -ki bunların bazıları Sarıhasanzade Kasım Bey’e, bazıları köylülere, çoğu ise artık kim olduğu bile unutulmuş insanlara aitti- boz bulanık havanın altında karanlık ağızlarını gökyüzüne açmış, sanki yeryüzünün derinliklerinden bir sır fısıldıyormuş gibi sürekli bir buhar püskürtüyordu; bu buhar bazen griye, bazen mavimtırağa, çoğu zaman ise hafif pembemsi bir renge bürünüyor, güneşin açısına göre renk değiştiriyor ve Asaf Vahdet’e Harb-i Kebir’de, Kudüs-i Şerif’in düşüşünden önceki gece gördüğü, yanmakta olan pamuk depolarından yükselen dumanları hatırlatıyordu. Tarlaların arasında dolanan labirentsi yollarda, raylar üzerinde pas tutmuş vagonlar diziliydi; kimisi çürümüş hasatla dolu, kimisi boş, bazıları ise -özellikle en eski olanları- çoktan doğanın bir parçası haline gelmiş, üzerlerinde yabani otlar büyümeye başlamıştı.
Kasabanın kendisi, vadinin tam ortasında, handiyse iki devin arasında ezilerek sıkışıp kalmış gibi uzanıyordu: Tek bir ana cadde (ki bu, B… şehrinden gelen yolun devamıydı) ve ondan çıkan birkaç yan sokak (bunlar zamanla, kasabanın büyümesiyle kendiliğinden oluşmuş, plansız, bazen çıkmaz sokak olarak biten yollardı). Ana caddenin başında, neredeyse kasabanın girişini işaretler gibi duran mezarlık, son aylarda epey genişlemişti -Asaf Vahdet bunu tepeden bile görebiliyordu, taze kazılmış mezarların açık renkli toprağı, eski mezarların kararmış taşlarının arasında sarımsı irinli yaralar gibi göze çarpıyordu. Mezarlığın hemen yanında cami yükseliyordu; beyaz renkli alçı boyası dökülmeye yüz tutmuş, minaresinin tepesindeki alem rüzgarda hafifçe eğilmiş, Feyzullah Efendi’nin her cuma verdiği hutbelerin artık kimseyi kurtaramayacağını biliyor gibi duruyordu.
Ana cadde boyunca sıralanan binalar, sanki her biri farklı bir hikayenin, farklı bir kaderin tanığıymış gibi çeşitlilik gösteriyordu: en başta, yeni boyanmış cephesiyle Elhac İsmail Ağa’nın sarrafhanesi geliyordu -ki bu bina, kasabanın diğer yapılarına kıyasla fazla gösterişli, fazla şehirli duruyordu, sanki B…’den ya da belki Kostantiniyye’den kopup buraya düşmüş gibiydi. Onun yanında Kenan Bey’in muayenehanesi vardı; kapısının üzerindeki soluk yeşil tabelada doktorun adı artık zar zor okunuyordu ve geceleri, kumar masasında kaybettiği paralar yüzünden içeride yanan lambanın ışığı hiç sönmüyordu. Birkaç dükkan ve at ahırından sonra kaymakamlık geliyordu; önündeki çarpık çurpuk tahta veranda, tıpkı kaymakamın adaleti gibi yamuktu ve Asaf Vahdet buradan bile, verandanın korkuluklarına asılmış ürkütücü prangalara bir hastalık gibi yayılan pas lekelerini görebiliyordu.
Ve sonra, ana caddenin tam ortasında, tüm kasabanın kalbi gibi duran Amelya’nın tavernası yükseliyordu; kırmızıya çalan kahverengi cephesi, Smirni’den özel olarak getirtilmiş vitray pencereleri ve İspanyol tarzı kiremitleriyle bu bina, Gümüşhisar’ın vahşi doğasına meydan okuyor gibiydi. Tavernanın her iki yanından dar sokaklar uzanıyor, bu sokaklar kasabanın arka mahallelerine, rençber barakalarına ve kimsenin adını anmak istemediği bazı evlere doğru kıvrılarak ilerliyordu. Asaf Vahdet bu sokaklardan birinin sonunda, diğerlerinden biraz daha büyük ve bakımlı bir ev görüyordu -bu, Sarıhasanzade Kasım Bey’in eviydi ve şimdi kızı Nezihe orada tek başına yaşıyordu; evin önündeki bahçede hala Kasım Bey’in Eski Zağra’dan getirttiği güller büyüyor, ama artık kimse onlarla ilgilenmiyordu.
Asaf Vahdet atını mezarlığın yanından geçen patikadan sürerken, keskin dağ rüzgarı mezar taşları arasından ıslık çalarak geçiyor, sanki ölülerin fısıltılarını taşıyordu; özellikle yeni kazılmış mezarların -ki bunların çoğu ya çete baskınlarında öldürülen köylülere, ya Küçük ve Büyük Halil kardeşlerin kurşunlarıyla tanışanlara, ya da Gümüşhisar’ın o gizemli gecelerinde kaybolan ve cesetleri günler sonra vadinin ücra köşelerinde bulunan yabancılara aitti- üzerindeki taze toprak, rüzgarla birlikte kalkıp havada asılı kalıyor, kasabanın üzerine ölümün ince örtüsü gibi çöküyordu. Asaf Vahdet’in kafasındaki kurşun, belki de bu manzaranın etkisiyle, her zamankinden daha bir ağır geliyordu ve Kudüs’ten beri ilk defa, beyninin sol tarafında hissettiği o tanıdık zonklama, neredeyse dayanılmaz bir hal almıştı.
Ana caddeye vardığında -ki güneş tam tepedeydi ve gölgeler en kısa hallerine bürünmüştü- kasabanın gündelik hayatı, tüm o sahte normalliğiyle akıp gidiyordu: Evlerin avlu duvarlarına serilmiş çarşaflar rüzgarda dalgalanıyor (üzerlerindeki pas rengi lekeler kan mı yoksa kızıl toprak mı belli değil), nalbantın dükkanından gelen örs sesleri madenlerin teninden yükselen ıstıraplı uğultulara karışıyor (her vuruş Asaf Vahdet’in şakaklarında sancıyor), kasabın önünde toplanan akbabalar birden havalanarak gökyüzünde geniş daireler çiziyor (sanki bir sonraki kurbanlarını seçer gibi) ve bir zamanlar, daha vadi bu kadar kan görmeden önce, ana caddenin iki yanına Kasım Bey’in özenle diktirdiği çınar ağaçları, şimdi yaprakları dökülmüş, iskeletler gibi duruyordu.
Elhac İsmail’in sarrafhanesinin önünden geçerken, camekanda bir hareket gördü; indirilmiş güneşliğin arkasından bir gölge, tıpkı örümcek gibi hızla çekildi ve Asaf Vahdet bunun, sarrafla yine gizli bir görüşme yapan Kaymakam Ecvet olduğunu tahmin etti -son günlerde bu ikili sık sık bir araya geliyor, kasabanın kaderi üzerine kim bilir ne planlar kuruyorlardı. Hekim Kenan’ın muayenehanesinin önünde ise iki rençber bekliyordu; yüzleri griye çalan bir beyazlıktaydı, gözlerinin altı morarmıştı ve öksürdüklerinde ağızlarından çıkan balgam, tıpkı toprağın derinliklerinden çıkan tütün filizleri renginde koyu bir kıvam taşıyordu.
Amelya’nın tavernasına yaklaştıkça kasabanın atmosferi değişiyor, sanki görünmez bir el havayı daha da ağırlaştırıyordu. Tavernanın önünde bağlı duran atlar -ki bunların arasında Halil kardeşlerin siyah aygırları da vardı, gümüş savatlı eyerleri güneşte parlıyor, kabzalarına sedef kakılmış Remington’ları hala eyerlerde asılı duruyordu- huzursuzca kişniyor, toynaklarıyla toprağı eşeliyordu. Asaf Vahdet kendi atını bunlardan biraz uzağa, ihtiyar bir söğüt ağacının gölgesine bağlarken, Sina Cephesi’nden kalma bir alışkanlıkla çevreyi tekrar kolaçan etti: Tavernanın yan sokağında iki rençber bir şeyler fısıldaşıyor (muhtemelen Halil kardeşlerin son zorbalıklarını konuşuyorlar), karşı kaldırımda her nasılsa hayatta kalmış yaşlı bir Rum sessizce oturarak cıgarasını tüttürüyor (belki de Hacıanestis’in casuslarından biri) ve üst kattaki pencereden Nezihe’nin hayaletsi silüeti görünüyordu (babasının ölümünden beri ilk kez halkın arasına karışmış olmalı).