Hangi Kitabı Okuyorsunuz? (Detaylı İnceleme)


Albert Camus - Veba
İçinde bulunduğumuz son iki yılda yeniden ünlenen bir roman, duymamak mümkün değil ismini. Camus benim en sevdiğim yazarlardan. Neden? Çünkü Camus aracılığıyla nitelikli ve derin edebiyatla tanışma şansı buldum. Yabancı üzerine okumalar yaparak felsefeyle ilgilenmeye başladım, bir çok Camus kitabını da edindim. Bu kitabı aslında bu kadar bekletmezdim yani, ama hypeının biraz azalmasını bekledim demem doğru olur. Salgın hastalıktan bahseden bir kitabı salgının tam ortasında değil de, şu günlerdeki gibi biraz daha sonlarında (umarım yani) okumayı tercih ettim, doğru karar olmuş bence.

Kitap Daniel Defoe’den bir alıntıyla başlıyor. “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyler göstermek kadar mantığa uygundur.”
Daniel Defoe

Daniel Defoe’nun Veba Günlüğü’nü okumuştum geçen sene, o da hoşuma gitmişti. Camus de sanırım okumuş olacak ki ondan bir alıntı ile başlamayı uygun görmüş. Fakat bu noktada şunun farkına varıyoruz ki, Camus burada belki de veba diyerek bir hastalığı göstermekle beraber, başka bir hapsedilmişliği, belki de Nazi veya Fransız işgalini gösteriyor. Varoluşçuluk ile ilgilenenler bilirler, dünya savaşları bu gibi umutsuz felsefelerin doğumunun temel sebebidir. Fakat Camus ve Sartre felsefeleriyle dünyanın üzerindeki pesimist havanın ne kadar absürt olduğunu gösteriyorlar.

Tüm romanın merkezinde olan Doktor Rieux işte bu umudu en sağlam taşıyan kişilerden biri. Salgının sürdüğü aylar boyunca canla başla çalışan doktor, aslında kitaba başka bir açıdan da katkıda bulunuyor. Fakat orası spoiler olur geçelim. Benim dikkatimi çeken ilk ayrıntı; aynı bizim ülkemizdeki salgında da olduğu gibi yetkililerin başta tespit edilen şeye ismini koymaktan endişe duyması, ismi koyduktan sonra halka bunun çok da önemli olmadığını söylemeleri ve sonra iş ellerinde patlayınca şehri kapatmak zorunda kalmaları. Anlıyoruz ki, dünyada yönetimler bir gram bile yol alamamış, kendi iktidar arzuları için binlerce insanın canıyla oynamaya devam etmişler. Bir diğer ayrıntı ise ürünlerin tükenmeye başlaması, suçluların ve yasal kalpazanların karaborsadan para kazanmaya başlaması. Kitapta bu açıdan bitmek olgusu o kadar güzel aktarılmış ki. Aynı şekilde karantina başlayınca yaşanan ayrılık ve özlem duyguları da muhteşem yansıtılmış. Hepimizin deneyimlediği şeyler bunlar, ayrıntılı anlatmama gerek yok.

Biraz da kitaptaki yan karakterlerden bahsedelim, benim ilgimi aslında en çok bunlar çekti. İlki Grand, bir memur ve bir edebi eser yazıyor. Onun o eserde kelimlerle birer birer oynaması, başka hiçbir şey düşünmemesi, ölürken bile onunla ilgilenmesi o kadar etkileyiciydi ki. İkincisi Doktor Castel, bu doktor vebaya karşı bir serum geliştiriyor ve şehir dışından içeriye gelmesine izin verilen tek kişi de Castel’in eşi, ikisinin birbirini tamamlaması ve Castel’in serumunun başarısı da güzel bir ayrıntıydı. Cottard isimli karakter ise veba öncesinde suç işlemiş, veba sebebiyle hapse atılmaktan yırtmış biri. Vebanın devam etmesini isteyen tek kişi aynı şekilde. Cottard kaotik fikirleriyle renk katmış. Sırada benim favorim Tarrou var. Tarrou vebayla savaşmayı göze almış, yanlız yaşayan, savcı olan babasının evinden geçmiş bir sokak filozofu aslında. Kim olduğu pek bilinmiyor, fakat onun organizasyon yeteneğine çok güveniyorlar. Belki de kitaptaki en dramatik son da onun oluyor. Cottard’ın cümleleri ve konuşmaları o kadar doğru yere basıyor ki, bazenleri onun günlüğünden sayfalar da okuma şansı buluyoruz. Diğer bir karakter Rambert. Rambert şehirde kapalı kalmış yabancı bir gazeteci, aylarca şehirden kaçıp karısının yanına gitmek için uğraşıyor, bu fırsat eline geçtiğindeyse bir seçim yapması gerekiyor, mücadele ile kaçış arasında. Bahsetmeye değer gördüğüm son karakter ise Rahip Paneloux. Rahip halkın her felaket sürecinde olduğu gibi ilk başlarda yardımı tanrıda aramasını, sonrasında ise ilgiyi yitirmesini bize gösteriyor. Paneloux ve Rieux arasındaki din-bilim tartışması da bunun bir yansıması.

Karakterler, kurgu vs. açısından muhteşem bir kitap. Tam bir Camus romanı. Sadece bazen çok yorucu olabiliyor, yine de benim için akıcıydı, gündüz okumanızı tavsiye ederim. Bundan sonra Camus’nün yazdığı her şeyi okumaya devam edeceğimi adım gibi biliyorum.
9/10

(Oldukça güzel bir iki altıntıyı da eklemek isterim.

“Bir savaş patladığında insanlar, ‘Uzun sürmez bu, çok aptalca’ derler. Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi.”

“Geleceği, yolculukları ve tartışmaları ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşüneceklerdi ki? Kendilerini özgür sanıyorlardı, oysa felaketler oldukça kimse asla özgür olmayacak.”)

25 Beğeni


Jules Verne - Dünya’nın Ucundaki Fener

Genel olarak güzel bir kitaptı. Verne’in en iyi kitaplarından birisi olmasa da kendisini okutturuyordu.

14 Beğeni

En sevdiğim yazarın en sevdiğim kitabı Veba. 2-3 sene önce okumuştum ve salgın başladığında olayları sanki daha önce yaşamışım gibi hissettirmişti. Umut, umutsuzluk, özlem, elden bir şey gelmemesi gibi duyguları çok güzel yansıttığını düşünüyorum.

Sırada hangi Camus kitabı olduğunu sorabilir miyim?

2 Beğeni

Planetary Cilt 2: Dördüncü Adam bitti.

Planetary çizgi roman serisinin ikinci cildi de bitti. İlk cillte okuduğum hikayeler ve maceralar gibi ilginç ve sırlı maceralar bu ciltte de devam ediyor aynı tonda. İlk ciltte ekibimizi ve organizasyonu tanımıştık, gizemli olaylarla karşılaşmıştık ve Dördüncü Adam diye birisinden söz edilmişti. İkinci ciltte de gizemli, kozmik olaylarla karşılaşıyoruz(ben bir öyküde bir süper kahramana gönderme yapıldığını bile fark ettim) ve nihayet Dördüncü Adam’ la tanışıyoruz. Bu andan itibaren olaylar daha da çetrefilleşecek ve garipleşecek gibi. Orasını da üçüncü cildi alırsak anlayacağız (Alacağız gibi duruyor). :smiley:

Kurgusu, hikayesi, anlatımı çok hoş bir çizgi roman. Hikayeler güzel. Ayrıca Joss Whedon’ ın önsözünü okuyunca fark ettim ki ‘‘sinematik bir çizimi ve anlatımı var.’’ Gerçekten de filmi çıksa kareler hep bu şekillerde görünürdü sanki. Beni bekle üçüncü cilt. :smiley:

16 Beğeni

Sherlock Holmes (Akıl Oyunlarının Gölgesinde) - Arthur Conan Doyle

Sherlock Holmes’u ilk kez orta okul veya liseye giderken (yaklaşık 25 yıl önce) okumuştum. Hangi hikayeydi filan hiç hatırlamıyorum ama çok etkilendiğimi ve Holmes’un gözlem yeteneğine hayran olduğumu net bir şekilde hatırlıyorum. Mesela ona gelen olaylardan birisini, katilin ayakkabısındaki kırmızı renk çamurun sadece belirli bir bölgede bulunması sayesinde çözmüştü. Bu devirde yaşasaydı bu kadar başarılı olamazdı diye düşünmüştüm. Ancak şimdi fark ediyorum ki Holmes’u farklı kılan şey o döneme ait olgular değil, eşsiz gözlem yetenekleri. O yüzden fikrim değişti.

Günümüze dönecek olursak, Martı Yayınları’nın 5 kitaplık öykü serisinin ilk kitabını dinledim. Seslendirme gayet güzeldi, Dr. Watson ve Holmes’un seslerinin farklı olması öykülerin takibini kolaylaştırıyordu. Kaç öykü var saymadım ama ilk defa bir öykü kitabında sıkılmadım. Hatta gayet eğlenceli ve merak uyandırıcı idi. O yüzden kalan kitapları da dinlemeyi planlıyorum. Yalnız öyküler bir süre sonra birbirine benziyor (normal sanırım), sonuç ortaya çıkınca “ben bunu dinlemiştim” hissi oluşuyor. Kısacası her öykü eşsiz gibi görünse de aslında alt yapısı benzeyen öyküler var.

Bunlar haricinde Holmes’un karakteri, mesleğine olan sevdası ve bu sevdası için yaptığı araştırmalar, girdiği zorluklar gibi alt metinde verilen bilgiler daha çok hoşuma gitti. Mesela bir öyküsünde Holmes, bir konu hakkında yaptığı araştırmayı anlatıyordu Dr. Watson’a. O sırada meslek tutkusunu hissedebiliyorsunuz.

Sonuç olarak, kitaba notum 8/10. Dahi dedektif kitaplarını sevenlere tavsiye ediyorum. :slight_smile:

14 Beğeni

Sanal Ülke - Simon Stålenhag

Hem Simon Stålenhag’ı hem de bu türde bir eseri Döngüden Hikayeler ile tanıdığım için, Sanal ülkeyi de bu ilk kitap ile karşılaştırmaktayım ister istemez. Bu kitapların türü art book mu, graphic novel mı tam kestiremiyorum ama beyefendiyi başarılı bulduğum kesin.

Döngüden hikayelerde işin hikaye kısmı çok kopuk kopuktu, önce çizimler yapılmış sonra her çizim için yan sayfasına bir hikaye karalanmış gibiydi. Sanal Ülke’de ise çizimlerle tam bir bütünlüğün yanında hikaye de tek bir akışkanlıkta ve çizimlerle beraber çok hoş bir birleşim oluşturmuşlar.

İşin hikaye boyutu yine az karakterli, topladığımızda bir öyküden hallice ya da bir novella seviyesinde. Çizimler ise asıl etmen, mükemmeller. Kitabın çoğunluk kısmını da bu görsellik oluşturduğundan, kısa okuma süresi ile başına oturulduğunda 1-2 günlük bir keyifle yaşanacak bir macera olmuş.

Simon Stålenhag’ın basılan bu iki kitap arasında bir de Things from the Flood diye kitabı varmış, neden onu atlayıp Sanal ülkeyi basmışlar diye biraz bakındım. Sanırım en meşhur ve beğenilen işi buymuş. Yakın zamanda Things from the Flood da gelirse onu da alır okurum diye düşünüyorum.

15 Beğeni

Mutlu Ölüm var elimde şu an, onu okurum bir iki ay içinde büyük ihtimalle. Şehre dönünce Düşüş ve Tersi Ve Yüzü’nü edineceğim.

2 Beğeni


Murathan Mungan - Yaz Geçer
Çok güzel bir şiir kitabı. Özellikle ilk şiir olan Yalnız Bir Opera şiiri oldukça hoş. Çokça da alıntı yaptım zaten kitaptan. Fakat, şiirler bazen acayip sıkıyor. Boş sembolizm yapmaya uğraşmış gibi duruyor. Baya birikmiş bazı şeyler Mungan’ın içinde, belli oluyor. Şiirleri yazması da baya uzun sürmüş, bu sebepten sanki farklı farklı zamanlarda devam edilmiş havası taşıyor.

Benim şiir zevkim biraz daha farklı bir noktada aslında. İsmet Özel, Metin Eloğlu, Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire, Asaf Halet Çelebi, Walt Whitman gibi isimleri severim. Mungan da bu isimleri okumuş, özellikle Yalnız Bir Opera şiirinde iki tane İsmet Özel göndermesi buldum. Şiirin bir kısmı zaten Mataramda Tuzlu Su şiirini andırıyor.

Kitapta toplam 10 şiir var, uzunlu kısalı. Aşk üzerine ve elbette yaz üzerine çok fazla birikim yansıtılmış. Ben beğendim ama kopuklukluklar da rahatsız edici. Mungan şiirleri okumaya devam ederim belki.
8/10

13 Beğeni

Bir Mars Destanı 5/5

Kısa kısa öykü derlemelerinden oluşan bu kitabı gerçekten çok sevdim. Keşke daha önce okusaymışım. Yazar o kadar güzel açılardan bakmış ki bilimkurguya, çok etkilendim. Kitabın adından anlaşılacağı üzere ilk 2 hikaye Mars’ta geçerken geri kalan hikayeler çeşitli bilimkurgu öğelerinden oluşuyor. Benim en sevdiğim hikaye ise “Eğer Dünyaları” oldu. Dixon sen ne bahtsız adamsın yahu :slight_smile:
Marsta geçen öykülerde ise Tvirll çok sempatik geldi bana. (Bir bir iki, iki iki dört :slight_smile: ) Okumak isteyip bir türlü başlayamayan herkese öneririm bu kitabı. Çok şey kaçırıyorsunuz :slight_smile:

24 Beğeni

Mur Lafferty Altı Diriliş’i okudum. Spoiler vermeyeceğim.

Altı Diriliş, Agatha Christie’den aşina olduğumuz tek mekanda geçen bir gizem-gerilim kitabı.

Hikaye, zihin haritası çıkarılarak o ana kadar sahip olduğu tüm hafızası kaydelilen kişinin, ölümünden sonra oluşturulan genç klon bedenine bu zihin haritasının aktarılması yolu ile bir anlamda ölümsüzlüğün bulunduğu 2493 yılında geçiyor. Dormire isimli geminin altı mürettabatının, yolculuğa başlamadan önce kaydedilmiş olan zihin haritalarına sahip yeni klon bedenleri ile aniden uyanmalarını ve bir önceki bedenlerini uzay gemisi içinde garip şekillerde katledilmiş olarak bulmalarını konu alıyor. Zihin haritaları yolculuğa çıkmadan önce kaydedilmiş olduğu için bir önceki bedenlerinin yolculuk sırasında gemide geçirdiği 24 yılda neler yaşadığını bilmeyen, kim tarafından, neden ve nasıl nasıl öldüklerini hatırlamayan altı kişinin bu sorulara cevap aramasını anlatıyor.

Konu fazlasıyla ilgi çekici ve merak uyandırıcı. Dolayısı ile hikaye okuyucunun tüm ilgisini üstünde tutmayı başarır sanabilirsiniz ama durum benim için pek böyle olmadı. Bunun en büyük nedeni anlatımın ve karakterlerin aşırı basit yazılmış olması.

Zaten hikaye ilerledikçe gemide ipuçları bulurlar, bu ipuçları onları başka ipuçlarına yönlendirir, karakterler ne olduğu çözebilmek için kafa kafaya verip bu ip uçları üzerinde beyin fırtınası yaparlar. Bir o karakterden şüphelenirsiniz bi bundan diye bekliyorsunuz doğal olarak ama alakası yok. Biri bir şey biliyor ama söylemiyor, diğeri biliyor ama bildiğinin farkıda değil, öbürü unutmuş rasgele hatırlıyor vs. vs. vs. gibi sevimsiz, bayat, sıkıcı bir gidişat söz konusu.

Hikaye daha birinci sayfadan direkt olarak olayların tam ortasına dalıyor ve kitabın henüz ilk birkaç sayfasında karakterlerin hepsiyle tanışıyoruz. Yazar böylesine dikine bir girişin üstüne, henüz kitabın başında geminin ne taşıdığı, nereye gittiği, mürettabatın ortak noktalarının ne olduğu gibi konuları gidişatın içinde yayarak hikayeye yedirmek yerine sadece birkaç paragraf ile alenen özet geçiyor. Bu kadar bodoslama bir giriş zengin bir anlatım ile çok ilgi çekici olabilirdi fakat bu kadar sığ bir anlatımın olduğu bir hikayede malesef herşeyin içinin boş kalmasına yol açıyor. Yazarın dili de malesef oldukça basit. Cümlelerin çoğu wattpad kitapları gibi 4-5 kelimeden oluşuyor. Bu çeviriden kaynaklı değil, orijinal metinde de durum böyle.

Karakterler de bence kitabın oldukça başarısız olduğu konulardan biri. Zaten kitapta betimleme yok gibi birşey. Ne ortamın ne de karakterlerin hemen hiç biri doğru düzgün betimlenmiyor. Kitabın tek odak noktası olan karakterler, sanki vitrin mankeni betimleniyormuş gibi “İnce uzun yapılıydı, saçları kısaydı.” denip geçiliyor. Dolayısı ile ne karakterler ne de içinde bulundukları ortam gözünüzde canlanlanıp imgelenmiyor. Malesef karakterler gerçek bir insan karekterine sahip olmaktan da çok uzaklar. Gerçekçi olmayan şeyler söyleyip tutarsız ve yapmacık tepkiler verebiliyorlar. Kitabın başından sonuna kadar bir kuklacı hacivat-karagöz oynatıyormuş hissi verdi.

Hikayede yer alan geminin yapay zekasının “Ama şöyle olursa ne olacak? Yapay zeka size yardım eder. Ama böyle söylersek ne olacak? Yapay zeka sizi dinliyor olacak. Peki böyle bir şeyle karşılaşırsak ne olacak? Yapay zeka kontrolü devralacak.” şeklinde yazarın her başı sıkıştığında başvurduğu bir kaçış noktası görevi görmesi de gidişatı basitleştiren bir unsur olarak gözüme çarptı.

Hikayede insan klonlamanın etiği ve teolojisi üzerine ilgi uyandıran öngörüler ve irdelemeler de yer alıyor fakat anlatım ve karakterler bu kadar basit olunca bunların hiç bir derinliği ve önemi kalmıyor. Bu yüzden kitabı okurken aklımdan sürekli “Bu kitap keşke PKD gibi anlatımı on kaplan gücünde olan bir yazar tarafınan yazılsaymış.” diye geçirip durdum.

Kitabın muhtelif ödüllere aday gösterilmesini, yazarın politik doğruculuğun dibine dibine vurarak hikayeye gerekli gereksiz her sınıftan bir karakter koymasına ve süper ultra mega güçlü karekterli kadınların habire gözümüze gözümüze sokulmasına bağlıyorum. Zaten artık bunu yapmazsanız homofobik, seksist ve faşist damgası yiyorsunuz, o da ayrı bir konu. Aşırı basit anlatıma ve sığ karakterlere aşina olan young-adult ve wattpad okuyucularına gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim fakat iyi kötü edebi yönü de olan kitapları okuyanlar, ilkokul piyesi oykuyormuş hissine kapılıp okudukları hikayeden zevk almayabilirler.

16 Beğeni

METAMORPHOSES (DÖNÜŞÜMLER)

Dönüşümler, yaratılıştan başlayıp Julius Caesar’ın ölümüne kadar yaşananları anlatan bir epik şiir. Aynı zamanda Yunan-Roma mitoloji derlemesi olarak da görülebilir. Aralarında en meşhurlarının da bulunduğu 250’den fazla öykü içeriyor. Fakat bana her şeyi sıfırdan anlatacak ve her detayını öğreneceğim diye bir beklentiyle okumayın. Örneğin Perseus’un olduğu hikayeler var ama baştan sona Perseus’un hayatı anlatılmıyor. Sayfa sayısı bu kitaba yakın olan Aeneas burada birkaç bölüme indirgenmiş.

Ben çok az mitoloji bilgimle okumaya başladım. Okuduğum versiyonunda bol bol not vardı, onların yetmediği yerde de googledan isimlere baktım. Çok akıcı bir deneyim olmasa da eğlendim ve öğrendim.

Kitapta kimler var derseniz, baş tanrılara ek olarak: Daphne, Pan & Syrinx, Io, Phaethon, Narcissus & Echo, Bacchus, Cadmus, Perseus, Persephone, Arachne, Niobe, Procne & Philomela, Medea, Jason, Theseus, Minos, Cephalus, Daedalus, Hercules, Orpheus, Adonis, Midas, Achilles, Ajax, Ulysses, Aeneas, Scylla, Circe… saymakla bitmez. En sevdiğim bölümler ise Yaratılış Destanı, Procne & Philomela, Fama’nın Evi, Ajax ve Ulysses’in tartışması, Pisagor’un konuşması ve Epilog oldu.

13 Beğeni

Makine Yazı // John Crowley

Yeni yarıladım ve yaklaşık 1 aydır okuyorum :face_with_head_bandage: İnanın hiç akıcı değil bitse de gitsek modunda okuyorum. Bilimkurgu ögesi yok, doğru düzgün bir olay yok anlatıp duruyorlar. BK serisi biriktirmesem asla alıp okuyacağım bir kitap değil malesef. Tek beğendiğim yönü kitaptaki karakterlerin isimleri oldu. Günde Bir Kez , Konuşan Saz, Kırmızı Boyalı…gibi gibi

14 Beğeni

8 Beğeni

Arka arkaya iki kolay anlaşılır, “popüler” felsefe kitabı okudum. Bir seneden beri kurgu yazını dışında pek bir şey okumadıgım icin araya bilim, felsefe, politika ve tarih sıkıştırmaya karar verdim. Her iki kitabı da çok beğendim, her ikisinin de hem çevirileri hem editörlükleri dört dörtlüktü.

Felsefenin Kısa Tarihi’nde 40 önemli filozofun, kronolojik olarak, dört beş sayfalık felsefeleri ve hayat görüşleri mükemmel biçimde özetlenmiş. Kitap, Sokrates’le başlıyor ve cağdaş filozoflardan Peter Singer’la sonlanıyor. Nigel Warburton’in üslubu yalın ve eğlendirici. Her bölümü severek okudum ve daha önce (utanarak!) hicbir eserlerini okumadığım David Hume, John Stuart Mill, Jeremy Bentham ve A. J. Ayer gibi filozofları kısacık da olsa tanımış oldum.

Sokrates Öncesi ve Sonrası ise Senem Onan’ın çevirdiği ve Celâl Sengör’ün editörlüğünü yaptığı, araya yüzlerce dipnot sıkıştırarak okuyucuyu bilgilendirdiği, antik Yunan filozoflarına odaklanan bir eser. Milatlı Thales, Anaksimandros ve Pythagoras gibi Sokrates öncesi bilim adamı/filozofların görüşleriyle açılıyor. İyonya Okulu olarak adlandırılan bu bilim felsefesi filozofları, dünyayı ve evreni açıklamak için ilk defa pozitif bilimleri kullanıyorlar ve “tanrılara ve dine” gereksinmiyorlar.

Kitap sonrasında Sokrates’in felsefesine giriyor. (Sokrates felsefesini yazıya geçirmeyi reddettiği için, onun hakkında bildiklerimizi öğrencileri Platon ve Ksenofon’a borçluyuz.) Devamında, Platon’un Sokrates’ten esinlenmesinden, onun fikirlerini kendi dehasını katarak geliştirmesinden bahsediliyor. Kitap, Platon’un öğrencisi Aristoteles’in, Platon’un soyut ve “bilinmezci” görüşlerinin aksine (Formlar teorisi), daha empirik ve pratik, doğayı doğrudan gözlemleyerek anlayabileceğimizi savunan görüşleriyle noktalanıyor.

Rafael’in Atina Okulu resmi:

Solda yaşlı Platon, semayı işaret ediyor. Sağda, öğrencisi Aristoteles elini ileriye yatak şekilde uzatarak, daha pratik ve empirik felsefesini vurguluyor.

16 Beğeni

Adsız2

ROSEMARY’NİN BEBEĞİ - IRA LEVIN

Kitabı bitirdim. Kendini okutan, sıkmayan bir kitap ama gram korkunç bir şey gözüme çarpmadı. Sadece sonlara doğru hafiften gerdi ve kitap bitene kadar ana karakterler (özellikle Rosemary) bana sinir krizi geçirtti :sweat_smile: Devamlı bir gizem havası var, bu yönden oldukça güzeldi ama korku olarak zayıf buldum açıkçası. Konusu; Rosemary ve Guy çifti bir apartmana taşınır ama o bölgede hep gizemli olaylar, ayinler, cadılık, intihar vakaları meydana gelmiş ve halen gelmekte, ama olsun ev güzel, ev büyük, ev tam hava atmalık :smiley: O yüzden o daireye taşınıyorlar ve taşınmalarıyla birlikte yavaş yavaş olaylar gelişiyor. Normalde kitaba 6.5 puan verecektim ama kitabın sonunu beğendiğim için yükselttim.

Puan: 7.5/10

19 Beğeni

Ray Bradbury’den Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana kitabını bitirdim. Kitap şiirsellik açısından iyiydi. Bradbury’nun klasik üslubunu burada da görüyoruz. Ancak karanlık- korku öğeleri açısından zayıftı. Bradbury’den okuduğum tüm kitapları şu ana kadar severek okudum ama bu kitap beklediğimi vermedi malesef. Sonbahar Ülkesi’ne 10 puan verirken bu kitaba 7 puan veriyorum. Sanırım öyküde daha başarılı Bradbury. Güneşin Altın Elmaları bu seriden çıkarsa onu da okurum ama.

Yani şu seriden okuduğum kitaplar içinde iyi dediğim kitaplar Sonbahar Ülkesi, Cadılar Bayramı Ağacı ile kitaplarını başka yayınevinden okumuş olsam da Poe ve Lovecraft kitapları.

Hareket İblisi ile İtfaiyeci’yi yarıda bıraktım, Dokudünya ise gizem açısından eksik bir kitaptı. Yani bıraktığınız herhangi bir yerden devam etmeye itecek bir şey yoktu. Olay örgüsü açısından iyiydi ama beni oku demiyordu kitap.

Şans vermeyi düşündüğüm Kara Örümcek, Tut ki Bir Rüya Gördün ile Tuhaf Hava ve Üç Sahtekar kitapları var.

Şunu da sormak istiyorum. Alfa toplu olarak Sherlock bastı malum. Direkt öykülerden başlasak olur mu? Hontoni arigato gozaymasu.

13 Beğeni

Kırmızı ve Siyah - Marie - Henri Beyle Stendhal (Çeviren: Şerif Hulûsi)

Kırmızı ve Siyah, romantik bir başkarakterin gerçekçi bir portresi, bir bildungsroman, Fransa tarihine ait dönemsel bir analiz ve Auerbach’ın deyimiyle “küçük burjuva kökenli bir yurttaşın sadece, handiyse mutlak gücü elinde bulunduran kilise sayesinde bir yerlere gelebileceğinin, bile isteye ikiyüzlü olmanın” romanı. Yetenek, sıkı çalışma, hile ve içten pazarlıktan müteşekkil Julian Sorel’in başka çıkması gereken ya da bir başka deyişle organik bir bağ kuramadığı bir dünya içerisine tesadüfen atılmasının hikâyesi. Ve bu hikâye peşinde sürüklenen sayısız varsayımlardan biri olarak adı, Sorel’in ikircikli yol ayrımı, Kırmızı ve Siyah, ordu ve din. Peki günümüz okuru için Kırmızı ve Siyah sadece bu perspektifler arasına konumlandırılıp "klasikler müzesi"nde tozlanmaya mı bırakılmalı? Bu noktada cevabımız hayır; araçlarımız sınıf, ırk ve cinsiyet; hedefimiz sosyokültürel ve tarihsel bir bağlamsallaştırma olmalı. Stendhal’ın altını, çarpıcı bölümlerde sayısız kez çizdiği hayvandan insana, ötekileştirilenden kabul edilene büyüyen bir baskı ve boyun eğme gölgesini fark etmeli elbette. Bir de yoldaş seçmeli kendimize, en iyisinden, Beauvoir mesela. Karıştırmalı sayfalarını İkinci Cinsiyet’in. Ve durmalı o noktada, Beauvoir’in kaleminin kağıda bıraktığı üç kelimeye odaklanmalı anlamak için: Gerçek olanın romaneski. Kimi anlamak? Elbette kadınları, Madam de Rênal’i, Mathilde de la Mole’u. Bir yandan hatırlarken Effi Briest’i, Mtsenskli Lady Macbeth’i. Karnaval romantizmi ile porselenleştirilen kadın imajını darmadağın eden “etten kemikten yapılmış” kadınları görmeli. On dokuzuncu yüzyılın orta yerinde gerçekliğin tarafını seçen kadınları, tüm mistikleştirmelerden uzakta tüm ikilemleriyle yükselen ve yalnızca basit bir insan olabilmenin huzurunu yaşayan tanrısallıktan uzak Stendhal kadınlarını. Ve Simone’a kulak vermeli: Düşlerin uydurduğu hiçbir şey gerçek bir insan varlığından daha sarhoş edici olamaz. Ve okumalı yeniden Stendhal’ı, romaneskten feminizme uzanan damarlarını görmeli. Varmalı o deniz fenerine, ve bakmalı, üzerinde siyah harflerle tozlanmış bir yazı: Ne denizkızı ne de peri, yalnızca kadın.

7 Beğeni


Bernhard Schlink - Okuyucu
Vurucu, çarpıcı, alt-üst edici bir roman. İlişkiler ön planında Nazi Almanya’sının pisliklerden, yargı sorunlarına kadar geniş bir arka planda konuları işliyor kitap.

15 yaşındaki sarılık hastası ana karakterimizin 35 yaşında bir kadına aşık olması ve onların ilişkisi işleniyor. Bir rastlantı eseri bu kadınla tanışan çocuk hastalığı atlattıktan sonra ona teşekkür etmek için yeniden evine gidiyor. Bu teşekkür ziyaretinde başlayan ilişkileri çocuğun tüm davranışlarını değiştiriyor. Çocuk kadın vücudunu bu kadın sayesinde tanıyor vs. Buralarda kendisinden yaşça büyük bir kadına aşık olmanın ona nasıl etkiler verdiğini görüyoruz. Kadınla bisikletli tatil yapabilmek için pul koleksiyonunu satıyor ve hoşuma giden bir ayrıntı olarak, otele anne oğul olarak yazılıyorlar. Fakat ilişkilerinde yaşanan bazı sorunlar var, bu sorunların sebebini de kitabın sonunda öğreniyoruz. Böyle basit bir meseleden çıkan sonuçlar oldukça şaşırtıcı, fakat incelememi okuyan kimsenin spoiler yemesini istemem.

Kadınla ilişkileri bitiyor ve yıllarca birbirlerini görmüyorlar, ta ki çocuk hukuk fakültesine giresiye ve hocası Nazi dönemi suçlularının yeniden yargılanmasını sağlayan bir profesör olasıya kadar. Hocasının yürütülmesini sağladığı davanın zanlılarından biri de bu kadın. Nazi döneminde bir ara toplama kampında çıkan yangında esirleri kurtarmamaları yüzünden yargılanıyorlar ve kadın mahkum ediliyor.

Biz işte tüm süreçte çocuğun ağzından aşık olduğu ama onu terk eden kadına bakışını görüyoruz. Kadının uzun hapis yıllarında da adam kadına eskiden yaptığı gibi romanları okuyor, fakat bu sefer kasetlere kaydedip hapishaneye gönderiyor. 15 yıllık bu sürecin sonunda da kadın hapisten çıkıyor fakat hiç beklenmedik şeyler oluyor ve çocuk, dava sürecinde fark ettiği ama söylemediği, kadının hayatını bitiren o sır ile tekrar yüzleşiyor.

Muhteşem bir roman, kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Yüzyıl sonra Suç ve Ceza, Savaş ve Barış seviyesinde bir roman olarak anılacağını düşünüyorum. Kitaptaki hukuki ayrıntılar da yazarın kendisinin yargıç olmasından kaynaklı olsa gerek. Dili çok güzel, konu muhteşem vs. yazara bakmaya devam edeceğim.
9/10

indir (1)
Enis Batur - Gülmekten Ölmek
Meraklısı değilseniz, okumanıza gerek olmayan bir kitap. İncelediği konular çok geniş, fakat inceleme biçimi çok soyut. Enis Batur ile çok ortak zevkimiz var; Beckett, Rimbaud ve Kafka gibi. Enis Batur bunlara, onların üslubu ile yaklaşıyor sanki. Görseller, kapak tasarımı, okuma kolaylığı açısından güzel. Fakat sanki Enis Batur kitabı okur değil de kendisi anlasın diye yazmış.

Yılların birikmişliği var kitapta belli, bahsedecek şeyler dolmuş dolmuş, Enis Batur da bunları kitaba aktarmış. Görsel seçimleri bence oldukça iyiydi, fakat şöyle söylemeliyim kitaptan hiçbir şey anlamıyorsunuz. Sembolizm de yok, abstract bir sanat değeri de yok. Akılda kalanlar, okunmuşlardan hatırlananlar var kitapta.

Ama bu anlamsız bütün içinde çok güzel hikâyeler de var, mesela şu Demokritos’un hikayesi:
“Hikâye hem de nasıl alımlı. Demokritos Abderalı; halkı tarihe alıklığıyla geçmiş o yerleşim birimi Trakya’da, Ege kıyılarındaymış. Gün gelmiş, Demokritos kentin dışına çıkmış, dermeçatma bir kulübeye yerleşmiş, ne olduğunu anlamak için yanına gelen Abderalılar filozofun durmadan güldüğünü görünce endişeye ve kedere kapılmış, dönemin ünlü hekimi Hippokrates’e mektupla durumu bildirerek yardımını istemişler. Demokritos’u tanımayan, ama ona uzaktan büyük saygı besleyen hekim hemen yola çıkmış, Abdera’ya vardığında onu yanına götürmüşler, iki ulu adamı başbaşa bırakmışlar. Bir bütün gün dinlemiş filozofu Hippokrates ve asıl delirenin Abderalılar olduğunu anlamış: Bu durumda yapılası tek şey, gerçekten de, gülmekmiş.”

Kitabın en güzel bölümü, ismini de veren gülmekle alakalı bölüm. Bergson’dan Demokritos’a gülmenin geniş bir felsefesini gösteriyor bize. Gülmekten ölmeye dahil kısım:
“Başka dillerde rastlanıyor mu bilmem, bizimki elveriyor: Gülmekten ölmek.
“Gülmekten öldüm” bir deyiş biçimi, bir yakıştırma tabiî:
Cümleyi kuran karşımızda, sapasağlamdır; herhangi bir nedenle çok, ölesiye gülmüş olduğunu aktarır. Ben duymadım ama, ölürken gülen herhalde yoktur ya, en azından kuramsal olarak, gülerken, çok, pek çok güldüğü için ölen, bir bakıma çatlayan kişi(ler)den söz edilebilir sanırım.”

Kitabı okumanıza çok da gerek yok, ama ben sevdim. Enis Batur’a bakarız belki, daha doğru bir kitapla.
6/10

14 Beğeni

Çocukluk - Tove Ditlevsen (Çeviren: Leyla Tamer)

Bir rüzgar esip sürüklüyor çocukluğumuzu, ince ve yassı, pembe bir krepon kağıdı misali. Hakiki ama yalanlara gebe naif bir hatıra gibi, resimli bir kitabın parlak sayfalarında donuk bir gezinti. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi ya da Ditlevsen’in kendisi. Bu dünyaya yabancı, kafası geleceğin sorunları karşısında mahşer yeri, ensesinde o çok uzakken yakın olan ölümün nefesi. Otobiyografinin ötesi, kurmacanın gerisi, otokurmacanın tedirgin nesnesi. Karşımızda yükselen Çocukluk, Ditlevsen’in sonsuzluğa açılacağı bir kuş kafesi.

Bir sayfa açılıyor önümüzde, bir manzara resmi. Güzel ama donuk, eski bir İskandinav kartpostalı, bir ev, tüten bir baca, asla açılmayan bir pencere ve pencereden süzülen soğuk ikindi güneşi. Birtakım hakikatleri parlatan soluk sarı bir çaba bu. Fakat amansız ve gri gerçekler vardır elbet, hiçbir çabanın aydınlatamayacağı gölgeler. Mutlu olmasına izin verilmemiş ve kimsenin mutlu olmasına izin vermeyen ebeveynler; bazen küçümseme, bazen aşağılama ve bazen de bir kanama ile yarım bırakılan hikâyeler. Soğuk ve rüzgarlı bir çağ bu çocukluk, aile kasvetli, aile yıkıcı, aile karanlık. Ve yıkmak diyor Ditlevsen, ve yalan söylemek. Çünkü gerçeği ortaya çıkarmak için yalana sığınmalı ara sıra. Ara sıra. Çoğunlukla. Hemen hemen her zaman?

Kimsenin şiirlerini sevmediği bir çocuğun hikâyesi Çocukluk, kendisini dinleyip anlayacak o gizemli kişinin peşindeki avarelerin buruk bestesi. Kitaplardan bilinen ama çocukluğun bahçesinde rastlanmayanın peşindeki kayboluşların tedirgin yankısı. Maskelerin masalı bu. Maskeler, ki arkasında erkekler, gizli gizli ağlayan, cenderelerde kısılı, sessiz ve yalancı. Maskeler, ki arkasında kadınlar, hayatları ıskartaya çıkartılanlar, varolmak için erkekleşmeye mahkum edilenler, sırtından sopa karnında sıpa eksik edilmeyenler. Maskeler, çocukluğun elma çiçeğini yetişkinlerin yalan hayatından korumak isteyen ama koruyamayan o aciz kalkanlar.

Pul pul dökülen bir deri, belleğin derinlerinde bir tortu: Çocukluk bu, sahibi küçük Tove, küçük sen, küçük ben. Dikiyoruz gözlerimizi gecenin karanlığına, arıyoruz akşam yıldızını, bilerek payımıza düşeni: Başucumuzda kalan, kırık dökük bir çiçek dürbünü.

4 Beğeni

Şerif Hulusi çevirisini nasıl buldunuz acaba?