Hikaye: Astral Seyahat

Küçük yaşlardan beri bu yeteneğe sahipti. Astral seyahat… Hani şu; ruhunuzu bedeninizden istediğiniz zaman ayırıp, bedeninizin kısıtlamalarına maruz kalmadan, istediğiniz her yerlerde gezdirebildiğiniz yetenek var ya; işte o. Bu onun minik sırrıydı… Çocukluk bu ya; eğer yeteneğinin farkına varılırsa NASA’daki bilim adamlarının, kendisini; incelemek amacıyla parçalarına ayıracaklarından korktuğu için bundan kimseye söz etmemişti o sıralar. Seksenlerin bilim kurgu filmlerinin bildi kalıpları işte… Tabii büyüyünce bu saçma korkudan tamamen kurtulmuştu. Ama yine de bu yeteneğini sır olarak saklama kararlılığını korumayı başarmıştı. Çünkü bilinmemesi kendisi açısından daha avantajlıydı. Kendi küçük sırrı sayesinde başkalarının büyük sırları da onun olabiliyordu çünkü. Eğer insanların, tanıdıklarının, arkadaşlarının, iş çevresinin vb., kendisinin bu yeteneğinden haberleri olsaydı bundan pek hoşnut olacaklarını sanmıyordu. Sonuçta kimse mahrem hallerinin gözlenmesi ihtimalinden hoşlanmazdı. Hele; bunu, tanıdıkları birinin yapması ihtimalinden hepten nefret ederlerdi. “Büyük birader bizi gözlüyor” fikri aşinaydı. Her ne kadar; romanda(1) itici gelse de gerçek hayatta; -internet sağolsun- kabul göreli çok olmuştu. İnsanlar artık en basit uygulamaları bile indirirken, o uygulamaların; yaptıkları her hareketi, gittikleri her yeri, yazdıkları her metni, indirdikleri her diğer uygulamayı ve benzeri pek çok aktivitelerini izlemesi ve kayıt etmesi iznini, bile isteye veriyorlardı. Hele izledikleri o pornolar!.. Belki bu işlemler; makine ve yazılımlar tarafından gerçekleştirildiği için o kadar rahattı insanlar. İnsanlar, insanlar tarafından bilhassa tanıdıkları birileri tarafından izlenmekten hoşlanmazlardı. Onları asıl rahatsız eden buydu. Keza; astral seyahat yeteneğinin olduğunun bilinmesi, çevresindekileri ona karşı temkinli hatta mesafeli olmaya iterdi. Bu da istenen bir sonuç değildi. Neticede insanlar; en ayıp davranışlarını, en iğrenç sapkınlıklarını, en komik takıntılarını yalnızken yahut tanınmayacaklarından emin oldukları yer ve zamanlarda ortaya koymayı tercih ederlerdi.

Bu gizli yeteneği; ona, gerek özel hayatında gerek iş hayatında bir sürü avantaj sağlıyordu. Kariyerindeki hızlı yükselişini bile mesleki kabiliyetinden ziyade astral seyahatteki yeteneğine borçluydu. Tabii ki bunun için patronuna şantaj yapması gerekmişti. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki… Patronu, küçük çocuklara ilgi duyan biriydi. Yok canım öyle insan canlılığı, sevecenlik türünden değil… Bildiğiniz cinsi sapıklık anlamında. Çocuk pornocusu! Pedofilik pezevenk!.. Bunu; bir öğle arası, patronunu internetten çocuk pornosu videoları izlerken yakaladığında öğrenmişti. Bu bilgiyi öğrenmek için ofise gitmesi bile gerekmemişti üstelik. O cumartesi izinliydi. Kendisi yokken ofiste arkasından konuşan var mı, varsa neler konuşuluyor öğrenmek istemişti sadece. Aslına bakarsanız ofis o gün hayli tenhaydı. Patronu da bunun fırsat bilmiş olacak; kendisini odasına kilitleyip, sekreterine de kimsenin rahatsız etmemesi talimatını verip, gizli sapkınlığının tadını çıkarmaya karar vermişti.

O gün çalışıyor olsa, bu bilgiyi elde etmesi imkansız gibiydi. Çünkü ruhunu bedeninden bilinçli olarak çıkardığı zamanlarda, bedeni uyku veya baygınlık benzeri bir hale geçiyordu. Ofiste masa başında uyuyor olmak, hoş karşılanan bir davranış olmadığından, mesai saatleri içerisinde astral seyahat yapmayı pek tercih ediyor değildi. Aslında o sıralarda; gider azaltma gayesi ile şirketten en az beş altı kişinin işten çıkarılacağı konuşuluyordu. Çalışan maaşlarının şirkete bindirdiği öyle büyük bir yük de yoktu ya… Ama nihayetinde patronun orospu karısının genç erkeklere yedirdiği paraların birilerine fatura edilmesi gerekiyordu. Yani patron da çok haksız sayılmazdı hani(!) Hem boynuzlanacak hem de bunun parasını kendi cebinden mi ödeyecekti? Tabii ki eşinin kendisini aldattığının farkındaydı. İçi geçmiş kokonanın gayet ciddi bir makyaj masrafı vardı. Zaten bu surata sahip birinin makyaj masrafının çok değil az olması yadırganırdı. Ama kadının neden olduğu gider, makyaj parasıyla açıklanamayacak kadar fazlaydı. Belli ki patron, bu kadar paranın nereye gittiğine dair küçük bir araştırma yapma gereği hissetmişti. Eşinin ona verdiği paraları genç erkeklerle yiyor olduğu gerçeği onu sarsmış mıydı, üzmüş müydü veya sinirlendirmiş miydi. Hayır. Tabii ki hayır. Hatta aslında içten içe memnun bile olmuştu. Kendisinin küçük çocuklardan hoşlanıyor oluşu gerçeği bir yana, o tipe sahip bir kadınla birlikte olma zorunluluğu; her normal erkek için insaf sınırlarının çok üstünde bir zulüm sayılırdı. Gerçeği öğrenince, muhtemelen; büyük bir neşeyle “Aman bana ne ya! Benden uzak olsun da kime yakın olursa olsun!” diye düşünmüştü. Yani muhtemelen… Yani her normal erkeğin düşünmesi gerektiği gibi. Bildik “Alan memnun satan memnun” durumları yani… Her ne kadar; sapık, çirkin, cimri ve pis bir ihtiyar olsa da yine de en azından aldatılma faturasını kendi cebinden ödemek istemeyecek kadar erkeklik gururu kalmıştı galiba bir yerlerde. Böyle ahlaksız bir adamın, boynuzlanma faturasını, konuyla hiç ilgisi olmayan masum çalışanlarına ödetme kararı alması da hiç zor olmamıştı doğal olarak. 5 ya da 6 elemanı işten çıkartıp onların iş yükünü, kalanların sırtına yüklemek, onu kâra bile geçiriyordu.

Bilahare kendisinin de işten çıkarılacaklar listesinde olduğunu; sapık patronun, onu odasına çağırıp, kararı büyük bir pişkinlikle yüzüne söylemesi suretiyle öğrenmişti çok geçmeden. En azından bu bilgi için astral seyahat yeteneğini kullanmasına gerek kalmamıştı. Tabii ki o görüşmeden terfi ederek ve maaşına gayet tatmin edici bir zam olarak çıkmayı bilmişti yeteneği sayesinde. İkna yeteneğinden söz etmiyoruz burada… Şantaj yetenek sayılıyorsa o ayrı tabi!

İnsanların sırlarını, sırf çıkar amaçlı olarak araştırıyor değildi. Bu kadar aşağılık olmak ona yakışmazdı. Sıklıkla; bunu sadece hoşuna gittiği için de yapıyordu. Mesela üst komşusu Hüsnü Beyamca homoseksüeldi. Gizli homoseksüel. Onu kapıcı Mahmut’la yakalamıştı birkaç defa. Tokmakçı Mahmut! Mahmut’da da iyi mide varmış doğrusu. Herif 70 yaşındaydı be!!! Belki daha fazla. Para her kapıyı açar derler ya… Bu deyiş, pek çok konuyu açıklamaya yetiyor tek başına. Allah icat edenden razı olsun. Yetmişlik Hüsnü Beyamcanın geçkin yaşına karşılık; kapıcı Mahmut, otuzlarının başında bir doğuluydu. İdeal çift olmadıkları açıktı. Elli tane yarrağım olsa birini sokmam denilen bir durum vardır ya hani… İşte yeterli ödeme yapılınca kimse bunu diyemiyor galiba. Herif 70 yaşındaydı be! Ortada büyük para dönüyor olmalıydı.

Neyse ki her sır bu kadar mide bulandırıcı olmayabiliyor… Mesela binanın giriş katındaki dairede oturan Zülkarneyn abi ile eşi Zehra teyze ki kendileri cimrilikleri ile tanınırlar. İkisi de birbirinden gizli habire para biriktiriyorlardı. Ne para ama… Belki ileride ihtiyacı olursa onları soymayı düşünebilirdi. İkisinin de karşılıklı olarak birbirlerinden gizleyerek biriktirdikleri külliyatlı miktarlardaki servetlerinin yerlerini biliyordu. İhtiyar kurt Zülkarneyn, banyoda; tadilat bahanesiyle yaptırdığı, kapağı banyo seramiklerinden oluşan gizli bir kasanın sahibiydi. Zehra teyze garibimse halının altındaki birkaç tahtayı sökmek suretiyle edindiği gizli bölmesine yığıyordu paralarını ve çoğunlukla altıncıklarını. Bu kadar çok para üstelik bu kadar sık şekilde bu iki ihtiyara nereden geliyordu doğrusu hiçbir fikri yoktu. Biraz uğraşsa onu da bulurdu ya… Ne gereği vardı yani? Üzümünü ye bağını sorma demişler. Önemli olan paraların yerini bilmekti. Evet bir gün bu iki ihtiyarı soyacaktı. Bunda kötü bir şey yoktu çünkü cimri ihtiyarlar bu parayı kimseye yedirecek ya da bırakacak değillerdi. Birbirlerinden bile gizledikleri koca birer servet sahibiydiler ama üç çocukları da Amerika’ya yerleştikten sonra ne arar ne sorar olmuşlardı ihtiyar anne-babalarını. Öyle yüksek meblağların, böyle hayırsız çocuklara kalması adil olmazdı. Severdi bu iki ihtiyarı. Bu sebeple onları yaşarlarken soymayacaktı. Ömürlerinin son yıllarında hiçbir zaman harcamayacakları paraları için üzülmelerini istemezdi. Hem soysa ne yapacaktı ki? O da bankada saklayacaktı paraları. Zülkarneyn amca ve Zehra teyzenin gizli kasalarından daha mı güvenliydi yani!?

Onların hemen üstünde oturan Hüsniye teyzeninse bir çöp evi vardı. Kadın maalesef almaya, çalmaya değer şeyler topluyor değildi. Manyak karı; pet şişe ve plastik eşya topluyordu habire. Akarı kokarı yoktu en azından. Evine gelen gideni olmadığından kimse Hüsniye teyzenin bu tuhaf alışkanlığından haberdar değildi.

Ya, evet; oturduğu apartmanda çoğunlukla ihtiyarlar ikamet ediyordu. Böyle bir yerde yaşamayı neden tercih ettiğine dair açık bir fikri ya da düşüncesi yoktu. “Vardır”du muhakkak bilinçaltında bir yerlerde gizli kalmış, bastırılmış, tuhaf sebep sonuç ilişkileri ama; o öyle kendi iç sesini dinleyen, sürekli kendini ve davranışlarını analiz eden tiplerden değildi.

Ha! Bu arada; yeteneğini sadece başkalarının kirli ve sapkın sır ve zevklerini keşfetmek gayesiyle kullanıyor değildi. Onun da bazı sapıklık demeyelim de değişik ilgi alanları vardı. Normal sayılabilecek sınırlar içinde tabii ki. Mesela sık sık iki apartman ileride oturan dul Hatice’nin banyo seanslarının sıkı müdavimiydi. Onlar ne göğüslerdi öyle be! Bir de hemen yan apartımana taşınan yeni evli genç çift vardı… Porno izlemekten daha iyi olduğu kesindi. Onları röntgenlemek için öyle özel saatler kollamasına da gerek yoktu pek. Sağı solu pek belli olan tipler değillerdi. Tavşanlar gibi her yerde ve her zaman sikişebiliyorlardı…

Bütün bunların dışında; yeteneğini biraz daha farklı bir yönde de geliştirmeye çalışıyordu. Astral seyahate çıktığı zaman bedeninin uyku moduna girmesini önlemenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu. Bu, tam olarak mümkün olmasa da bedenine çok hızlı giriş çıkışlar yapabilmek için antrenman yapıyordu sık sık. Giriş çıkış hızını şöyle üç beş saniyeye filan çekebilirse kumar masalarındaki muhtemel başarısını hayal bile edemiyordu. Yani şöyle; vücudu kendini salmadan, birkaç saniyeliğine; karşısında oturan adamın arkasına geçip, elini görebilmeye yetecek kadar bir süre için giriş-çıkış yapabilse tamamdı bu iş! Oldu olası seyahatleri için öyle uzun konsantrasyonlara ya da meditasyonlara ihtiyaç duymamıştı ama yine de kendini biraz geliştirmesi fena olmazdı. Ayrıca; kumar işi tehlikeliydi biraz. Kan alırlardı adamın götünden. Dikkatli davranmazsa bir kumarhanenin bodrumunda “Lütfen yağlayın! Yalvarırım yağlayın!” diye haykırırken bulabilirdi bir gün kendini. Ama o pek arkadaş edinemeyen biriydi ve hayatında bildik röntgencilik heyecanlarının dışında da bazı başka heyecanlara ihtiyacı vardı. Adrenalin salgılamasına yol açacak bir şeylere… Yok, yok; öyle; kız arkadaş edinmek gibi ölümcül risk taşıyan girişimlerde bulunmak biraz fazla cesur davranmak olurdu. Hayatını seviyordu. Böyle iyiydi. Ya banka soyacak ya da kumarbaz kerizleyeccekti. Ayrıca hırsızdan çalma fikrinin ahlaki hafifliğine dayanmak zordu. Ahlaktan söz etmişken; tanımlama yaparken de adil davranmak gerekir; kumarbazların tam olarak hırsız olduğu söylenemez.

Neyse… Röntgencilik konusuna dönecek olursak; herkesin öyle ilginç, izlemeye değer halleri olmuyordu. Karşı apartmandaki daire dörtte oturan aile mesela… Dünyada bu kadar düzenli ve sıkıcı başka bir yaşam formu daha yoktur herhalde… Her sabah aynı saatte kalkıyorlar, kahvaltıda hep aynı şeyleri yiyorlar, dakka sektirmeksizin işlerine gitmek üzere aynı saatte evlerinden ayrılıyorlar, aynı dakiklikle evlerine varıyorlardı. Akşam yemekleri bile değişmiyordu. Her günün ayrı menüsü vardı ve buna harfiyyen uymakta mazoşistçe denilebilecek düzeyde ısrarcıydılar. İnsanın canı yemekten sonra hiç mi tatlı çekmezdi be?! Tabii ki aynı dakiklikle yatağa giriyorlardı her akşam. Seks mi? Haftada bir gün, cumartesi akşamları 21:15’te, yaklaşık dört dakika…

Söz etmeye değer bu birkaç örneğin dışında; hemen bütün komşuları, benzer monoton hayatlar yaşıyorlardı. Çoğunun hayatına reklamlardan daha ilginç bir şey girmiş değildi. Astral seyahat yeteneği olmasa kendisininki için de aynı şey söylenebilirdi belki. Otuzlu yaşlarında, yalnız yaşayan, bekar, öyle pek sosyal hayatı da olmayan biriydi. Son iki yılda evine bir misafir girmiş miydi? Hayır. Arkadaş edinmekte başarılı olduğu söylenemezdi. Bu netti. Ama o tabii bunu; kendisinin sıradan bir insan olmayışına veriyordu. Sonuçta kaç kişinin astral seyahat yeteği vardı ki bu dünyada? Tanıdığı hiç kimsenin. Ancak alttan alta bunun böyle olmadığını da biliyordu. Yani bilincinin bir düzeyi, fazla arkadaşı olmayışının sebebinin, özel güçleri olmadığının gayet farkındaydı. Neyse ki bilincinin o düzeyi de kendisi gibi tam bir sosyal ezikti de fazla yüksek sesle konuşamıyordu. İnsanın sosyalleşme kabiliyeti olmayınca, bir de üstüne böyle tanrı vergisi bir yeteneği olunca; iş ister istemez doğaüstü röntgenciliğe gelip çatıyordu işte. Vakit başka türlü geçmiyordu.

Merak kediyi öldürdü derler ya… Yanlış! Kediyi öldüren can sıkıntısıydı. Aslında kimsenin özel hayatını kurcalamayabilirdi. Kendinin bir tane olsaydı eğer. Belki işler o zaman başka türlü gelişebilirdi. Ama yoktu işte… Yine böyle can sıkıntısıyla geçen bir gece, -saat üç, üç buçuk suları- gezintiye çıkmıştı. Astral gezinti tabii ki. Zaten oturduğu semtte kimse aklını yemediyse eğer gecenin o saatinde, o bölgede, tek başına yürüyüşe çıkmazdı. Gündüzleri her ne kadar güvenli hatta nezih bile görünebilen bir semt olsa da sakinleri, geceleri işlerin değiştiğini bilirdi. Bölgede faaliyet gösteren bazı uyuşturucu çeteleri olduğunun herkes farkındaydı. Astral sokak gezintilerinin en sevdiği tarafı ise hava koşullarından etkilenmeyişiydi. Maddi bedenini sıcacık yatağından çıkarmadan kara kışın ortasında bile saatlerce dolaşabilirdi özgürce…

Adamın, dikkatini çekme sebebi; her şeyden önce o semte yeni taşınmış olmasıydı. Birkaç sabah önce markette filan gördüğünü hatırlar gibiydi. Tezgahtarla konuşurken “Evet, yeni taşındım” gibi bir şeyler gevelediğini de duymuş gibiydi. İşe geç kalıyordu, çok da dikkat kesilmiş değildi, bi paket sigara alıp otobüse yetişecekti en acelesinden. Sonraki görüşüyse galiba bundan bir hafta kadar sonra olmuştu. Tam emin değildi. Önemi de yoktu. Çetelesini tutmuyordu. Ama o ilk gerçek görüş önemliydi. O astral gezi sırasında, evinin arka sokağında bulunan mezbelelik arsanın yakınlarında karşılaşmıştı adamla. Maddi bedenindeyken fark edemeyeceğine emin olduğu nahoş enerji dalgalar yayıyor gibiydi etrafa. Bu hissi tarif etmek zor. Karıncalanmayla ürperti arası tuhaf bir his işte. Örümcek hisleri! Evet; insanda kaçınma isteği uyandıran bir his. O hissin uyandırdığı dikkat nedeniyle olsa gerek aklında kalmıştı. Bir de gölgeler… Astral modda o adamın yakınlarındayken çevrede tuhaf gölgeler görüyor gibiydi. Doğrudan görebildiği gölgeler değil… Daha çok; sanki gözünün kenarında, görüş alanının tam sınırında hareket eden bir şeyler… Onlardan tarafa döndükçe kendi sınırlarına geri çekilen ama hiçbir zaman tamamen kaybolmayan gölgeler ya da hareket eden, fısıldayan bir şeyler… Evet bir de belli belirsiz, belki hiç var olmayan, fısıltımsı ya da hışırtımsı (tanımlaması gerçekten güç) işitsel olduğunu sandığı bir algı… Gölgeler ya da fısıltılar belki gerçekten vardılar ya da hiç yoktular. Sorun ne tam olarak algılanabiliyor ne de yok sayılabiliyor oluşlarındaydı. Tam da bu nedenle insanın içinde tekinsiz bir his dolmasına neden oluyorlardı. Adamı takip ediyorlar gibiydi ve adam bütün bu olanların farkındaymış yahut umursuyormuş gibi görünmüyordu. Bütün bunların, belki de gerçekte olduklarından daha tekinsiz görünmesine yol açansa adamın, duyarsız bir içe dönüşün içinde işine bakıyor olması gibiydi. Öyle etrafta boş boş dolaşan, amaçsız dalgın tiplerden biri değildi; orası kesin. Ondaki duyarsızlık, daha çok; hedefine kilitlenmiş, güçlü iradeli bireylerde görünen tipte bir aldırmazlık gibiydi ve nedenini anlayamadığı biçimde uğursuz ya da korkutucu gelmişti ona. Bütün bunların toplamında adamın varlığıyla ilk irkildiğinde durmuş, bakışlarıyla uzun uzun onu izlemiş ama takip etmeye cesaret edememişti. Onu astralde ilk görüşünün üzerinden yaklaşık 9-10 gün geçmişken vaki olan ikinci karşılaşmaları tesadüfi değildi ama.

O gece, yine aynı saatlerde, özellikle onu takip etmek çıkmıştı geziye. Adamın neden kendisini bu kadar ürperttiğini, onun yakınlarındayken neden bütün alarm çanlarının aynı anda çalmaya başladığını öğrenmek istiyordu. Bu merakını bastırabilirdi elbette. Sorun şu ki; canı sıkılıyordu ve o sıralar yapacak daha ilginç bir işi yoktu.

Yine o arka sokaktaki mezbelelik alanın yakınlarında bulmuştu onu. Görür görmez yine bütün alarm çanları çalmaya başlamıştı. Yine o aynı tekinsiz izlenim ve hisler doldurmuştu içini. Neyse ki o astral gezintideyken, kendisi maddi dünyada olan bitenleri görebilirken, maddi dünyada olanlar onu göremiyorlardı. Hatta sadece altıncı hissinin kuvvetli olması nedeniyle kendisini azıcık sezebilen birine dahi rastlamamıştı daha. Diğerleri gibi adam da onu göremiyor, sezemiyor olmalıydı. Mezbelelikte, onu bulduğunda; tıpkı geçen seferki gibi, neredeyse vecd hali denebilecek bir işine kapanmışlıkla, gömdüğü bir şeyin üzerini toprakla örtmekle meşguldü yine. Adam son birkaç ayak darbesiyle gömünün üzerindeki toprağı iyice düzlemekle uğraşıyordu birkaç metre ilerisinde durup, dikkatle adamı ve yapmakta olduğu işi izlemeye başladığında. Hal böyleyken adamda hiçbir sezgisel gerilim hissetmemişti. Çevresine; neredeyse elle dokunulabilecek düzeyde yoğun, tekinsiz dalgalar yayan birinin, kendi yaydığı gerilime bu kadar duyarsız görünmesi doğrusu tuhaftı. Ama mantıklıydı da bir açıdan; aksi halde böyle kötücül dalgalar yayan biri kendiyle, kalp krizi geçirmeden nasıl yaşayabilirdi ki? Adam, son düzleme işlemlerini de yaptıktan sonra, ağır adımlarla, evinin bulunduğunu tahmin ettiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Adamı arkadan takip etmeye başlamadan önce, gömüsünün bulunduğu yere dikkatli bir bakış attı. Daha sonra, uygun bir vakitte, maddesel bedeniyle buraya gelip, adamın ne gömdüğüne bakacaktı. Maalesef astral modda maddi unsurlar üzerinde fiziksel değişime yol açamıyordu.

Tahmin ettiği gibiydi; adamın evi, üç dönüm kadar yer kaplayan mezbelelik alana bakan genişçe bir gecekoduydu. Kendisini göremediğinden emin olmasına rağmen en az bir beş-on adım geriden takip ediyordu. Birkaç dakikalık yürüyüşleri evin kapısında sona erdi. Adam anahtarlarını çıkarıp, evinin kapısını açtı sükunetle. Sonra yine aynı ağırkanlılıkla içeri girip, kapıyı kapattı. Aslında adamı evin içinde de gözlemlemek istiyordu ama astral seyahatin şöyle bir problemi vardı: Nasıl bir yer olduğunu bildiği herhangi bir mekana, sadece oranın son halini zihninde canlandırarak kendini ışınlayabiliyor olsa da nasıl göründüğü konusunda hiçbir fikrinin olmadığı mekanlara öyle istediği gibi dalamıyordu. Bu tip mekanlar söz konusu olduğunda; kendini en fazla oranın önüne kadar ışınlayıp, sonrasında duvarın içinden geçmesi gerekiyordu. Şimdi de öyle yapacaktı. Bir kere duvarın içinden geçip mekana girdi mi ve oranın nasıl bir yer olduğunu zihninde canlandırabileceği kadar gördü mü bundan sonrasında; istediği her seferde, kendini doğrudan mekanın içinde bulacaktı. Astral bedenindeyken bir duvarın içinden geçmek, maddi bedeniyle yürürken havanın içinden geçip gitmek kadar kolaydı. Sadece duvarın içindeyken içeri ışık sızmadığı için duvar boyunca kısa bir karanlık olur, duvarı aşınca her şey eski haline dönerdi.

Bu akşam, her akşamki gibi pervasız olamasa da içeri girmeye kararlıydı. Kapının önüne kadar ilerledi. Cesaretini toplamak için kısa bir süre bekledi. Böylesine yoğun kötücül enerji yayan bir adamın evinin içinde ne gibi manzaralarla karşılaşabileceğine dair en ufak bir fikri dahi yoktu. Beklemek hayal gücünün fazlaca çalışıp, cesaretini kırmasına neden olabilirdi. Keza; fazla uzatmadan doğruca; içinden geçmek maksadıyla, ahşap kapının içine daldı. Dalmasıyla kafasının çarpması bir oldu!

Hayır! Bu olamazdı! Yani olsa da nasıl olurdu? Kapının içinden geçememişti. Sanki bildiğin fiziksel bedeniyle fiziksel bir kapının içinden geçmeye çalışırken olacağı gibi kapıya çarpmış, ilginç bir biçimde çarpmanın acısını dahi hissetmişti. Bu da olamazdı mesela; astral bedenindeyken daha önce fiziksel bir his yaşadığını hatırlamıyordu daha önce… Kapının önünde öylece kalakaldı bir müddet. Nedenler, nasıllar kafasında; arasına şahin dalmış serçe sürüsü gibi uçuşurken ikinci bir denemeyi göze almamaya karar verdi. Temkinlice elini kapıya uzatmayı denedi sadece. Sonuç ilkine yakındı; eli sanki maddi bedeniyle kapıya dokunuyormuş gibi içinden geçmeden, sadece kapının yüzeyi boyunca kaydı? Bu, ilk defa başına geliyordu. Hayatının en şaşkın anlarından birini yaşadığını söylemek abartmak olmazdı. Bir iki adım geri çekilip hem kafasını toparlamak -allak bullaktı hala- hem gözden kaçırdığı bir şey mi var onu gözlemlemek istedi. Ne bulacağını umuyorduysa artık… Nitekim hiçbir şey bulamadı da. Bir müddet daha astral bedeniyle orada boş boş dikilip durdu.

Bu halin ne kadar sürdüğünü kimse ölçmedi. Her ne kadar sürdüyse artık; tam geri dönmeye karar vermişti ki ve ki bu karar; salt çaresizlikten değil, aynı zamanda önsezisel bir uyarıdan dolayıydı; kapı açıldı! Adam, kapıda belirmesiyle eş zamanlı olarak, elindeki; tavuk kemiği benzeri bir şeyi ayaklarına doğru fırlattı. Kemik olduğunu sandığı nesne, yerde sadece bir kez sekerek, iki ayağının arasında durdu. Başını eğdiğinde, nesnenin gerçekten de bir tavuk kemiği, çok tanıdık bir kemik hatta; lades kemiği olduğunu anladı. Adam herhalde çevresine çöp atmaktan çekinmeyen duyarsız tiplerden biriydi. Bunu düşününce bir an için -ama sadece bir an için ve her nedense bir andan daha kısa sürmüş gibi hissedilen bir an için- rahatladı. Neredeyse sırıtmaya yakın ve aşağılamayla karışık bir gülümsemeyle başını kaldırıp, adama baktı. Dehşetlerin en büyüğünü işte o an yaşadı!!! Adam da gözlerini dikmiş ona bakıyordu! Normal şartlarda böyle olması imkansızdı… Astral bedendeyken kimse onu göremezdi. Tamam; bundan çok emin değildi yani en azından şimdiye kadar kimsenin kendisini gördüğüne şahit olmamıştı… Ama adam dik dik gözlerinin içine bakıyordu. Anlık bir içgüdüyle; belki baktığı kendisi değildir, astral bedeninde olduğu için bakışları onun görünmez, seyyal bedeninin ötesindeki başka bir noktaya yöneltilmiştir de durduğu açıdan dolayı adam kendisine bakıyormuş gibi geliyordur düşüncesi -daha ziyade temennisiyle- başını arkaya çevirip, adamın gerçekte nereye baktığını görmek istedi. Ama olmadı…

Adamın bakışları onun gözlerine kilitlendiği gibi onun bedenini de kendi içine kilitlemişti! Bırak kafasını çevirmeyi, gözlerini dahi milim oynatamıyordu. Dolayısıyla artık emindi; adam, kesinlikle ona bakıyordu. Emin olmanın ve çaresiz olmanın ve de milim kıpırdayamaz halde adamın bakışlarının esiri olmanın neticesinde; o gözlerin içine ilk bilinçli bakışlarını attığında, hayatında daha önce hiç korkmadığı kadar korktu! Daha önce hiçbir kimsenin, hiçbir kimseye yönelttiği, hiçbir bakışta görmediği nefreti, küçümsemeyi, iğrenmeyi ve hıncı o bakışlarda gördü. Bir bakış, nasıl olur da bu kadar çok manayı kendinde toplayabilirdi? Garez, kelime olmaktan çıkmış o bakışlarda somutlaşmıştı adeta… Adam, bir yandan onu bakışlarıyla kilitlerken bir yandan da dudakları oynuyordu belli belirsiz… O anda kendini, kendisine karşı Felak-Nas okunup, kovulmaya çalışılan kerih bir cin gibi hissetti. Ama durum bundan daha dehşet vericiydi. Hani o bakış sınırının sürekli etrafında dolaşan, gölgeler var ya… İşte onlar; sanki giderek yoğunlaşmaya, yoğunlaştıkça bakış sınırından taşıp görünür olmaya başlamışlardı… Ve o fısıltılar… Hayır; adamın dudaklarını oynatmasından kaynaklanlar değil; sanki ona cevap veriyormuş gibi giderek artan, giderek hırçınlaşan, giderek tekinsiz tonlara kayan, giderek yaklaşan o fısıltılar… Kalbini asıl korkuyla dolduran onlardı. Aynı hisleri madde bedenindeyken yaşıyor olsaydı; kalbi durur, korkudan ölürdü kesini. Allah’tan şu an madde bedeninde değildi. Belki de halinin; varsa eğer tek şükredilebilecek kısmı buydu… İçindeki dehşet kademe kademe yükselirken, zaman nasıl da durmuş gibi gelebiliyordu insana?..

Bedeniyle birlikte aklı da olduğu yere çakılmış gibiydi. Aklını mıhlayan, adamın bakışları değildi ama. Yaşadığı panik, onu düşünemez hale getirmişti. Bir an önce kendini toplayıp, bu kamyon çarpması şiddetindeki panikten kurtulması gerekiyordu!

Kendini bir an için evinin güvenli ve rahat ortamında hayal etmesiyle, astral bedeni yuvasına geri döndü nihayet. “Evim evim güzel evim.” Dünyanın en güzel klişesi bu olmalıydı… Evi, sığınağı, yuvası… Her zamanki gibi sessiz, güvenli ve kucaklayıcıydı.


Fiziki bedeni yatak odasında, geniş su yatağının üzerinde huzurla uzanıyordu hala. Adamın bakışlarının esiri olmaktan kurtulması bir yana; sadece evinin tanıdık sessizliği içinde bulunmak bile fark edilir derecede rahatlamıştı onu. Yaşadığı korku giderek azalmakla birlikte yine de etkisi bir süre daha devam edecek gibiydi. Yaşadıklarının neden olduğu negatif duyguları üzerinden tamamen atmak gayesiyle bir müddet durdu. Sadece durdu ve hiçbir şey yapmadı, düşünmedi bile… Onu o halde biri görebilse travma sonrası şok geçirdiğine yemin edebilirdi. Haksız da sayılmazdı.

O halde ne kadar bekledi, bir şeyler düşündüyse eğer neler düşündü, bundan kendi de emin değildi ama sonunda kendini biraz da olsa topladığında, milyon tane soru aynı anda hücum etti kafasına… Nasıl olmuştu da o adam kendisini astral bedenindeyken görebilmişti? Onun da kendisi gibi ama neler olduğunu hiç bilemeyeceği türden doğaüstü güçleri mi vardı? Öyle ya; yoksa onu nasıl görebilirdi? Evinin içine girmesini nasıl önlemişti hem? Sanki evine daha önceden bir koruma büyüsü yapılmış gibiydi? Cinlere, vesair seyyal varlık ve kötülüklere karşı; koruyucu muskalar hatta büyüler yapılabildiğini duymuştu ama kendisi gibi astral gezginlere karşı da böyle önlemler alınabiliyor muydu? Hem sonra o meşum adamın gizliliği niyeydi? Muhakkak ki evine o koruma şeysini -büyü, muska, enerji kalkanı… her ne boksa artık- onu düşünerek, zararsız bir astral gezginin gözlerinden korunmak için koymamıştı. O halde neyin peşindeydi o adam? Ve bakışlarındaki o kin de neydi öyle? Kendisine karşı mıydı öfkesi yoksa onun gibi olan herkese mi?

Her neyse… Galiba gereğinden uzun bir süreyi bu yanıtsız soruların cevabını aramakla geçirmişti. Aslında; bütün bu sonu gelmez soru ve sorunlardan da öte ve daha önemli bir problemi vardı şu anda. Bütün o cevapsız soruları kafasının içinde döndürüp durmayı bırakıp, bir an önce ve sadece bu soruna odaklanması gerekiyordu: Söz konusu olayı yaşayalı on günden uzun bir süre geçmişti… Ve bir an önce bedenine geri girmenin bir yolunu bulması gerekiyordu. Yatak odasındaki geniş su yatağının üzerinde sallantısızca uzanan, çarpılmış bedeni çürümeye başlamıştı artık…

Sinan Özgenç