Ceviriyi nasil buldunuz? İletisim de Ergin Altay tercumesini basmisti, o donem ben onu tercih etmiştim. Ciltlisi nadir kalan HAY Dostoyevskilerden.
Koushun Takami Ölüm Oyunu’nu (Battle Royale) okudum. Açıkçası umduğumdan çok daha basit yazıldığı için beğenmedim.
Diğer bir konuya yazdığım gibi 50 kişinin rasgele verilen silahlarla birbirlerini öldürmeleri için bir adaya atılması, zaman ilerledikçe adanın belli bölgelerinin “yasaklı bölge” ilan edilerek yarışmacıların gidebilecekleri alanların peyderpey azalması ve eninde sonunda bir yerde toplanmak zorunda kalmaları konsepti ile PUBG, Warzone gibi “Battle Royale” oyun türünü doğurmuş ve adını vermiş bir roman.
Her şeyden önce hikayenin temelini feci derecede basit ve absürt buldum. Totaliter bir yönetim, demir yumruğunun gücünü gösterip halkı terörize ederek isyan etmelerini engellemek, boyun eğdirip kontrol altında tutabilmek için “Askeri ve psikolojik veri topluyoruz.” kılıfı altında her sene rasgele okullardan seçtiği bir sınıf 15 yaşındaki lise öğrencisini kaçırıp izole bir ortama atarak birbirlerini öldürmelerini istiyor. Hayatta kalan son öğrenciye plaket verilip evine yollanıyor Yazar büyük ihtimalle böyle bir “Battle Royale” konsepti hayal ettikten sonra mantıklı bir temele oturtmaya çalışmış ama bence hiç olmamış.
Genel anlamda sahneleri, karakterleri, olayları, diyalogları, ikili ilişkileri vs. tam olarak bir ergen anime romanlaştırması gibiydi. Karakterlerin 15 yaşında çocuk olması, aynı ergen animelerinde olduğu gibi kanlı bıçaklı katliamın ortasında vıcık vıcık aşk meşk, arkadaşlık dostluk işlerine girilmesi, kötü karakterlerin sebepsiz mutlak kötüler olması, karakterlerin boyunlarına “bakın kurallara uymazsanız patlatırız haa” diye patlayıcı tasma takılması vs. işin suyunu çıkararak fazla basitleştirmiş.
Yazıldığı 90’lı yıllarda okusaydım belki yenilikçi bir hikaye olduğu için daha pozitif yaklaşabilirdim ama benzer konsepte sahip sürüyle yapım izleyip oynamanın üstüne, bahsettiğim gibi mantıklı bir temeli olmayan bir yapım daha tüketmek bana pek zevk vermedi.
Caner Kösedağ - Sonun Arzusu @objetpetitraven
Caner Kösedağ’ın KDY etiketiyle yayımlanan Sonun Arzusu, 52 sayfalık kısa ama yoğun bir öykü kitabı. Sekiz öyküden oluşan bu kitap, gotik atmosferi, melankolik karakterleri ve bilinçdışı temalarıyla dikkat çekiyor.
Kitabın açılış öyküsü Kara Manastır Ormanı, karanlık betimlemeleriyle başlıyor ama “kasvet” kelimesinin sık tekrarından dolayı biraz yorucu geldi. Yazarın ilk öyküsü olduğu için bu acemilik doğal; neyse ki diğer öykülerde bu tekrarlar azalmış. Özellikle Kızıl Gözler adlı ikinci öykü, hem öykü içinde öykü yapısıyla hem de sürpriz sonuyla oldukça başarılıydı. Eleonora’nın Cinayeti ise gotik romantizmin izlerini taşısa da biraz aceleye gelmiş gibiydi; biraz daha derinleşseydi çok etkileyici olabilirdi.
Kitaptaki en olgun öykü bana göre Gölge’ydi. Bilinçaltı semboller, rüyalar ve toplumsal yabancılaşma çok güzel harmanlanmış. Sonun Arzusu ve Kopuş da daha çok içsel yüzleşmeler ve ruh hâli üzerine kurulu kısa ama etkili anlatılar. Açlık ise imge kullanımı ve karakter derinliği açısından oldukça başarılıydı.
Aynadaki Kadın ise romantik ve tıpkı kitabın kendisi gibi karanlık bir öykü. Mitolojideki Narcissos’un kaderine benzer bir kaderi yaşıyor Alaric, ama başka bir yansımada…
Sonun Arzusu, kısa öykü sevenler, gotik edebiyatı takip edenler ve sembolik anlatımları seven okurlar için ilgi çekici bir kitap. Edebi yolculuğunun başındaki bir yazarın iç dünyasını samimi bir şekilde yansıttığını hissediyorsunuz.
Kitaba şans verip okuduğunuz ve incelediğiniz için teşekkür ederim. Benim için çok değerli bu yorum. Beğenmenize çok sevindim. İkinci kitap için yazmaya başladım bile
Kitabımı fiziksel olarak baştan sona okudum. Sanki farklı bir okur gözüyle. Dersler çıkardığım yerler oldu. İkinci kitabım daha iyi olacaktır. Diğer yandan Sonun Arzusu içime sinen bir kitap oldu.
Yazar bakışı metni:
Kitabım Sonun Arzusu; 52 sayfalık, 8 öyküden oluşan bir derleme.
Neden 8 öykü?
8 rakamını yan çevirdiğimizde sonsuzluk sembolünü görüyoruz. Aslında bu benim kendime ve okurlara olan bir imaydı. Kendime olan ima şu anlamdaydı: Umarım yazmaktan vazgeçmem ve daha çok öykü yazıp ikinci, üçüncü, dördüncü kitabımı çıkarabilirim. Okurlara olan ima ise şuydu: Umarım bu eser sizin kafanızda uzun bir süre yer eder. Açık bir ima değil biliyorum. Sadece ben anlıyor olsam bile sorun değil. Bu benim kendime verdiğim bir mesaj.
Kitabımda ne var?
Kitabımdaki öykülerde, kahramanlar içsel çatışmalar ve korkular, varoluşsal sancılar ve yok oluşun kendisini yaşamaktalar. Kendi üslubum ve dilimle, modern çağın sorunlarını, gotik türe ait bir tarzda öyküleştirdim. Sonun Arzusu içime sinen bir çalışma oldu gerçekten.
Dil kullanımı nasıl?
Poe’dan dil yapısallığı olarak şu şekilde ayrılıyor; Poe’nun dili daha stilize, kontrollü ve şiirsel iken benim dilim daha ham ve kaotik.
Durumlar, duygular, düşünceler hızla değişiyor. Bunun sebebi ise öykülerimin malzemesinin benim kendi bilinçdışım olması.
Öykülerimi yazarken serbest akışla yazdım. Bilinçdışım bana malzemeleri verdi ve ben de onları öyküleştirdim. Bu doğrultuda, öykülerimi okuduğunuzda, bir insanın zihninin arka odalarının, Freud’un söylemiyle, kaotikliğini öykülerde hissedeceksiniz.
Şimdi öykü öykü gidelim.
Önsöz… Öykülerimde tamamlanmamışlık hissi olabilir ama aslında bu kasıtlı. Öykülerdeki karakterler evrensel karakterler ve her insanın ortak olarak paylaşabileceği figürler. Bu bağlamda okurun kendisinin öyküdeki karakterin yaşadığını anlamasını ve kendi bilinçdışına dönmesini istiyorum. Bunu önsözde de yazdım. Okurun kendi gölgesine bakmasını ve yüzleşmesini; bu doğrultuda öyküleri kendi bilinçdışıyla tamamlamalarını istiyorum.
Kara Manastır Ormanı benim en amatör öyküm. İlk yazdığım öykü. Dürüst olalım, yapay bir karakter gelişimi söz konusu. Diyaloglar da pek derin değil. Fakat öykünün psikolojik boyutu derin, fakat bunu okuyucuya iyi geçirebildim mi, emin değilim. Jungyen kuram perspektifinden düşünelim. Öyküdeki karakterler gölge arketipi, çocuk arketipi ve kahraman arketipini simgeliyor. Bu bağlamda, öyküdeki Lucy’nin psikodinamik analizini yapmayı size bırakıyorum.
Kızıl Gözler öyküsü ile direkt 2. öyküden iyileşmemi görebiliyorsunuz. Belirsizliği, kaderi, varoluşu ima ettiğim bir öykü. Başarılı bulduğum bir öyküm açıkçası. Psikotik bir katil üzerinden belirsizliği işliyorum.
Eleonora’nın Cinayeti ise gotik romantizm örneği bir öykü ve ana karakterin sevdiği kadın (aslında imgesel olarak ölüm) üzerinden melankolisini işlediğim, kişinin ölüme karşı olan bakış açısının dürüstlüğünü sorguluyorum. Potansiyeli olan bir öykü. Bu haliyle de mesajı veriyor fakat daha da derinleştirebilirdim.
Gölge benim en uzun ve yapılandırılmış öyküm. Jung’un gölge benlik kavramının işin içinde olduğu; birey-toplum-aşk üçgeninde kişinin ne kadar ekstrem uçlara çıkabileceğini anlatıyorum.
Sonun Arzusu kitaba adını veren öyküm. Karakter kontrol eksikliğini telafi amaçlı ölümü arzuluyor. Bu içten istiyor. Bunu isterken çeşitli hallerin olduğu duygulanım yaşıyor.
Kopuş ise Jacques Lacan’ın eksiklik kavramına atıfla başlıyor. Yine arzu ve Öteki kavramları üzerinden insanın sosyal hayvan oluşunu psikolojik gotik bir dille anlatıyor.
Açlık’ta yine varoluşsal sancı yaşayan karakter söz konusu. Ama bu öyküde güçlü imgeler kullanıyorum. Psikolojik gotik edebiyatın temel imgeleri olan kara kedi, kuzgun ve yılanı Ewan’ın özelinde işliyor ve dehşetle başlayan yolculuğunun kurtuluşa erdiğini anlatıyorum.
Aynadaki Kadın’da kimlik ve toplum gerilimi yaşayan Alaric’i, kadınlarla olan ilişkisini gotik unsurlarla anlatıyorum. Bu öykümü başarılı bulmakla beraber daha da derinleştirebilirdim. Bu öykünün temelinde Alfred Adler’in kuramı yatıyor.
Yazar bakışından kitabımı bu şekilde anlatabilirim. Umarım iyi bir yazı olmuştur.
Martin Mystere Sayı 219 - İlk Kırk Yıl - Topkapı’nın Hayaleti
Martin Mystere maceralarını pdflerden seçip aldıktan sonra elde okumaya başladım. Hikayeye spoilervari etki etmeyecek kültürel göndermeleri buraya da aktaracağım -ki okur sayısını çoğaltalım, benim gibi bilmeden meraklısı olacakları aynı çatı altında toplayalım.
40’ıncı Yıl başlığına tav olarak, Çizgidiyarı’ndaki pdfleri keşfetmeden önce aldığım Türkiye’de geçen macerada hem olumlu hem olumsuz detaylar göze çarpıyor. Özellikle ikinci kısım beni şaşırttı.
Önce hikayeyi özetleyeyim:
40 sene önce Martin Mystere Topkapı Sarayı’nın içinde gizli bir geçit bulur. Bugün, o geçidi tekrar açması üzere “Başka Yer” ajanları kendisinden yardım isterler. Oraya döner ve Ali Baba’dan lamba cinine, Binbir Gece Masalları’ndan Göbeklitepe’ye varan Doğu kültürüyle yoğrulacak bir macera başlar.
Hürriyet yanı sıra, Milliyet manşeti de kullanılmış. Erdoğan bahsi nötr sayılabilir. Aşağıdaki karede söylem değil ama çizim taraflı gibi.
Şu da yabancı gelmiyor.
Gelelim Doğu esinlerine;
Ali Baba masalının “twisted fairy tales” tarzında anlatımı hoş bir detaydı. “40 gün” inancı ve nazar boncuğu ile beraber bu serideki özenli çizimleri görüyorsunuz.
Kapalıçarşı esnafı güldürdü.
Atatürk bahsi, Göbeklitepe ve Abdülcanbaz. 1001 Gece Masalları’ndan birkaç çizim de eşlik etmekte.
Maceraların başlarında ve sonlarında verilen bilgiler muazzam. Sırf bunlar için bile fasikül toplanabilir. Referans maksatlı paylaşıyorum.
Sayı değerlendirmesine gelirsek; genel kalitenin altında bir macera, ancak 40. yılı kutlayarak, Abdülcanbaz çizimiyle sonlanması, belki koleksiyoner bünyeler için cezbedici olabilir. Diğer yandan, elden çıkaracak olsam üzülmeyeceğim sebepler sunuyor. Yine de Göbeklitepe, Çatalhöyük, Atatürk, Abdülcanbaz ve masallardan bahis nedeniyle pozitif taraftayım, sanırım elimde tutacağım. O yüzden puanını da vereyim.
Unutmuşum, 2 yerde de uykusu gelenler için Peppa Pig izleme önerisi geçiyordu.
Martin Mystere - Lorem Ipsum
2023’te dilimize çevrilen macera, tarihi kurgulara tutkun okuru memnun edecek sayılardan birine ev sahipliği yapıyor. Zıpkın gibi bir giriş, kitap alışverişinden çıkan dedektifimiz bir “çoksatan” terörüne maruz kalıyor, akabinde kitabın herkesin göremeyeceği bir alicengiz oyunu barındırdığı, “üçüncü göz” vasıtasıyla meydana çıkıyor ve “kara adamlar” ile birlikte bunun peşine düşülüyor.
Güldüren ve düşündüren iki kare (yukarıda)
Sinemasal referans no.1: In the Mouth of Madness (John Carpenter, 1994)
Eleştirel bir diğer kare (yukarıda)
Gelelim esas mevzuya. Lorem Ipsum açıklaması gayet doyurucu.
Sinemasal referans no:2 (aşağıda)
Finalde meta gönderme tercih edilmiş.
Görsel materyalleri fikir vermesi ve seriye başlanması adına yazıya öncelikli tercih ettim. Şimdi yorumuma geleyim:
Tarihi kurguların en büyük avantajı ellerinde geniş bir materyal bulunması. Bu hepsini başlangıç noktasında eşit kılıyor. Başarıyı belirleyen, bu bilginin nasıl işlendiği, ne derece türetilen tali konuya entegre edildiği, gerçeklikten, daha doğrusu, kendi çizgisi içinde inandırıcılıktan ne derece saptığı gibi kriterler oluyor. Elbette konunun ne kadar eskitildiği de mühim -ki Amazonlarla ilgili sayı bundan muzdaripti.
Burada ise, Sator Bilmecesi macerasında göreceğimiz gibi, edebiyatın direkt kendisini ilgilendiren bir meta konu seçilmiş ve bu hem kitap okur kümesini tümleyen bir evrene açılıyor hem de herkesin günlük hayatta karşısına çıkıp da kökenini merak etmediği yahut araştırmadığı hap bilgileri ilmik ilmik işleyerek bağımlılık yaratıcı bir kaynağa dönüşüyor.
Kendi seçtiğim ilk fasiküldü bu seride ve tercihimden fazlasıyla memnun kaldım.
Puanım:
Forum içi etiketlemeler: @Lorem @lorem_ipsu
Jay Asher - Ölmek İçin 13 Sebep
“Ok yarası kapanır fakat dilin açtığı yara kapanmaz.” demiş, Edip Ahmet Yükneki, Atebetü’l Hakâyık’ta.
Yeni bir kasabaya taşındıktan sonra hayata temiz bir başlangıç yapacağını düşünen lise öğrencisi Hannah Baker da insanların kemiği olmayan dilleri ile kalbi kırılıyor, ruhsal bir bunalıma ve en sonunda intihara sürükleniyor.
Bir avuç hap yutmadan önce buna sebep olduğunu düşündüğü on üç kişi için kasetlere ayrı ayrı ses kaydediyor ve muhataplarına ulaşmasını sağlıyor.
Biz, kasetleri diğer on iki kişiden ayrı bir durumda olan Clay ile birlikte dinliyoruz. Clay, Hannah’i içten içe seven, hatta onunla bir partide takılmış fakat duygularını itiraf etmemiş bir genç. Hannah, Clay’i kaset kaydettiği intiharının sebebi olarak görmüyor fakat niçin öldüğünü bilmesini istiyor.
Okulda yaşadığı zorbalık ile başlıyor kalbinin kırıklığı. İhanet, dedikodu, röntgenlenme, hatta taciz.
Derken, bizzat yaşamadığı fakat şahit olup engelleyemediği bir olay yüzünden kendisini de suçlamaya başlıyor, kendisini bilerek aynı olaya maruz bıraktırarak “cezalandırıyor” ve yaşama olan bağlılığı tamamen kopuyor.
En trajik olanı da Hannah’nın ölümüne sebep olanlar için yaptıkları, kendilerince basit şeyler. Eğlencesine. Dedikodu yapmanın ne kadar zehirli bir keyif içerdiğini düşünün, peki dedikodunun konusu olan kişiye ne hissettirir? Hiç önemsemeden havaya savurduğumuz sözler, ya bir kalbe saplanırsa?
İki saat içinde okuyup bitirdiğim, dizisini ise henüz izlemediğim bu akıcı kitaptan bana kalan iki ders sevdiklerime, henüz fırsatım varken sevdiğimi söylemek ve Platon’un şu sözü oluyor: “Tanıştığınız herkes, hakkında hiçbir şey bilmediğiniz bir savaş veriyor. Nazik olun. Daima.”
Birkaç tane istisna dışında kitaptan uyarlanmış filmlerin ya da dizilerin neredeyse her zaman kitaplarını tercih etmişimdir. Bu kitap o istisnalardan biri. Kitap sadece ilk sezonu kapsamakta. Sonraki sezonlar senaryo şeklinde ve her sezonda kalite gittikçe düşüyor. Dizinin ilk sezonu hayatımda izlediğim en iyi gençlik dramalarından biridir. Ortaya çıkan trajediyi kitaptan çok daha başarılı bir şekilde yansıtmaktadır. Eğer izlemeyi düşünürseniz sadece ilk iki sezonu izleyip bırakmanızı öneririm, sonrası cidden çok sıkıntılı.
Martin Mystere - Asrın Buluşu
Güzel bir fumetti macerası daha. Küçültme ışınını bulduğu iddia edilen bir “çılgın bilimadamı” var bu sefer Marty ve dostu Java’nın karşısında. Kahramanlarımız kendilerini küçültme kabininde bulur, neden sonra kendi evlerinde uyanırlar. Video oynatıcıda olan biteni gösteren bir kaset vardır. Kendisine -filme atfen- Dr. Cyclops adını veren mucit bir yandan buluşunu satmak için Savunma Bakanlığı’yla temasa geçer. Mystere’nin hafızasındaki eksik parçalar olayı aydınlatacaktır. Sonu nefis bağlanan bir hikâye olması artı puan.
Sator Bilmecesi
İsminin hakkını vermesini beklerken hikâyesini iki (bir buçuk) sayıya bölen bir macerayla karşılaştım.
Bu sayı elimde olmadığı için elimden çıkaracağım Sator’da anlatılanları şöyle özetleyeyim:
Bu kareler ikinci bölümden.
Meşhur palindrom, Sator sihirli karesinden çıkan bir de haç var, onu da ilk bölümde irdelemişler.
Çoğumuzun anagramlarla başlayan kelime oyunlarına palindromlar ve sihirli karelerle devam ettiği tarihsel yolculukta önemli bir kilometre taşı olan Sator Karesi, muhakkak ki “Tenet” filmi sonrasında daha geniş kitlelere ulaştı; bu sayı daha önce yazılmış olsa da, bu popülaritenin ekmeğini yemeye aday bir konuyu işliyordu ancak bağlantılar zayıf olmakla birlikte insanoğlunun yaşadığı en büyük felaketleri çocuksu bir nedene bağlamak ve bunları bir kez daha hatırlatırken gevşememizi sağlayacak bir hikâye sunamamak, Rotor âyini misali, işleri tersine, aleyhe çeviriyor ve dağın fare doğurduğu bir buçuk porsiyonluk bayat bir menü kalıyor önümüzde. Konulara hâkim olmasam belki puanım bir tık yukarı olurdu ama, şu halde bile cömert davrandığımı düşünüyorum.
Martin Mystere - Sherlock Holmes’un Dönüşü & Sherlock Holmes’un Sırrı
Şimdiye değin okuduğum en iyi Mystere macerası. Şahane bir saygı duruşu, nefis çizimler, gizemin sonuna kadar korunduğu, bir romandan farksız işlenmiş “what if” çeşitlemesi. Spoiler’a girmeden, biraz biraz anlatayım.
Sherlock Holmes tutkunu zengin tebaası bir parti verir, Mystere ve ekibi de Londra’ya davetlidir. Partiyi veren dostu Martin’e Sherlock’un gerçekten yaşamış bir kişi olduğunu kanıtlayacağını öne sürer ancak daha ilk sayfalarda işlenen bir cinayet (kapalı oda esrarı) gizemi son sayfalara kadar taşıyacaktır.
Edgar Allan Poe’den J.M. Barrie’ye, Dylan Dog’dan Kayıp Dünya’ya, bir dolu edebi göndermeyle, yaşamı uzatabilen bir formülün sürüklediği yan temasıyla, Holmes’un İngilizler için önemini ihtiva eden bar sohbetleriyle, kar altında gotik havayı soluyacağınız, her iki fasikülde de bütünlüğünü koruyan bir rüya serüveni.
Aşağıya kimi kareleri bırakıyorum ama 2. cildin son sayfalarına eşlik eden nefis sayfayı saklıyorum, tek başına 5 yıldızı sırtlayan.
Martin Mystere - Delirten Ekran & Elektronik Şantaj
1.5 fasiküle yayılan iki bölümlük macerada belki de bir sinefil için tüm külliyatın en titiz kareleri yer almakta (Spider-man bunu Chameleon ile Lon Chaney ve Bogart yüzünde kullanmıştı) ancak fikir nefisken bunun hikayeye yedirilişi aynı etkiyi yaratmıyor.
Karşımızda Deepfake teknolojisini andırır bir sahtekarlık var, ortaya çıkan “what if” görüntüleri güzel, ancak amaç John McClane’in her filmde yakındığı gibi “yine para” maalesef, haber kanalı müdürlerine gönderilen kasetlerle yapılan şantajdan öteye gidemiyor. Arada Baudelaire, Videodrome göndermeleri vs. Beğendiğim kareleri paylaşayım, 3 yıldızımı verip gideyim.
Not: İkinci fasiküle sarkıp yarısına kalmadan biten maceraları sevmiyorum, ardında başka hikaye başlayan. Bunu da almaktan vazgeçtim o yüzden, denk gelirse bir gün belki. Çok daha iyileri varken.
Selim Nüzhet Gerçek - Canvermezler Tekkesi
Canvermezler Tekkesi, Türk dostu Fransız yazar Claude Farréra’nın La maison des hommes vivants isimli eserinin dilimize uyarlamasıdır. Bu orijinal roman 1955 senesinde, Hamdi Varoğlu tarafından Ölmez Adamların Evi ismiyle çevrilmiş daha önce…
Anlatım akıcı, en başta gizem ve merak unsurları iyi işlenmiş. Ana karakter düşüncelerini, hislerini yoğun şekilde anlatıyor. Kitapta hafif bir vampirizm bile var. Aslında büyük bir beklentiyle okumamıştım. Yazıldığı dönemine göre gayet iyi bir eser diyebilirim. Dilimize güzel adapte edilmiş.
Kitabı bitirince romanın orijinalini de bulup içeriğine biraz baktım. Mekanlar, kişi adları ve bazı olaylar dışında birebir her şey aynı. Ama oradaki anlatım daha net duruyordu sanki…
Kitaptan Alıntılar:
“Korkuyor fakat belirli bir şeyden değil; karanlıktan, hayaletlerden, gecelerden korkulduğu gibi korkuyordum.”
“…aslında hayat hakkında hiçbir kimse bir şey bilmez, bilmemiştir ve bilmeyecektir de. Ancak yaşayanların varlıklarına
etki eden bazı bazı olayları bildiğimizi iddia ederiz.”
Dylan Dog - Zamanı Satan Adam
Öncekilerden daha sağlam bir macera var karşımızda. Batman TAS Clock King bölümlerinin tadı damağında kalanlar ve In Time filmindeki fikrin daha iyi işlenmesini dileyenler için biçilmez kaftan. Üstelik Hitchcock’un “kötü adam ne kadar iyiyse film de o kadar iyidir, en önemli kural budur.” sözünü doğrularcasına, It’s a Wonderful Life kötüsünü aratmayan bir suç dehası, Dylan Dog’u dahi zayıf düşürüp köşeye kıstırmayı başarıyor. Eh, zorluk ne kadar büyükse tatmini de o kadar tatlı oluyor. Guguk Kuşu’ndan On Her Majesty’s Secret Service’ye, sinemasal göndermelerle de renklenen hikayede, ölümcül hastalığa yakalanan, çaresizlik içinde kıvranan insanların bir süre sonra gizemli birine borçlandıkları ve yaşamlarını uzattıkları bir şablon, örüntü ortaya çıkar. Dog da kendisine verilen bu davanın peşine düşer. Tam polisiye kitaplara yaraşır bir senaryo, özellikle de Ann Radcliffe ve takipçilerinin erken dönem mantalitesinde.
Birkaç kare ekleyeyim, iştah açıcı vazifesi görsün.
Bu da final için gelsin;
Dylan Dog - Sonsuz Gece
Scorsese’nin Vertigo için söylediği gibi veya Lynch’in Twin Peaks’i misali, hikayeden çok bir rüyayı andıran görselliği, sembolleriyle, leziz bir sayı; üstelik neredeyse tek kişilik performans. Groucho bile uykudayken!
Hikayeyi etkilemeyen kareleri yukarıda sunuyorum, edinmenizi tavsiye ederim. Günlük hayatta fark etmediğimiz detaylar, iletişim üzerine çok güzel bir mesajı var. 5/5 oldu DD külliyatı okumalarım, henüz fire yok. Puanlamayla noktalayalım.
Dylan Dog - Yukarıda Biri Bizi Çağırıyor
Okuduklarım -ve muhtemelen okuyacaklarım- arasında ayrıksı bir yerde duran bir Dylan Dog macerası. Biraz da karma. Genel X-Files havası devam etmekle birlikte, mizah yoğunluğuyla Tenten, Asterix ve Red Kit tadı bırakması çok şaşırttı. Zira Galler’deki ufak kasaba hem The Crown’da da gördüğümüz gibi Britanya hegemonyasına tepkili hem de mizahı yaratır şekilde, algı ve isim havuzları kısıtlı. Gravity Falls’u da hatırlatmadı değil. Yani atmosfer ve biçim, stil, hikayeden daha çok ön plana çıkıyor, tıpkı Tenten’in mücevher macerası gibi, zira öykünün başladığı yer (ilk çeyrek) itibarıyla, bittiğinde hemen hiçbir şey değişmemiş oluyor. Çözülen yan hikaye zaten ikinci yarıda anlatılmakta. İronik olarak, bunca mizahın ortasında Groucho’nun etkisiz kalması da ayrı bir gülünç yaratıyor.
Mystere’deki gibi kimi gerçek bilgilerin de sunulduğu sayıda, tepenin (Anam Fior), hatta kasabanın adı gibi uydurulmuş isimler de yer almakta. Uzatmadan, seçtiğim karelere uzanalım ve yazıyı noktalayalım.
Kadim uygarlık söylemi ve “taşların dili” teoremi güzeldi. Babil Kulesi’ni görmek de. “Ne umdum ne buldum” diyerek, okuduğumdan aldığım keyif ve bittiğinde kalan “neydi bu” hissiyle, 5 olabilecekken, 4 veriyorum.