İlk Miras

Bir süredir yazıp yazıp sildiğim, fakat sonunda ‘bu sefer olacak’ diyerek giriştiğim ortaçağ temalı fantastik kurgu serimin ilk parçası, isminden de belli olan İlk Miras.
Karakter sınırından dolayı yanıt başına bir bölüm atabiliyorum maalesef. İlk bölüm aşağıda; yazım hatalarını ve ondan da önemli olarak anlatım hatalarını belirtirseniz bana çok büyük yardım etmiş olursunuz. İyi okumalar!

=========================================================================

Giriş

Giriş
…Adelwyn hana girdi ve sallana sallana köşede bir yere oturdu. Elindeki küçük sandığı masaya koydu. Etrafına baktığında kimseyi göremedi; bu aslında biraz da işine geliyordu. Çırak geldi ve Adelwyn’e bir şey isteyip istemediğini sordu fakat Adelwyn son birkaç saat içinde yaptığı şeylerin pişmanlığıyla meşguldü.

Ellerinde ve bacaklarında karıncalanmalar hissediyordu. Sağ elini kaldırdı, inledi; çırak geri dönerken Adelwyn masaya tutunamadı ve yere yığıldı.

BÖLÜM I

BÖLÜM I - YILDIZBEKÇİLERİ
Yıldızbekçileri, Aihura’da bilinmiş bir ticaret kervanıydı. Kırka yakın üyeleri vardı ve her altı ayda bir tüm kıtayı dolaşıp tonla farklı malzeme satarlardı. Bu yolculuk genelde dört ay sürer, kervandakilere de toplanma ve dinlenme süresi olarak da iki ay kalırdı.
İlk zamanlarda köylere de girip satış yapsalar da şöhretleri ve paraları arttıkça onlar da satışları sadece başkentler ve hatırı sayılır şehirlerde yapmaya başladılar. Başlarında da kervana adını veren soydan gelen Adelwyn Yıldızbekçisi vardı. Genç ve hırslı bir liderdi fakat son zamanlarda kervanın durumu pek de iyiye gidiyor gibi değildi.
Haziran ayında Tepealtı Lortluğundan yola çıkan kervan, Ekim ayının sonlarına doğru Ejderini Lortluğuna varmıştı; kervan her seferinde bir ülkeden başlar ve diğerinde yolu bitirirdi. Çoğu malzemenin ortalama yarısı satılmıştı ve burada da en azından kalanın yarısı satılır diye ümit ediyorlardı. Körfezköy, kıta civarında ticaretin en canlı olduğu yerdi.
Bir gün boyunca kervan arabalarının sırayla gemilerle Kurtağzı’ndan Ejderini’ne transferinden sonra, önce başkent Yalnızkalkan Şehri’ne gidecektiler. Orada daha pahalı -takılar, mücevherler gibi- şeyleri satıp, Dağyolu’ndan dolanarak Körfezköy’e varacaklardı.
Yalnızkalkan Şehri’ne yaklaşmışlardı: Görkemli, genelde beyaz veya açık gri renkte, keskin ve büyük yapıları bulunan, etrafında kalkan şeklinde 7-8 metrelik surları olan bir şehirdi. Prensler Dönemi’nde yaşanan kargaşalardan birinde şehri tek başına, ortasında dört yıldız işareti bulunan kalkanı ve kırık kılıcıyla savunup kurtaran Korgu Sığvadi bu şehri kurmuştu.
Şehir girişinde muhafızlardan onay aldıktan sonra birkaç ara sokaktan ilerleyip -burada da ufak tefek şeyler sattılar- Cengaverler Meydanı’na çıktılar. Meydanın merkezinde, ortasında kalkanlarını siper almış dört askerin heykeli olan bir fıskiye vardı ve heykellerin arasındaki boşluktan su fışkırıyordu. Bu icat son 50 yıl içinde, cüce mühendisler tarafından bulunmuştu; hoş bir görüntü sunuyordu.
Meydanda satışlar başladı. Sör Achill geldi, karısıyla beraber mücevherlere baktı ve birkaç tanesini satın aldı. Gidecekken Adelwyn’i gördü ve selam verdi. “Nasılsın, nasıl gidiyor?”
Adelwyn, “Fena değil, fena değil,” dedi, “Geçen seneki kadar iyi değil, ama yine de idare ediyoruz.”
Sör Achill başıyla onaylayıp gülümsedi, sonra da karısıyla beraber uzaklaştı. Adelwyn kendi yaptığı farklı tür bıçak, kılıç, balta ve yay tarzı şeyleri satıyordu; bu yüzden de burada pek satış yapmıyordu. En azından birazdan gelecek olan adam dışında kimseye satış yapmamıştı.
Adam at arabasına monte edilmiş tentenin altına geçip güneşten korundu, şapkasını çıkarıp selam verdi. “Günaydın efendim,” dedi, “Av için bir yay alacaktım. Birkaç sadak ok ile beraber. Satıyor musunuz?”
Adelwyn adamın selamına karşılık verdi, “Var efendim. Meşe ağacından, ánnoril ağacından var, kara meşe ağacından var,” dedi ve arkasını dönüp bir şeylere baktı, “Bir de akasya ağacından var. Hangisini istersiniz?”
Adam, “ánnoril ağacı da ne?” diye sordu. Adelwyn gülümsedi, “Tirithion’un buraya yakın, ılıman taraflarında bulunan bir ağaçtır efendim,” dedi, “Kısa yaylarımda onları kullanırım. Dalları ağaçtan itibaren çok kısa çıkarlar ve çok rahat bükülüp o halde de kırılmazlar.”
Adam biraz durdu, “Hm,” dedi, “Şunu bir inceleyebilir miyim?”
Adelwyn gülümsedi—bu yay en pahalı olandı— ve ayağa kalkıp arkadaki yaylardan bir tanesini dikkatlice aldı ve yerine döndü. Adam yayı gördüğü anda Adelwyn’in işinde usta birisi olduğunu anladı: Yay, gümüş renk bir ağacın dallarından yapılmıştı; ondan fazla ipince dal birbiri içine girerek tutulabilir bir gövde haline geliyorlardı. Gövdenin üst tarafında alttan çıkan bir dalın ucu diğerlerinden kurtulup yukarı çıkmıştı ve ucunda gri bir ağaçtan beklenmeyecek kadar canlılıkta yeşil bir yaprak vardı. Kirişinde de ağacın rengine yakın bir grilikte bir ip vardı.
Adam yayı eline aldıktan kısa bir süre sonra, “Kirişin ipi,” dedi ve duraksadı. İpe dokunup inceliyordu. “Neyden yapılma?”
Adelwyn gülümsedi, “Dikkatinizi çekti demek,” dedi, böbürlenirmiş gibi vücut haline büründü, “O ip, söyleyemeyeceğim bir yerin bilinmeyen bir bölgesindeki tasvir edemeyeceğim bir şeyde bulunan söyleyemem maddesinden yapılma.”
Adam ifadesiz bir şekilde Adelwyn’e baksa da kısa süre sonra gülümsedi. “Tabii,” dedi, “Her mesleğin bir sırrı var.”
Adelwyn, adamın kendisini anlamasından memnun bir şekilde başını salladı. “Aynen öyle.”

Adam yayı biraz daha inceledikten sonra, “Bunun fiyatı ne kadar?” diye sordu. Bu kısım genelde Adelwyn'in—hatta kervandaki herkesin en sevdiği kısımdı. Adelwyn duruşunu düzeltti, ellerini birleştirip kütletti ve konuştu. “500 altın.”

Adamın suratındaki şaşkınlık ifadesi, kızgınlıkla birleşmişti... diyemezdi, çünkü adamda en ufak bir mimik bile yoktu. Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdu çünkü yaklaşık 5 dakika önce gelmiş olan Sör Achill yaklaşık 5 tane farklı mücevher alıp 450 altın para ödemişti; 500 altın bir yay için—harika işlenmiş, çok iyi gözüken sağlam bir yay olsa bile— fazla bir paraydı. Adam yaya biraz daha bakındı, sonra suratını tekrar Adelwyn'e döndürdü. “Alıyorum.”

Divider%201%20(D%C3%BCz)

Bu durumda, etrafa bakınıp yaşananların gerçek olup olmadığını kontrol etmek normal bir davranış olmalıydı. Çünkü Adelwyn tam olarak bunu yapacaktı. 500 altın! Yayın üzerinde 2 ay çalışmış olması, bu fiyata satılmasının şaşkınlığını bastırabilecek bir şey değildi. “Heh,” diye bir ses çıktı, “Teşekkürler!”

Adam gülümsedi, bu sırada tanesi 10 altın değerindeki yirmi beşer tane Kraliyet Altını’nın bulunduğu iki keseyi Adelwyn’e uzattı. Adelwyn tek tek paraları saydı ve onayladı, keseyi ceketinin cebine koydu ve tezgâhta duran yayı dikkatli bir şekilde kaldırıp adama teslim etti; hemen arkasına dönüp birkaç sadak çıkardı ve masaya yerleştirdi. Teşekkür niyetinde sadakların içine dörder tane, diğerlerinden farklı ve daha güzel işlenmiş gümüş oklar ekledi. Adam gülümsedi ve yaptığı alışverişten gayet memnun halde şapkasını taktı, sonra da selam verip uzaklaştı.

Adelwyn kazandığı paranın şaşkınlığında günü geçirdi, avcılığa heveslenmiş birkaç yaşlı soyluya avcı bıçakları, yaklaşık 10 yıldır tanıdığı Oduncu Herrman’a da her 2 senede bir olduğu gibi yeni bir balta sattı.

Gün kapanırken, kervan toparlandı ve satışların sonunu yapacakları Körfezköy’e doğru yol aldılar. Yalnızkalkan Şehri’nden dolambaçlı fakat sabit yükseklikte ilerleyen bir patikadan Dağyolu’na geçiş yaptılar.

Dağyolu, genel olarak ülke içindeki yolculukların büyük kısmının gerçekleştiği yerdi. Bir ada halindeki ülkenin tam ortasından yükselen Suskun Dağ, 10 kilometreye yakın uzunluğu ve her yöne 20-25 kilometre kadar uzayan etekleriyle—hem coğrafi olarak (bir volkandır) hem de kültürel olarak— büyük bir öneme sahipti; Dağyolu da ismini bu devasa dağın etrafından dolanarak ilerlediğinden dolayı almıştı. Yol dağın dik uçlarında dağa yapışık bir şekilde devam etse de sığ uçlarında iki yandan dik bir şekilde yükselmiş bir çıkıntı şekilde ilerliyordu.

Kervan araçları sallana sallana giderlerken bütün üyelerin içinde bir heyecan vardı. Çünkü Körfezköy’de satışlar bitince, oradaki bir kervansarayda (sahibi tanıdıktı ve yerler çoktan ayırtılmıştı) konaklayacaklar ve dört yılda bir gerçekleşen toplantıyla beraber kervan yöneticisi seçimini yapacaklardı. 30 yıl önce kervanı kuran Adelwyn’in babasıydı ve Adelwyn de 12 yıldır kervan yöneticiliğini yapmaktaydı. Seçimlerde toplamda 3 kere kazanmıştı; özgüveni olsa da heyecanlanmak elinde olmayan bir şeydi.

Kısa süreli bir mola verildiğinde, herkes araçlardan dışarı çıkıp önlerindeki orman-deniz manzarasına karşı pipo tüttürmeye başlamıştı. Larrell kervanın içkicisiydi ve gerçekten de güzel şeyler satıyordu. Elinde kalan 3 fıçı biradan birini zaten kendine ayırmıştı; iki bardağı alıp sırayla musluğun altına koydu ve bardakları doldurdu. Biraz koyu renk bir bira olan Kozkarası, Taşhöyük Krallığı’nın meşhur biralarının arasından sıyrılıp namını her yerde yaymıştı.

Larrell aşağı inip iki öndeki araca doğru yol aldı. Larrell, “Adelwyn, kapıyı aç!” dedi. Adelwyn sesi duyunca kalkıp kapıya yöneldi ve açtı. Zaten neşeli olan adam, biraları görünce iyice neşelendi. “Gel, gel!”

Larrell bir gariplik sezmişti, fakat biralar (en azından şimdilik) daha önemliydiler. Larrell bira bardağını uzattı ve araçtaki iki iskemleden birine Adelwyn, diğerine de Larrell oturdu. Fakat merak, biradan da üstün gelebileceğini kanıtladı. Larrell, “Nedir bu neşen, bu mutluluğun?” diye sordu. Adelwyn birasından ufak bir yudum aldı (bira hayli sert bir tada sahipti) ve gülümsemesini yüzünden eksiltmeyerek cevap verdi: “Benim şu yay vardı ya,”

“Hangi yay? Bir sürü yay yapıyorsun. Ben nereden bileyim hangisi?”

“Şu gri renk ağaçtan yapılma olan. 2 ay üzerinde çalıştığım.”

“Haa! Ee, ne olmuş? Sattın mı yoksa?”

Adelwyn başıyla onayladı ve bir yudum daha aldı. “Tahmin et ne kadara sattım.”

“200 altın? 250 mi yoksa?” Adelwyn biradan bir yudum daha alıp yarılamışken boştaki eliyle ‘çık’ işareti yaptı.

“350?” Tekrar aynı hareketi yaptı.

“400, herhalde daha fazlasına da satılmaz. İşçilik de bir yere kadar.”

Adelwyn, “500 altın,” dedi, “veya 50 Kraliyet Altını. Nasıl düşünürsen.”

Larrell anın şaşkınlığı içerisindeydi. “Seni lanet herif!” dedi sonunda, “Ben şu içtiğin bardağı 5 gümüşe satıyorum!”

Adelwyn biraya baktı, kalanını tek dikişte bitirdi ve silkelendi; “Güzel bira,” dedi, “Ama o yay gerçekten de benim zirve işimdi. Ağaç oralarda nadir yetişiyor, sadece o on-on beş dal parçasına 60 altın ödedim; kirişinin malzemesi işlenmemiş halde 80 altına geldi ve ince ince eleyip kirişe takılabilecek hale getirdim. O boyutta bir kısa yayın maliyeti en fazla 4-5 altın olur, harcadığım zaman da zorlasan 1 hafta falan. 2 aydan bahsediyoruz.”

Larrell efkârlı bir şekilde birasını bitirdi, cebindeki keseye baktı. “Ben de iyi satış yaptım,” dedi, “Yalnızkalkan’da şaraplar iyi satıyor. Rahat en az 30 şişe kırmızı şarap sattım. Tanesi beşer altından 150 altın yapar. Ama sen tek bir şeyle benim neredeyse 4 katım para alınca, zoruma gidiyor tabii.”

Adelwyn gülümsedi, bardağını tezgâha koydu ve çıkartıp babasından yadigâr saatine baktı. Saat gümüşten yapılmaydı ve kapaklıydı. Kapağı açıp saate baktı ve mola süresinin bittiğini fark etti. Araçtan çıkıp bağırdı: “Haydi, mola bitti, yola devam!”

En önde Adelwyn’in aracının ilerlemesiyle beraber kervan tekrar hareketlendi. Adelwyn yolun biraz daha düz tarafına gelince atların başından kalktı, hızlıca arkaya ilerleyip kesesindeki altınları -yine ailesinden yadigâr- sandığına koydu ve anahtar ile sandığı kilitledi. Sonra da anahtarı pantolonunun diz cebine -kendisi diktirmişti- koydu.

Araçlar yaklaşık 2,5 saatlik bir yolun sonunda (normalde daha kısa sürerdi, fakat araçlar ağır ilerlediği için normalden uzun sürdü) Körfezköy’e vardılar; Dağyolu burada şehre tepeden bakıyordu: Şehir pek de dik olmayan, çıkıntılı bir yamacın üstüne kurulmuştu ve her sokakta mutlaka bir üst sokağa çıkacak bir yol vardı. Aşağılara inildikçe Tüccarlar Meydanı’na yaklaşılıyor, meydanın ortasından geçerek de meşhur Körfezköy Limanı’na varılıyordu.

Sanki ülke dümdüz bir sınıra sahipken inanılmaz devasa bir şey yuvarlak ağzıyla karayı yutmuştu. Körfez pürüzlü bir çembere benziyordu ve körfezin köşelerinde kalan kara parçaları yanlardan dolanarak körfeze olan girişi daraltıyordu. Buraya büyükçe bir geçit kurulmuştu ve buradan geçen tekne ve gemilerden boyutlarına bağlı olarak ücret alınıyordu.

Ticaret limanının yarısından fazlası kara parçasına bağlıyken, karadaki parçayı pürüzsüz bir çember şeklinde tamamlayacak tahtadan bir iskele de vardı. Genelde bu iskeleye balıkçı tekneleri bağlanırdı ve onlar satışlarını buradan gerçekleştirirdi. Onun dışında daha büyük gemilerin gelip demir atabilecekleri, ticaret limanından bağımsız başka iskeleler de vardı.

Yarmel, “Yıldızbekçileri geldi!” diye seslendi diğer balıkçılara. Sonra da alaycı bir şekilde meslektaşına seslendi. “Larrin, hadi bakalım bu sefer sana hayırlı bir çırak getirebilecekler mi?”

Larrin burada kısa bir süredir -6 sene- iş yapan bir balıkçıydı. Bu süre zarfı içinde 2 tane çırak işe almıştı ve bu iki çırak da Larrin onlara tezgâhı emanet ettiğinde para aşırmıştı. Bu olaylardan sonra Larrin ‘Son Çırak Terbiyecisi’ diye anılmaya başlandı. Tercih sırasında Son Çırak Terbiyecisi.

Dağyolu’ndan ayrılarak kasabaya inen patika, çok ağır bir biçimde yükselti kaybederek araçların yolu kolayca gitmesini sağlıyordu. Kasabadaki çocuklar araçlara bakıp el sallıyordular. Şekerci Willen, birkaç paketlenmiş şekeri çocuklara doğru fırlattı ve gülümsedi.

Kervan birkaç ara sokaktan geçerken insanlar tarafından selamlandı ve sonunda Tüccarlar Meydanı’na vardı. Meydanın büyük bir kısmı boştu çünkü kervan için yer ayırtılmıştı. Araçlar sırayla kendilerine ayrılan yerlere geçtiler ve satışlar başladı. Adelwyn burada bol bol basit yay ve standart ok sattı; av dönemi için hazırlıklar başlamıştı. Bazı genç maceracılar her sene olduğu gibi efsanelerde geçen Kurtadam’ı bu sene avlayacakları inancıyla gümüş oklarını aldılar. Genelde bu gümüş oklar normal hayvanlara harcanıyordu.

Larrell burada bolca bira sattı ve Willen da şekerlerinin büyük bir kısmını çocukların ailelerini zorlaması sonucunda paraya dönüştürdü. Kervan üyeleri burada iki gün kadar satış yaptıktan sonra 2 aylık dinlenme süreci için araçları Durren’ın kervansarayına doğru sürdüler. Bu bina, gerçekten devasaydı. Kasabanın kuzeydoğusuna doğru biraz ilerleyince, Çatlak Ovalar’a varmadan önceki düzlüklere kurulmuştu ve taş yerine odundan yapılmış devasa bir şato gibi duruyordu. Durren, ana binaya ek olarak en az ana bina kadar büyük, elliye yakın kervan aracının sığabileceği bir kısım inşa ettirmişti.

Araçlar ek binadaki yerlere sırayla girdiler ve atlar da arkadaki bir o kadar büyük ahıra yerleştirildi. Kervanın buradaki 2 aylık toplam masrafı yaklaşık 600-700 altındı; büyük bir para olsa da kırka yakın üye tarafından bölüşülünce -ve kervanın satışları göz önünde bulundurulunca- o kadar da pahalı sayılmazdı.

Adelwyn aracını bıraktıktan sonra içeri girdi ve Durren’a selam verdi. Durren güler yüzlülükle karşılık verdi ve kervan için ayırtılmış büyük salona doğru ona eşlik etti. “Nasıl gitti işler?” diye sordu Durren ve sırıttı, “Suratındaki ifadeye göre seninki pek bir iyi duruyor.”

Adelwyn gülümsedi, “Öyle ya,” dedi, “Bu sene beklenmedik bir müşterim oldu. Ama onun dışında geçen seferin üstünde değil diyebiliriz.”

“Beklenmedik müşteri de sağlam birisi olmalı herhalde.”

“Öyle herhalde, tam olarak ben de tanımıyorum kendisini. Ama bir daha karşılaşırsam tanışacağım. Gizemli bir adam. Ayrıca zengin.”

İkili sırıttı ve Durren -sanki gerçekten bir şatodaymışlar gibi- geçtikleri beşinci kapıdan sonra, “Burası,” dedi, “İşte, sizin toplantı salonunuz.”

Toplantı odası, gerçekten büyüktü. Duvarlar baştan aşağı yerli ressamların çizip çizip ucuza sattıkları tablolarla doluydu. Adelwyn kervanın diğer üyeleri gelmeden önce tablolara bir dakika kadar göz attı ve Durren’ın sanat anlayışının parayla beraber geliştiğini fark etti. Çaktırmadan gülümsedi ve odanın sonuna, büyük masanın da başına doğru ilerledi.
Sandalyesine yavaşça otururken, “Durren!” diye seslendi, “Yiyecekler hazır değil mi?”

Durren başıyla onayladı ve Adelwyn’in tarafındaki bir kapıdan geçti; Adelwyn göz ucuyla buranın mutfağa çıkan kısa bir yol olduğunu anladı. Kapı kapandıktan birkaç saniye sonra da kervanın diğer üyeleri içeri doluşmaya başladı. Adelwyn, son saatler içinde, kazanma şansının gerçekten de az olduğunu fark etti. Aman, yöneticilik yapmaktan da sıkıldım zaten diye düşünüp kendini avuttu.

Herkes yaklaşık on dakika kadar kendi arasında sohbet etti ve sonunda art arda herkese yetebilecek kadar yiyecek masaya dolmaya başladı. Bütün kervan üyeleri leş görmüş akbaba gibi gelen yiyeceklere saldırıp tıka basa yediler. Yemek yeme merasimi de yarım saat kadar sonra sona erdi ve sonunda seçim vakti geldi.

Adelwyn ayağa kalktı, “Dostlarım,” diye söze başladı, “Artık her sene aynı konuşmayı yapmama gerek kaldığını düşünmüyorum. Klasik bir seçim günü ve adaylarımız belli. Oylama olabildiğince kısa sürsün, çünkü herkesin iyice dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.”

“Öncelikle, adayları yazacağım,” dedi ve Durren’ın yüksek ihtimal yakınlardaki ressamların birinden aldığı şövale üstündeki tuvale sırayla -biraz kötü bir el yazısıyla- adayların ismini yazdı.

GUNDAR — … OY
ADELWYN — … OY
THOMİR — … OY

Adelwyn, “Gundar’a oy vermek isteyenler,” dedi. 4 kişi el kaldırdı ve hızlıca indirdiler. Adelwyn kâğıdın üzerinde Gundar’ın isminin yanına 4 OY yazdı.

“Oyunu benim için kullananlar,” dedi. 14 kişi elini kaldırdı. Adelwyn olacakların bir kısmını önceden tahmin etmişti ve burada üzüldüğü tek şey babasından yadigâr yöneticilik görevini kaybedecek olmasıydı.

Masanın sağ tarafında kalan Thomir, turuncu sakalıyla oynayarak sırıtıyordu. Bu sırada, ellerini kaldıran kişiler halen indirmemişti. Adelwyn sayımını yaptıktan sonra, “Elleri indirebilirsiniz arkadaşlar,” dedi ve arkasını döndü. Göz ucuyla arkasına baktığında eller hâlâ inmemişti. “Bir sorun mu var?”

Thomir, yavaşça ayağa kalktı -cüce olduğu için kalkıp oturması arasında pek bir fark olmadı, “Var, Adelwyn, var,” dedi, “Sorun… ne yazık ki sensin.”

Diğer tüm kervan üyeleri, ellerini kaldırdılar ve sonrasında herkesin göğüslerinin sağ tarafında takılı olan Yıldızbekçileri broşunu tutup yırttılar. Adelwyn o sırada Larrell’a baktı. Gözlerinde sen de mi? dercesine bir bakış vardı.
Thomir tam bir pislik edasında, “Biliyorsun,” diye söze girdi, “Son zamanlarda kervan pek de iyi satış yapmıyor. İşlerimiz eskiden olduğu gibi gitmiyor. Aldığımız duyumlara göre seninki de tam tersi, daha iyi gidiyormuş. Kervandaki hiç kimse bu durumdan memnun değil. Şahsen, dostların, dostlarım, Bekçi olup sen paralarını sayarken nöbet tutmaktansa, benim, Thomir Toprakkralı’nın önderliğinde, Krallar gibi yaşamak istiyorlar.” Arkasını döndü. “Öyle değil mi arkadaşlarım?”

Arkadan evet ve doğru diyor gibi sözcüklerin karışımı bir uğultu çıktı. Adelwyn tamamıyla bir öfke seline kapılmıştı: Hayır, bu kaybettiği için değildi. İhanete uğradığı içindi. Daha iki gün önce en yakın dostu olan Larrell bugün onu sattığı içindi; kardeşim, dostum dediği, demirciliği öğrettiği Andrey onu sattığı içindi: Thomir, bunları planladığı içindi.

Gayet sakin bir edayla yürümeye başladı. Thomir zafere ulaştığı için mutlu bir şekilde piposunu çıkarıp yakmaya hazırlanıyordu. Adelwyn çok ani bir hareketle döndü, Thomir’in boğazından tuttu ve kısa boylu herifi kaptığı gibi masaya yapıştırdı. Thomir’in gözlerinde dehşet, Adelwyn’in gözlerinde öfke vardı: Saf, korkutucu bir öfke.

Diğerleri mücadele etse de Thomir’i Adelwyn’in elinden kurtaramadılar. Thomir’in yüzü morarmaya başlamıştı; boğuluyordu. Adelwyn, cücenin öldüğünü anlayınca onu bıraktı. Suratınca korkutucu bir gülümseme vardı; sanki deliliğin işaretiydi. Odadaki herkes yürekleri ağızlarına gelmiş bir halde Adelwyn’e bakıyordu. Bu sefer öfkeli, intikam peşinde olan Adelwyn değildi.

Uzun koridorlarda koşturmaca başladı. Adelwyn çevik ve hızlı bir adamdı, ayrıca arkasındaki otuza yakın kişilik öfkeli insan topluluğu birbirlerini yavaşlatıyorlardı. Korku sayesinde algıları açılmış olan Adelwyn, son anda sol taraftaki koridordan gelen temizlikçi kadının bulaşık arabasını fark etti ve köşeye çekildi. Öfkeli kalabalıktan birkaç kişi bulaşık arabasına çarpsa da diğerleri koşmaya devam etti.

Adelwyn’in kasları ona yalvarıyordu fakat yapacak bir şeyi yoktu. Koridorlar boyunca ellerine ne geçerse Adelwyn’e fırlatmıştılar. Adelwyn bu devasa binada nereye gittiğini bilmeden bir sağa bir sola dönüyordu. Ve şimdi de içinde insanların da bulunduğu mutfaktaydı. Birazdan bu mutfak, öfkeli insanların bulunduğu bir mutfağa dönüşecekti. Sonra da kanlı bir mutfağa.

Adelwyn hızla içeri dalınca diğer tüm hizmetçi ve aşçılar korkarak arka kapıya yöneldiler ve kaçtılar. Adelwyn elinde geçen ilk iki bıçağı kaptı ve savunma haline geçti. Koşacak hali kalmamıştı. Öfke ve korkuyla birleşen zihni, bu anda haklı olanın o olduğuna kendini inandırmıştı. Burada ölecek biri vardı ise bu Adelwyn olmamalıydı. Adelwyn adaletin ve tanrının kendinden yana olduğuna emindi; vücudundaki kaslar ise bu fikre saygı göstermiyordu.

Öfkeli kervan üyelerinin içeri girmesi biraz zaman aldı, Adelwyn hâlâ savunma pozisyonundaydı ve bu süre zarfında biraz dinlenmişti. Kendi kendine, birkaçıyla kapışıp aradaki karmaşada tekrar koşup kaçarım, diye düşündü. O sırada içeri ilk üçlü girdi. Önde bulunan Willen, “Burada!” diye bağırdı, “Katil burada!”

Adelwyn bu yaşlı ve tatlı adamı öldürmek istemezdi ama o andaki Adelwyn, onun ölümü hak ettiğini düşünüyordu. Elindeki bıçak sanki farklı bir güç tarafından ona zorla yaptırılmış bir şekilde elinden fırladı. Hain. Sivri ve tırtıklı ekmek bıçağı yaşlı adamın karnından içeri girdi. Adam dizleri üstüne çöktü ve yere yığıldı. Diğerlerinin suratında, gerçek korku vardı. Adelwyn ise ifadesizdi; aslında suratında bir şeyler vardı, ama tarif etmesi zor bir karışımdı.

Adelwyn arkadan gelen uğultuyu duyunca, ikilinin şaşkınlıklarını kullanarak solunda kalan kapıya yöneldi. Yandaki masanın üstündeki tüm meyveleri yere döktü ve hızla kapıdan çıkıp koşmaya başladı. Burası hatırına geldi: Burası toplantı odasına gelirken geçtikleri ikinci koridordu. Bitişten sola… Buradan da sağa… Ve kapı karşısındaydı. Uğultu arkasından onu takip ederken güneşin ışığı suratına vurdu. Ovalara doğru dönemezdi, çünkü Çatlak Ovalar ufak çaplı heyelanlar ile yarılmış, dengesiz ve üzerinde bitki olmayan bir yerdi. Mecburen tekrar köye girmesi gerekiyordu. Koşturmaya başladı.

Akciğerleri ve bacakları ona küfür etmeye başladığında Sönük Yıldız Hanı’nın önündeydi. Bu sefer, üstüne atılmış olan ağır şeylerin -etraftaki meşaleler, tablolar vesaire- vücudunda yarattığı eziklerin ağrısı başlamıştı. Topallayarak han kapısına yöneldi…

…Adelwyn hana girdi ve sallana sallana köşede bir yere oturdu. Elindeki küçük sandığı masaya koydu. Etrafına baktığında kimseyi göremedi; bu aslında biraz da işine geliyordu. Çırak geldi ve Adelwyn’e bir şey isteyip istemediğini sordu fakat Adelwyn son birkaç saat içinde yaptığı şeylerin pişmanlığıyla meşguldü.

Ellerinde ve bacaklarında karıncalanmalar hissediyordu. Sağ elini kaldırdı, inledi; çırak geri dönerken Adelwyn masaya tutunamadı ve yere yığıldı.

Gözlerini açtığında, şifahanede değil, bir evin içinde olduğunu anladı. Başını biraz sağına çevirdiğinde bir çocuğun oturmuş kitap okuduğunu gördü.

Başını kendi vücuduna çevirdiğinde, pantolonu biraz sıyırılmıştı ve gömleği yoktu; farklı yerlerde bastırılmış çiçekler vardı ve bulamaç halindeki ilaçlar sürülmüştü. Çocuk kafasını kitaptan kaldırdı, “Hoş geldin,” dedi, “Nedir bu halin?”

Adelwyn’in her yeri acıyordu. Acıdan kıvransa da kendini zorlayıp doğruldu. Kafasını çocuğa doğru çevirdi, boynunu bir sağ bir de sola çıtlattı, “Şifahanede olmam gerekirdi, niye buradayım?” diye sordu. Çocuk ona bir yerlerden tanıdık geliyordu, ama… “Rowe?”

Çocuk gülümsedi, “Hatırlayabilmene sevindim amcacım,” dedi, “Bizi ziyarete geleceğini bilmiyordum.”

Adelwyn yeğenini görmüş olmanın hoşnutluğuyla gülümsedi, fakat ağzının etrafındaki yaralardan dolayı bu da pek uzun sürmedi. Eliyle yaraları yokladıktan sonra ağzını fazla açmadan konuşmaya devam etti: “Baban ile annen nerede?”

Çocuk ayracı kaldığı sayfaya yerleştirip kitabı çalışma masasının üstüne koydu. Rowe 1,70 metre boylarında, siyah dalgalı saçları ve ela renk gözleri olan bir gençti. Rowe, “Tatile gittiler,” dedi, “Kurtağzı’nda bir hafta kadar kalacaklar, sonra da geri dönecekler. Babam büyük bir iş almış, ‘ondan önce güzelce bir dinleneyim’ dedi.”

Adelwyn başını yukarı aşağı salladı. “Hep böyleydi,” dedi, “Savaşkurumu seçimlerine girdiğimizde de çalışmadan önce dinlenmeye karar vermişti; sonuç olarak marangoz oldu gördüğün gibi.”

İkisi de hafifçe sırıttı. Adelwyn suratı civarına pek darbe aldığını sanmıyordu, fakat sonra handayken masadan düşüş anı gözünün önüne geldi; zaten ondan sonrasını da hatırlamıyordu. “İlk uyandığımda bir soru sordum ve cevabını alamadım,” dedi, “Şifahaneye götürülmedim mi ben?”

Rowe, “Ben şifahanede eğitim görüyorum,” dedi, “Bakımın yapıldıktan sonra istirahat etmen gerektiği söylendi, ben de ‘ben onu eve götürürüm’ dedim. İşte, buradayız.”
Adelwyn onun bunu anlayacağını bilerek kendi içinden takdir etti ve ayağa kalktı. İlk başta düşecek gibi olsa da toparladı, yardıma gelen çocuğu geri çevirdi. Tuvalete doğru yöneldi: Bu yörede bazı evlerin tuvaletleri binanın kuzey duvarına bitişik, ortalama 1,5 metrelik çıkıntı odaların içine kuruluyordu ve bu ev de onlardan biriydi. Cüce mühendislerin icat ettiği kanalizasyon sisteminin gelişiyle beraber bu eklentiler yaygınlaşmıştı.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra yarı-topallar şekilde tekrar salona geldi. Yeğenine baktı, “Ben burada fazla duramam,” dedi, “Peşime düşecekler.”

“Kim, ne için peşine düşecek?”

“Uzun hikâye,” dedi Adelwyn ve oda içine bakınıp aradığı çantasını buldu; içinden bir şişe romu çekip çıkardı ve kafasına dikti. “Sana kötü örnek olmuyorum umarım—başka bir zaman anlatırım hikâyeyi. Eğer o zamana kadar kalabilirsem.”

Rowe, “Ciddi bir durum gibi görünüyor,” dedi, “Fakat bu halinle seni bırakamam. Dağyolu’na çıkarken yoldan geri yuvarlanırsın.”

Yine sırıttılar, fakat Adelwyn gerçeğin farkına varınca biraz telaşlandı. Kısa süre içinde buradan kaçması gerekiyordu ama bu haliyle gerçekten de kaçamazdı.

Oda içinde ağır ağır volta atmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken Rowe da onu izliyordu. Amcası gerçekten de çözümlemesi zor bir insandı: Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, garip hobileri olan, bir kervanı yöneten zanaatkârın tekiydi. Adelwyn bir o yana bir bu yana yürürken odayı da gözlemliyordu. Sonunda kafasında bir ampul çakmış gibi döndü, ani dönüşünün cezası olan acıyı hazmetti; “Rowe,” dedi, “Eskiden seninle kostüm yaparak oyun oynardık, hatırlıyor musun?”

Divider-1-(Ters)

Arabacı Maxim piposunu yakmış, keyifle tüttürüyordu. Her ne kadar aracı bugün pek iş yapmamış olsa da bir toruna sahip olduğunun haberini almıştı ve onu işten daha mutlu edebilecek bu haber için bir keyif tütünü hazırlamıştı. Tütünün içine her gün sıradan içtiği İndibi tütününden çok az, Sulakova tütününden de bolca koymuştu. Sulakova insanların çakırkeyif olmak için kullandıkları, birazcık pahalı bir tütündü.

Tütün karışımının kırmızı renkli, kırmızı meyve kokan dumanını üfledi ve güneşe baktı. Güneş en tepede değildi, Maxim’e göre yola en uygun vakit bu vakitti: Ne çok sıcaktı ne de çok serin; ne çok karanlıktı ne de çok aydınlık. Altıncı his derler ya, Maxim de bunu hissetmiş gibiydi: Hazineciler Sokağı’nın kıvrım alıp Dağyolu’na ve arabaların kalkış yaptığı yere doğru ikili patikaya dönüştüğü yerden iki kişi geliyordu.

Gelenler bir genç ve bir yaşlı adamdı. Adam kambur, hayattan bezmiş bir şekilde yürüyordu fakat gencin içinde ışık vardı; belki de bunlar tütünün etkisiydi, ama bunlar Maxim’in umurunda değildi. Ağır ağır yaklaştılar, sonunda çocuk konuştu: “Merhabalar efendim, a- dedemin Elatepe’ye gitmesi gerek, yardımcı olur musunuz?”

Maxim biraz çocuğa, biraz da yaşlı adama bakındı ve sonunda başıyla onayladı. Piposunu sol elinin iki parmağı arasına aldı ve araçtan aşağı indi, yaşlı adamın koluna girdi ve çocuğun da desteğiyle onu araca bindirdi. Yaşlı adam, çocuğun kulağına eğildi, “Not bıraktın mı?” diye fısıldadı. Çocuk, “Ne notu?” diye karşılık verdi; yaşlı adam da “Veda notu!” diye hiddetli bir karşılık verdi. Olay çocuğun kafasına denk edince başıyla onayladı.

Maxim, “Vedalaşmak zor olur,” dedi ve hafifçe gülümsedi, “Dede-torun bağı çok farklı oluyor herhalde. Ben de dede oldum da. Öğreneceğiz artık.”

Yaşlı adam konuşmadı fakat gülümsedi. Çocuk Maxim’i omzundan dürttü. “Elatepe’ye iki kişi için ne kadar ödemeliyiz?”

“Sadece deden gitmeyecek miydi?”

“Annem ve babam tatildeler, o da gelmemi istedi. Ben de kıramadım. Zaten 2 gün falan kalacağız.”

Çocuk aşağı bıraktığı iki büyük çantayı yaşlı adamın yanına yerleştirdi ve araca atladı. Maxim bir süre şüpheli bir şekilde baktı, bu süre içinde kendi kendine durumu tarttı ve sonunda, para paradır, kararına vardı. “Kişi başına 6 altın tutuyor.”

Yaşlı adam hiç itiraz etmeden cübbesinin altından küçük bir sandık çıkardı ve gizli gizli içinden paraları çıkartıp adama toplamda 12 altın uzattı. Maxim paraları kesesine indirdi, sırıtıp bir süredir boşa yanan piposundan bir nefes çekip üfledi ve atları harekete geçirmek için ön tarafa geçti: Elatepe’ye olan yolculuk, yani kaçış, başlamıştı.

3 Beğeni
BÖLÜM II

BÖLÜM II - UĞURSUZ YOLLAR
“Aihura, zamanın araştırmacılarının taktığı ad ile bir kıtalar grubuydu. Tarihin tozlu sayfalarında kendine yer edinmiş birkaç önemli denizcinin araştırmaları ve çalışmaları sonucunda Dünya’nın 3 kıtalar grubundan oluştuğu kanaatine varılmıştı. Bunların en kuzeyde, karlar ve buzlar içinde olanına Buzadalar anlamına gelen Feghikni, tam ortada olan, her mevsimi geçirenine Cennetparçası anlamına gelen Rachiura, güneyde ve sıcakta kalmasına rağmen Yıkımlar Savaşı’nın etkisi altında büyülü güçlerin bir oraya bir buraya saçıldığı sonuncuya ise Büyülüdiyar anlamına gelen Visirhik adı verildi.

“Zamanla bu adlar değişim geçirdi, çünkü bu adların tamamı Antik Dil’de verilmişti ve o dili hatırlayanların sayısı çok azdı,” dedi Alneus ve suyundan büyük bir yudum aldı. ‘O dili hatırlayanların sayısı çok azdı,’ denildiği zaman öğrencilerin büyük bir çoğunluğu kendilerine eğitim veren altı büyücüyü düşündü. Alneus bardağı köşeye koyduktan sonra sözlerine devam etti: “Feghikni, o zamanlarda keşfedilmek üzere gidilebilecek bir yer değildi çünkü oradaki hiçbir adada kaşiflerin alıştığı hava şartları işlemiyordu; her yer soğuk ve fırtınalıydı. Rachiura, zaten büyük bir çoğunluğun yaşadığı yerdi. Eski kitaplarda ve kayıtlarda geçen bilgilere göre bu kıtalar grubu aslında tek bir kıtaydı, fakat Visirhik gibi o da Yıkımlar Savaşı’ndan nasibini almıştı ve parçalara ayrılmıştı. Visirhik ise insanların dörtte biri kadar az bir miktarının yaşadığı bir yerdi fakat savaş orada bittiği için pek çok anıt ve büyülü bölgelerin çekiciliği nedeniyle nüfus dengelenmesi yaşandı.”

Öğrencilerden biri elini kaldırdı ve, “Peki, Altıadalar nasıl oluştu?” diye sordu, “Onlar da tek parça mıydı?”

Alneus, kendini derse kaptırıp soru sormadan devam eden öğrenciler arasından bir tanesinin bu soruyu sormayı akıl edeceğini düşünmüştü. Söze, “Şöyle ki,” diye girdi, “Altıadalar, Yıkımlar Savaşı’ndan da önce vardı ve biz ölsek bile sizler sayesinde varlığını sürdürecek. Bu adalar grubu diğerlerine nazaran daha özel, çünkü üç adası Visirhik’ten, üç adası Rachiura’dan kopup birleşti ve bizler de burayı sahiplendik. Daha öncesinde yaşanan bir savaşın etkisi var mı yok mu bilinmez; tek bildiğimiz şey bu altı adanın iki farklı kıtalar grubundan kopup yan yana gelmiş olmalarıdır.”

Alneus’un cümlesini bitirmesiyle beraber dev kum saatindeki son kum tanesi de düştü ve ders bitmiş oldu. Öğrencilerin öğrendikleri numaraları ve büyüleri ders içinde söylenmedikçe kullanma yetkileri yoktu, bu yüzden herkes yavaş yavaş toplandı ve büyük binanın içine doğru ilerledi.

Alneus kitabını kapattı ve koltuğunun altına koydu; cübbesini düzeltip öğrencilerin ardından yürüdü.

Altıadalar büyük bir avantajdı: Kuzeybendi’nin kendine has, güneşte bile erimeyen—sırrı hâlâ çözülemedi—buzdan yapısı yolların büyük bir kısmını kaplamıştı. Kuzeybendi’nin hemen alt tarafından bir geçit vardı fakat 3 sene önce yaşanan okyanus tabanlı deprem sırasında zaten zayıflamış olan buz kıyılar kopmuş ve parçalanarak yolu kapayan buzdağlarına dönüşmüştüler. Altıadalar’ın yapısı bir delta gibiydi; ortada büyük bir ada vardı ve etrafında 5 tane küçük ada yayılmıştı, aralarından da dalgası bol sular akıyordu. Ülkelerden çıkan gemilere de geçecek yol oluşuyordu. “Altılar’a şükürler olsun,” derdi her denizci çünkü büyücüler gemi geçişlerinden para almazdılar.

Büyüokulu’nun iç yapısı ve duvarları bir kiliseyi anımsatıyordu. Ahşaptan yapılmış olması da öğrencilere ayrı bir sıcaklık, evindeymişçesine bir his veriyordu. Altı adanın altı büyücüsü burada öğrencilere eğitim verir, onlara büyünün inceliklerini anlatıyorlardı. Başbüyücü Alneus, orta yaşlarını biraz geçmiş, dört elementin kontrolü üzerinde yıllarını harcamış birisiydi; her zaman uzun kırmızı cübbesiyle gezer, beyaz saçlarının uzamasına asla izin vermezdi. Onun yanı sıra, masallardaki gibi tüm büyücüler yaşlı adamlar değildiler; mesela Dwaforn. Orta yaşlarına bile gelmemiş olmasına rağmen Efsunbüyüsü’nde en usta kimselerden biri olmuştu ve kendinden belki 5 belki 10 yaş büyük öğrencilere eğitim veriyordu.

Alneus merdivenlerden çıkıp odasına doğru yöneldi, bu uzun koridorda diğer beş büyücüden ikisinin daha odası bulunuyordu. Odasından içeri girdiğinde masasının önünde misafirlerini ağırladığı koltuklardan birinde Uwnorim oturuyordu. Büyücüler arasında en genç olanları Uwnorim’di: Beyaz kıyafetinin üstüne, özel yapım kemeriyle bağlanmış kızıl renk, işlemeli ve kürklü paltosunu giymişti. İçeri gelen Başbüyücü’yü mahcupluk ile selamladı.

Alneus dik duruşunu bozmadan hızlı adımlarla sandalyesine yürüdü ve oturdu. “Anlat bakalım Uwnorim, sana vakit ayırmamı istemenin sebebi nedir?”

Uwnorim iki elinin avuçlarını birleştirdi, hafif kambur bir hale geldi ve, “Gitmek istiyorum,” dedi, “Yaptığım hatayı unutana, ya da telafi edene kadar gitmek istiyorum.”

Alneus bir süre başını eğmiş genç büyücüye baktı. Dudaklarını büktü, “Ah, evladım,” dedi, “Genç olmanızın size sağladığı en kötü etki bu: Tecrübesizlik.”

Uwnorim hafifçe kafasını kaldırdı ve Başbüyücü’ye baktı; “Kontrol edebileceğimi sanmıştım… O üç gencin ölmesine yol açacağını bilmiyordum…”

Başbüyücü, Uwnorim’in lafını yarıda böldü. “Ondan bahsetmiyorum, hayır,” dedi, “Hatalarından kaçmanın onları unutmanı veya onlardan kurtulmanı sağlayacağını düşünüyorsun. Bu doğru değil evlat. Hatalarından kaçtıkça zayıflarsın, tökezlemeye başlarsın; çünkü bir koşucu takıldığı engelleri bilmeden asla birinci olamaz.”

Divider-2-(D%C3%BCz)

Rowe ve yaşlı dedesi Aldewin yolculuğa çıktıklarında saat öğlen üç gibiydi, tam da yola çıkma vaktiydi. Adelwyn, tıpkı macera kitaplarındaki gibi beyazlara bürünmüş bir yaşlı adam görünümündeydi ve ne olur olmaz diye de cübbesinin altında kendi yapımı olan silahlarını gizlemişti. Epey genç olan Rowe’den çok bir şey bekleyemezdi; dini eğitimlerini bir sene kadar önce almaya başlamış, biraz da şifa üzerinde bilgisi olan bir çocuktu fakat yakın temasta etkili olamayabilirdi.

Arabacı Maxim piposunu tüttüre tüttüre yolu götürüyordu; birkaç kez sohbet etmeye çalışsa da ikiliden pek ses gelmediği için yöresel bir müziği mırıldana mırıldana yoluna devam etti. Adelwyn konuşmuyordu çünkü yaşlı bir adamın ses tonunu sürekli sürdüremeyeceğinden, sesinin ayarını kaçıracağından korkuyordu.

Yol burada Dağ’a yaklaşıyor, dağın eteklerindeki yeşil yaylalardan gitmek yerine dağın dibinde, yükselen dik taşların etrafından dolanıyordu. Güneş Dağ’ın arkasına geçmeye başladığından yola gölge düşmüştü ve hava biraz serinlemişti. Yolun taştan tepelerin dibinden gitmesinin sonuçlarından biri olarak yolun üstü minik taşlarla kaplanmıştı; bu yüzden de at arabası sallanmaya başlamıştı.

Maxim saatini kontrol etti ve saatin beşe geldiğini fark edince kamçıları çok sevdiği atlarının canını yakmayacak şekilde vurdu ve arabayı hızlandırdı; köprüye biraz daha mesafe vardı ve bu yolun dönüşü de vardı. Atlar aniden hızlanınca araba sarsıldı ve bu da uyuyakalmış olan Adelwyn’i uyandırdı; şükürler olsun ki sesli bir tepki vermedi.

Bu hızlı tempo arabanın sallantısını arttırmıştı. Sağındaki bölmeden dışarıyı izleyen Rowe, rüzgârın fısıltısını duyabiliyordu. Biraz sertçe geliyor ses; ama araba hızlandığından dolayı bu gayet normal, diye düşündü. Maxim ani bir çığlıkla, “Lanet olsun!” diye bağırdı. Atların dizginlerini ağırca fakat tüm kuvvetiyle çekerek onları yavaşlatmaya çalışıyordu. Sağdaki atın üstüne bir ok saplanmıştı; şimdi iki. Atın arabayı çekecek gücü kalmayınca ve soldaki at korkup kaçmaya çalışınca, araba sola doğru meyil verdi ve yoldan çıkarak soldaki ovalara doğru gitmeye başladı; yoldan çıkarken sol arka tekerlek takılıp kırıldı ve arabanın yere saplanması atın koşmasını yavaşlattı. Bu da atın araçtan ayrılıp kendi başına koşmasını sağladı.

Şimdi araç, sürtünmenin etkisine rağmen süratli ve sola eğik bir biçimde ovayı deşerek ve çimenleri ezerek ilerliyordu. Yaklaşık on-on beş saniye sonra araç durdu. Maxim araçtan atladı ve koltuğunun yanındaki sopayı çıkardı. Adelwyn’in yanındaki kapı sıkışmıştı, o yüzden Adelwyn kapıyı tekmeleyip dışarı çıktı; Rowe da kendi kapısını açmak yerine onun peşinden gitti.

Tam net görülemese de karşıdan bir grup insanın geldiği belli oluyordu. Onlar yaklaştıkça görüntüleri daha düzgünleşti ve ellerindeki mızraklar belli oldu. Aralarında yaklaşık 10-15 metre kala durdular ve en önlerindeki, “Piua uguar ripaum!” diye bağırdı. “Uswa waurr ess yhie!

Dediklerinden bir şey anlaşılmıyordu, ama kızgın oldukları belliydi. Adelwyn sahte sakalını çıkardı, cübbesini sırtından attı, onun altındaki diğer cübbeyi de attı; kınından kısa bir kılıç, 'bohça’sından da minik bir arbalet çıkardı. Bu arbalet, kola takılabilenlerdendi.

Kısa sürede bu kadar değişim gören Maxim, “Sizi lanet olasıcalar!” dedi, fakat önlerindeki şeyin daha büyük bir sıkıntı olduğunu fark ederek kızgınlığını sonraya sakladı. Karşılarındaki tipler yabani insanlardı ve birbirleri aralarında bir şeyler konuştuktan sonra naralar atarak koşmaya başladılar. Bir açıklığın ortasında, beş yabani adama karşı üç kişilerdi. Adelwyn, “Rowe, geride dur!” diye bağırdı ve kendini hazırladı. “Maxim, dikkatli ol!”

Yabanilerden biri koşup elindeki mızrağı Adelwyn’e doğru fırlattı fakat koşarken mızrağı atmanın kolay bir şey olmadığını bilmediği kesindi. Adelwyn bunu bir fırsat gördü, önce ileri atılıp kısa kılıcını sağdan sola savurdu ve adamın karnında derin bir yara açtı, sonra ekseni etrafında dönüp koluna sabitli el arbaletini yabani adamın çenesine yerleştirdi ve ateşledi; arbaletin oku yabani adamın kafasının içinde kalmıştı. Öldürmek, bu kadar kolaydı.
Köşedeki, onlara göre sağda olan yabani, olduğu yerden gerildi ve mızrağını Adelwyn’e fırlattı; korkmuş gibiydi. Mızrak neredeyse Adelwyn’in bacağını deşecekti, fakat Adelwyn çevik bir hamleyle zıpladı ve mızraktan kurtuldu.

Bir diğeri, ileri doğru koştu, sonra da ivmesinden büyükçe bir kuvvet alarak zıpladı ve mızrağını Maxim’e saplamaya çalıştı. Mızrak, direkt olarak yaşlı adamın kalbine saplandı ve Maxim dizlerinin üstüne çöktü. Öldürülmek, bu kadar kolaydı.

O sırada Rowe, çantasından bir kitap çıkarmıştı ve bir şeyler okuyordu. “Elini ileri doğrult ve ‘Rakirr-at!’ diye seslen.” yazıyordu kitapta. Rowe elini Maxim’i öldüren yabaniye doğru tuttu ve “Rakirr-at!” diye bağırdı; elinin içinde bir sıcaklık hissetti, avucunun içinden ışık saçan bir alev dalgası fırladı ve yabaninin vücudunu ortadan ikiye böldü. Rowe büyü dalgasının etkisiyle yere düştü, tıpkı yabaninin vücudunun alt ve üst parçaları gibi.

Diğer yabaniler çığlık ata ata kaçmaya başladılar. Rowe yerden doğrulup da yaptığı şeyi gördüğünde dehşete kapıldı; Adelwyn ise direkt olarak Maxim’in yanına gitmişti fakat Maxim için ümit kalmamıştı. “Rowe, Rowe!” diye bağırdı Adelwyn, “Çabuk şuna bir şeyler yap, iyileştir onu!”

Önce telaşlar içindeki amcasına, sonra yerde ölü yatan Maxim’e, sonra da biraz ilerilerinde bulunan iki yabaninin cesetlerine baktı. Aklında binlerce soru uçuşuyordu: Bunu nasıl yaptım? Neler oluyor? Arabacı ölmüş? Az önce birini mi öldürdüm? Adelwyn nasıl bu şeye kayıtsız kalabildi?

Sorular dünyasından gerçeğe çekilince afalladı. Adelwyn toprağa bir yumruk atıp, “Kahretsin!” diye bağırdı. Sonra, “Gitmemiz gerek, bizi burada gören birisi sıkıntı çıkarabilir,” dedi, fakat Rowe hâlâ afallamış haldeydi. Adelwyn ayağa kalktı ve yeğenini sarstı, “Evlat, iyi misin?” diye sordu. Rowe ise ağır bir şekilde, “İyiyim.” diye cevap verdi. “Ben az önce ne yaptım?”

“Bana bahsetmediğin öğretilerden birini uyguladın belli ki,” dedi Adelwyn, “Ama şimdi bunlar için endişelenecek zaman yok, kaçmalıyız; hesabını sonra vereceksin.”

Adelwyn yeğenine destek oldu ve koşmaya başladılar. Koştukça, ileride Güngörmez Ormanı’nın uzun, bol dallı ve büyük yapraklı ağaçları gözükmeye başladı. Adelwyn temposunu düşürdü ve durakladı. Biraz nefes aldıktan sonra, “Ormana girersek kaybolabiliriz, ama açıkta durmak da tehlikeli.” dedi, ne ifade etmek istediği belliydi. Rowe, “Ormana girelim, bir yol buluruz elbet.” dedi. Akşamın kasveti üstlerine çökerken yorgunluğu hiçe sayarak ormanın içine doğru ilerlemeye başladılar.

Divider-2-(Ters)

Uwnorim, “Doğru diyorsunuz,” dedi ve biraz duraksadı; “Ama ben seçimimi yaptım: Buradan kısa veya uzun, ne kadar olduğunu bilemeyeceğim bir süre için uzaklaşmak istiyorum. Araştırmalarıma devam edeceğim, ama başkalarına zarar vermelerini istemiyorum.”

Alneus, genç büyücüye baktı, yüzündeki pişmanlığı gördü ve ona laf anlatamayacağını anladı. “Peki,” dedi, “Sana engel olmayacağım. Geri döndüğünde kapımız sana açık olacak evlat. Umarım dersini almış bir şekilde dönersin.”

Uwnorim başıyla onayladı, Başbüyücü’ye teşekkür etti ve kapıdan dışarı çıkıp kendi odasına gitti. Almayı planladığı tüm eşyalarını toparladı, çantasını hazırladı ve aşağı kata indi. Büyüokulu’ndan dışarı çıkarken içinde bir huzursuzluk hissetmiyordu; aksine sanki dertlerini burada bırakıp gidiyormuş gibi bir hafifleme hissediyordu. Sırıttı.

1 Beğeni
BÖLÜM III

BÖLÜM III - ARAYIŞ
Adelwyn ve Rowe ormanın içine doğru bir süre ilerlediler fakat dayanacak güçleri kalmadı ve diğer ağaçların arasından sıyrılan, devasa bir çınar ağacının yanına sığınıp uyumaya çalıştılar. Akşam vakti de geçip gece olduğunda, etraftan baykuş sesleri, çok sık olmasa da uluma sesleri duymaya başlamışlardı; Rowe korkuyordu fakat beyninin korkudan uyuyamayacak durumda da değildi.

Bir şeyler tıkındılar ve yemekten sonraki yorgunluk ile beraber gözleri kapandı.
B%C3%BCy%C3%BCc%C3%BC-divider

Alneus’un diğerlerinden gizlice verdiği bir görev üzerine yola çıkmıştı Ainwet. Ve sonunda II. Halaster Tapınağı’na varmıştı. Bu tapınak, yıllar yıllar önce Dağhalkı’nın liderlerinden biri olan II. Halaster adına kurulmuş, içinde Ejdertanrı Forghus’a tapınılan bir yerdi. Fakat son on yıl içinde Dağhalkı arasında bir sürü anlaşmazlık çıkmıştı ve birkaç diğer tapınak gibi bu tapınak da nasibini almış, yıkıma uğramıştı. Ainwet’in buraya gelme sebebi ise Tapınak’ın hoş olmayan amaçlar için kullanıldığı duyumuydu.

Bu garip herif, kendi kendine bile konuşmuyordu; herkes büyülerin büyük bir kısmını söz ile yaparken, Ainwet kendi tekniğini geliştirmişti ve hareketleri ile büyü yapabiliyordu. Sadece gecenin müziğini dinleyip gökyüzünün tiyatrosunu izlerdi; gereken ahenk bir tek onlarda vardı. Devasa dağın içine giren bir yol ararken eli bir çatlağa denk geldi, asasının ucunu çatlağın bulunduğu taş parçasına yerleştirdi ve yavaşça asayı oynatarak bir şekil çizmeye başladı: Kusursuz bir çember, ortasında ise 3 tane rünik görünümlü harf.

Çatlak gitgide büyümeye başladı, bir sağa bir sola uzanarak kapı gibi bir şekil oluşturdu ve Ainwet geri çekildi. Koca kaya parçası biraz sesli bir şekilde yere düştü ve Ainwet ilerideki yolu gördü. Bir mimiği bile oynamadan içeri doğru ilerlemeye başladı; düşürdüğü kara parçası büyük olsa da, arkasındaki yol dar ve alçaktı, bu yüzden eğilmesi ve asasını bacaklarının arasına alması gerekiyordu.

Zor bela yolun sonuna ulaşınca, ileride büyükçe bir vadi gördü. Vadinin ortasından bir kara parçası yükseliyordu ve kara parçasının üstünde de muazzam bir tapınak vardı. İçerisinin karanlık olması gerekirdi, fakat ışık, dağın içi delinerek açılmış yollardan tapınağın tepesine ulaştırılıyor, tapınağın tepesindeki devasa eğimli çanak sayesinde de ışık tüm vadiye yayılıyordu; bir mühendislik harikasıydı.

Vadinin tabanından desteklenmiş merdivenler ile tapınağa yapılmış olan yol biraz eskimişti. Bazı yerlerde parçalar düşmüş, merdivenin köşesindeki süslemeler kırılmıştı. Ainwet asasını bir baston gibi kullana kullana ilerledi.

Tapınağın girişine geldiğinde biraz yorulmuştu, ama içindeki kötü his de artmıştı: Burada olmalıydı, o kara herif burada olmalıydı. Elinden geldiğince gizlice ilerledi ve tapınağın altına inen yolu—birazcık büyü yardımıyla—buldu. Tapınağın altına indikçe içerideki yoğun tütsü kokusu artıyor, insanı biraz da olsa bunaltıyordu.

Ainwet, ses çıkartmaması için asasından destek almayı bıraktı ve daha dikkatlice ilerlemeye başladı çünkü biraz ilerideki odadan sesler geliyordu. Gizlice bakmaya çalıştığında kısa boylu birkaç figür gördü; onların ilerisinde başka bir figür daha vardı ama pek seçilemiyordu. Bir şeyle uğraşıyordu ve Ainwet’in görebildiği kadarıyla tavana doğru yükselen 2 tane yeşil-mavi ışık sütunu vardı. Ainwet, daha fazla duramayacağını anladı ve koşmaya başladı.

%C4%B0kili-divider

Adelwyn yavaşça uykusundan uyandı. Her yeri ağrıyordu; sırtını ve parmaklarını kütletti, biraz esnedi ve ayağa kalktı. Burnu tıkanmıştı, büyük ihtimalle soğuk algınlığı geçiriyordu. Bir süredir ağzından soluduğu için ağzı kurumuştu, bu yüzden çantasından bir matara çıkardı, dibinde azıcık kalmış olan suyu da bitirdi. Rowe mışıl mışıl denilecek kadar olmasa da uykuya dalmıştı.

Bacaklarını biraz esnetti ve etrafa bakınmaya başladı; bir açıklıkta bulunuyor olmalarına rağmen sanki hiçbir tehlike yok gibiydi. Rowe’un yaptıklarını düşündü ve çocuğu içten içe takdir etti; çünkü kendisi, yeğeninin yakın dövüşte pek etkili olamayacağını düşünmüştü, ama yine yeğeni sayesinde daha fazla tehlikeden—en azından bir süreliğine—kurtulmuştu. Ama o şeyi uzaktan fırlattı, yakın dövüş sayılmaz, diye kendini avuttu ve çocuğa bakıp hafifçe gülümsedi.

Bulundukları yerden pek uzaklaşmadan etraftaki ağaçlara göz attı. Bu ormanda eksantrik ağaçların olduğunu duymuştu, hatta doğru gibiydi; tüm ağaçlar arasında tanıyabildiği tek bir ağaç vardı, o da altında uyuduğu büyük çınar ağacıydı. Durup onun bir çınar olup olmadığı konusunda şüpheye düştü, sonra bu kadar gereksiz konular hakkında düşünmekten vazgeçip tekrar diğer ağaçlara yöneldi.

Çakısını çıkardı ve ağaçlarda yenilebilir gözüken birkaç meyveyi kesti, cebine attı. Bir tanesi kızıl eriğe çok benziyordu, merak ettiği için tadına baktı ve onun gerçekten de bir kızıl erik olduğunu anladı. Bazı şeyleri olduğu gibi görmekten bile alıkoymuşuz kendimizi, diye geçirdi aklından.

B%C3%BCy%C3%BCc%C3%BC-divider

Ainwet’in çıkardığı sesleri fark eden kısa boylu tipler birbirlerine bağırdılar. Ainwet bu dili biliyordu; bu bildiğimiz Cücelerin kullandığı dilin dağdaki yaşam süresince deforme olmuş haliydi. Koştukça ilerideki figürlerin görünüşleri netleşti: Altı tane cüce, bir tane de ortalama boyda insan vardı. Cücelerin vücutları da saçları da beyazlamıştı ve kollarından suratlarına kadar uzanan kırmızı renkte kabile işi dövmeleri vardı; insanın üzerinde ise kara çelikten yapılma olduğunu açık açık belli eden bir zırh, elinde ise gönderli bir kılıç (ing. Glaive) vardı. Ainwet’in ayak sesleriyle beraber arkasına döndü. Evet, bu adam Ainwet’in aradığı adamdı: Avaneil Karakılıç.

Ainwet’in ayaklarının altında bir dalgalanma yaşandı ve ileri doğru epey uzun bir mesafe sıçradı; derisinin üstünde beyaz çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Cüceler efendilerini korumak için koşup Ainwet’e saldırmaya çalıştılar. Ainwet havaya garip bir geometrik şekil çizdi ve asasıyla bir kere, sanki orada katı bir şey varmış gibi, havaya tıklattı. Etraftaki toprakta, yerde ve diğer her cansız bölgede bulunan su parçacıkları hızlı bir şekilde havada çizilmiş şeklin etrafına toplandı. Ainwet asasını sağdan sola savurdu ve aniden sıcaklık değişimi geçiren su molekülleri, soğuk bir dalga halinde cücelerin üstüne indi.

Birkaç saniye sonra etraftaki dumanlar dindi. Altı cüceden beşi buz kütlesine dönüşmüş, bir tanesi de zar zor ayakta kalmıştı. Avaneil bir kısa yay çıkarttı, üstüne aynı anda üç tane ok takıp Ainwet’e doğru nişan aldı, sonra da okları saldı. Oklardan biri yönünü şaşırdı ve sağa meyil alıp taşa saplandı, diğer ikisi ise hedefini buldu; fakat Ainwet’in üzerindeki büyülü dalgalanmalar birini engelledi. Diğeri ise Ainwet’in koluna saplandı, fakat derisindeki çatlaklardan geri sekti.

Sağ kalan son cüce öfkeli bir nara attı ve vücudundaki kırmızı dövmelerden birkaçı parladı, etrafa kırmızı sisler yayıldı; Ainwet kırmızı sislerin içinden cücenin parlayan gözlerini görebiliyordu. Cüce sisin içinde bir gölge gibi hızlandı ve elindeki baltayı Ainwet’e fırlattı. Ainwet boştaki elini savurdu, avucunun içinde büyüyen ışık topu ince bir dalga halinde patladı ve baltayı odanın başka bir köşesine savurdu.

Ainwet önce öfkeyle kısa yayı yere fırlatan adama, sonra da sislerin içinde parlayan gözlere baktı. İki adım geri çekildi ve asasını elinde bir tur çevirip ileri doğru mızrak gibi itekledi. Asanın ucundan kızıl renkte yedi tane ışın çıktı. Birbiriyle koordine ilerleyen ışınlardan dördü cüceye, üç tanesi de Avaneil’e doğru fırladı. Cüce ağır darbeler almış gibi dururken, Avaneil sadece birazcık sarsılmıştı.

Avaneil’in sırıttığı görülebiliyordu. Silahını çekip cücelerin donmuş buz kütlelerinin arasından koşmaya başladı; uzun saçları koşarken bir sağa bir sola sallanıyordu. Kütlelerin arasında onu takip etmek biraz zordu; önce Ainwet’in sağında belirdi ve uzun silahını savurdu ve Ainwet’in kalçasının biraz üstüne bir kesik attı. Sonra arkasına sıçrayıp bir takla attı ve silahını önce Ainwet’in sağ koluna, sonra da soldan sağa sırtına savurdu. Ainwet kendini—tıpkı baltadan korunduğu gibi—bir ışık kalkanıyla korumak istedi fakat saldırıların sadece birini savuşturabildi.

Bu sırada cüce tekrar atağa geçti: Sırtına takılı son baltasını da çıkardı ve Ainwet’e doğru atılıp baltayı savurdu. Arkasındaki Avaneil ile uğraşmakta olan Ainwet bu saldırıyı göremedi ve bacağına doğru bir kesik aldı; cüce yerde kayarak efendisinin yanına ulaştı.

Ainwet kaçmak için onların geldiği yöne atladı; bu hareketi yapmaması gerekiyordu. Kaçışı fırsat bilen cüce ile efendisi Avaneil silahlarını ileri doğru savurdular ve ikisi de Ainwet’in sırtına doğru birer kesik atabildi. Ainwet’in vücudunda birden fazla kesik vardı ve canı acıyordu. Tıpkı cüce gibi o da yerde kaydı, ekseni etrafında döndü ve ayağa kalktı. Öfkeli bir bakış attı ve asasını üç kere yere vurdu: Tavandan birkaç parça ince taş parçası koptu. Taşlar havada alev aldılar, birleştiler ve bir alev topuna dönüştüler.

Alev topu büyük bir gürültü ile ikilinin üstüne düştü. Cüce son hücresine kadar alev alev yanmıştı, fakat efendisinin kara zırhı etkili bir koruma sağlamıştı. Suratının sağ tarafı yanmış olan Avaneil beklenmedik bir hızla ayağa kalkıp fırladı. Ayağa zıplayıp silahını yukarıdan aşağı indirirken yıldırımlar silahında toplanmış gibiydi. Silahı indirmesiyle beraber Ainwet’in göğsünde sağlam bir yara açtı, yıldırımlar Ainwet’in üzerine indi ve tüm vadide gök gürültüsü sesi yankılandı; o kadar yüksek bir sesti ki Ainwet neredeyse sağır olacaktı.

Hemen sonra Avaneil sağa sıçradı, silahını savurdu fakat Ainwet’in büyülü kalkanı zor bela saldırıyı engelledi, ama ikinci bir saldırıyı kaldıracak kadar da kuvvetli değildi. Son saldırı silahın ters tarafıyla yapıldı ve Ainwet’i birkaç metre öteye savurdu, asasını da yana bir yere düşürdü. Avaneil pis pis gülümsemekteydi.

Ainwet hemen yanı başında duran, gelmeden önce ışık sütunlarının yükseldiği yere baktı; bir ritüel çemberiydi ve ortasında bir sembol vardı. Bir sembol.

Ainwet, yere eğdiği başını titreyerek kaldırdı ve kutsal konuşmama kuralını bozarak, “Ne olur…” diyebildi.

Avaneil, “Olmaz,” diye yanıt verdi, "Olmaz, Işıksaçan, olmaz. Bu kadarı yetmez. Konuşmaz dedikleri meşhur büyücüye, işlerimi sürekli bozan o meşhur dangalağa diz çöktürüp yalvartmam gerek! Anca öyle tatmin olacağım!” Birkaç adım yaklaştı, silahını yere sürtüyordu.

Ainwet elini yere koyup destek aldı. Avucunun içinde ışık vardı fakat büyü yapacak kadar güçlü parlamıyordu sanki. Avaneil, “Yerde aradım,” dedi ve Ainwet’e bir tekme attı, “Gökte buldum.”

Ainwet şimdi bir metre daha gerideydi. Tekrar eliyle destek alıp ayağa kalkmaya çalıştı fakat vücudu bu anlaşmayı kabul etmiyordu. Avaneil yavaş adımlarla ona yaklaşıyordu. Metalin taşa sürtünme sesi gitgide yaklaşıyordu. Avaneil, büyücüyü boğazından tutup kaldırdı, “Kitaplarda hep okumuştum, böyle tutup kaldırmak çok etkileyici gelirdi,” dedi ve Ainwet’i sağa doğru fırlattı. Ainwet şimdi ondan 2 metre kadar uzaktaydı.

Avaneil yaklaşırken konuşmaya devam etti, “Tarikatın her işini bozman için seni yollamalarından sıkılmadın mı? Şahsen ben sıkılmıştım; seni aramak benim görevimdi ve basit bir tuzağa bile düştüler; düştü. O yaşlı bunak düştü. Onu da bulacağım.”

Ainwet göz ucuyla az önceki ritüel alanına baktı, biraz farklı materyaller ile yapılmış bir dizi mumdan ibaretti ‘ritüel’ alanı. Gerçek anlamda bir işlevi yoktu. Avaneil, “Anlamış olmanı beklerdim,” dedi.

Ainwet, “Ben de.” diyebildi.

Ainwet’in son bir dakika içinde elini koyduğu üç noktadan parıltılar, kıvılcımlar çıkmaya başladı. Alan mavi ışıkla parladı ve Avaneil dizleri üstüne çöktü. “Neler… oluyor?”

Ainwet her düştüğünde yere bir sembol işlemiş, sonra da hedefini olması gerektiği gibi çemberin ortasına geçirtip ruhunu sembollere hapsetmeye başlamıştı. Fakat tek bir sıkıntı vardı; Ainwet semboller çalışmaya başladıktan sonra nasıl durduracağını bilmiyordu, bu yüzden kaçmalıydı. Avaneil’e son bir kez bile dönüp bakmadan geldiği yola doğru koştu. Çemberdeki ışık miktarı artarken Avaneil’in vücudu solmaya başladı. Bir dakika sonra ışıklar yoğunlaşıp patladı; Ainwet ise çıkışta, taşlara kilit mühürü işlemeye çalışıyordu. Yerdeki kaya kütlesi parçalarına ayrılıp geldiği yere geri dönmeye başlamıştı. Ainwet, “Hadi, hadi!” dedi. Işıklar tam yolu doldurup çıkışa ulaşacaklardı ki, son taş parçası da yerine girdi ve mühür parlayıp söndü. Yer kısa süreliğine sarsıldı, fakat duvar parçalanmadı.

Ainwet derin bir nefes verdi ve elini koyup büyü ile geçici şekilde kapattığı yaralarına baktı; sonra gün içinde ne kadar fazla söz söylediğinin hesabını yaptı ve bunun için kaç ay daha konuşmayacağını düşünürken dönüş yoluna koyuldu.
%C4%B0kili-divider
Rowe oturmuş, amcasının topladığı meyveleri onunla birlikte yiyordu. Meyvelerin arasında en çok bulunanlar kırmızı-sarı karışımı bir renge sahip olan, tadı hafif tatlı bir meyveydi; tadı bala benziyordu, boyutu da ortalama bir kayısı kadardı.

Adelwyn ağzındaki eriğin çekirdeğini köşeye atıp, “Efendi, orada yaptıklarını unuttum zannetme,” dedi, “Ne yaptın, neydi o büyülü şey?”

Rowe keyifle tıkınırken aniden donakaldı, ağzındaki meyveyi ağır ağır tüketti ve, “Şey…” dedi, “Şeydi…”

“Neydi?”

“Şey… Bize şey öğretiyorlar…”

“Ne? Büyü mü?”

“Başrahip Robert, bize akşam vakitleri gizlice bazı şeyler öğretiyor…” Stresten daha fazla konuşamayacağını fark edince, çantasına uzanıp kitabı çıkardı ve amcasına uzattı.

Adelwyn kitabı incelemeye başladı; büyük, dini kitap gibi duran, kırmızı renkte bir şeydi. Üzerinde garip işlemeler bulunuyordu fakat göze hoş görünüyordu. Adelwyn kitabı yavaşça açtı ve ilk sayfasına göz gezdirdi. Pek karmaşık bir yazım türü olan kitabın sadece en altındaki yazıyı okuyabildi: Yazan ve Düzenleyen, Thailór Zamantaşı.

Yeğenine baktı, “Nasıl okuyorsunuz bunları?” diye sordu ve okuyabildiği tek kısmı parmağıyla gösterip, “Ve şu adam da kimin nesi?”

Rowe yutkundu ve, “Okulda öğreniyoruz. Eskannil diye geçiyor, eski zamanlarda pek kullanılan bir dilmiş.” diye yanıt verdi, sonra da amcasının gösterdiği isme baktı. “Onun kim olduğunu ben de bilmiyorum, ama kitabın içeriğine göre düşünürsek malumatlı, aydın bir kişi olduğu belli.”

“Baban ve annen biliyor mu peki büyülü şeylerle uğraştığını?”

“Hayır. Toplasan en fazla on kişi falanız zaten; Başrahip ve özel öğrencileri dışında kimsecikler bilmiyor bu durumu.”

“Heheyt! Bak sen küçük efendiye! İki oyun yaptın diye özel mi oldun yani? Ben senin yaşındayken tek başıma köyden köye ağır yük taşırdım, ya sen?”

Rowe, “Amca, benim bildiğim ağır yükleri eşeklere taşıtırlar ama,” dedi ve kıkırdadı. Adelwyn yeğenini omuzlarından yakaladı, yere yatırdı ve onunla güreşmeye başladı. “O zaman görürüz yol yorgunu eşek mi daha iyiymiş, yoksa yol yabancısı horoz mu?”

Amca-yeğen kısa bir süre güreştiler, sonra bir anda gök gürüldedi; epey yüksek bir sesti bu. İkisi de irkildi ve güreşmeyi bıraktılar. Adelwyn alnındaki terleri sildi, “Bu kadar eğlence yeter,” dedi, ormandaki ağaçların büyük büyük yapraklarından dolayı ne göğün görüntüsü ne de yağmur ulaşmıyordu buraya; “Yağmur başlayabilir. Ağaçların yapraklarında birikip üstümüze yağacağını varsaysak, anca birkaç saatimiz var dışarı çıkmak için.”

Ayağa kalktılar ve ilk kez bir şeyi fark ettiler. Şu anda akşam yanında uyudukları çınarın etrafında değillerdi. Rowe, “Amca,” dedi, “Biz… Bir çınara yaslanıp uyumamış mıydık?”
“Ben de fark ettim, bir terslik var burada.”

Ekipmanları hızlıca toplayıp sırt sırta verdiler ve etraflarına bakınmaya başladılar. Orman onların üstlerine daralıyor gibiydi; karanlık, onlara saldıracak gibiydi. Bir anlığına yer sarsıldı, ikisinin de dengesi bozuldu. Adelwyn göz ucuyla yeğenine baktı. Titriyordu.

Herhangi bir silah çıkarmamışlardı, ama bunu yapmaya hazır haldelerdi. Birkaç saniye sonra, ruhlarını daraltan karanlık geri çekildi. Bir çınar ağacının yerine, bir meşe ağacının etrafındaydılar. Mavi tüylü bir tavşan, ilerideki çalıların arasından zıplayarak geldi, meşe ağacının arkasına doğru ilerledi ve ikilinin görüş açısından çıktı. Tavşan, Rowe’un dikkatini çekmişti. Genç, kafasını çevirip tavşanın nereye gittiğine baktı; ağacın arkasından ileri doğru küller saçıldı. Rowe aniden şaşırmış ve korkmuştu fakat birkaç saniye sonra tavşan ağacın arkasından çıkıp ilerlemeye devam etti.

Neler oluyordu? Sanki aklı Rowe’a oyunlar oynuyor gibiydi. Şimdi bir atmaca sesi ve rüzgârın delinme sesini duymuştu; suratını aniden arkaya çevirdi ve rüzgâr suratına çarptı, bir dalın üstünde öten bülbülü gördü. Derin bir nefes verdi. Adelwyn, “Hadi,” dedi, “Çıkışı acilen bulmamız lazım, burası garipleşmeye başladı.”

Hızlı adımlarla çalıların arasına daldılar ama gidecekleri yolla alakalı en ufak fikirleri yoktu; sadece bir arayış içindeydiler ve etrafta dolanıyordular. Beyinlerine hangi yol daha çekici, daha güvenli geliyorsa oraya ilerliyorlardı, bir aldatmaca veya tehlikeli olabileceğini hesaba katmadan ilerliyorlardı.

Rowe, bir insanınkine benzer nefes alıp verme sesleri duymaya başladı. Rastgele değil, aksine düzenli nefes alıp vermelerdi. Adelwyn de ona baktı, sen de duyuyor musun, dermişçesine bir bakış attı ve adımlarını yavaşlattılar. Çimenlerin ezilme sesleri, düzenli nefes alışlar: Sadece bu kadar. Seslerin artış ve azalışlarına göre yönlerini değiştiriyorlardı ve arayışları bir sonuç buldu: Altına yeşil bir şalvar giymiş, üstüne ise bir şey giymemiş, kel bir adam antrenman yapıyordu; daha çok dövüş antrenmanı gibiydi.

Adamın çalıştığı açıklığın arkasında, pek de büyük sayılamayacak, ama küçük de denilemeyecek bir ev vardı. Adamın sırtı onlara dönüktü. Rowe istemsizce bir adım ileri attı ve bir çiçeği ezdi, bir kırılma sesi çıkmasına neden oldu.

Adam aniden durdu, kafasını hafifçe sağa çevirip arkasına baktı. “Eys-yot ontoko?

Adelwyn ve Rowe hemen geri çekildiler, fakat yapraklara çarpıp hışırtı sesleri çıkardıkları için pek bir anlamı olmadı. Adam sesin kaynağına yaklaştı. “ ‘Eys-yot ontoko?’ rores!

Ortaya çıkmaktan başka bir yol bulamayan ikili, yavaşça ağaçların arasından sıyrılıp adamın karşısına geçtiler. Adelwyn, “Merhaba,” dedi, “Dilimizi biliyor musun?”

Adam uzun bir süre onlara baktı: Adamın çıplak gövdesinde ejderha dövmeleri bulunmaktaydı. İnce bir top sakala sahipti ve yeşil şalvarı sarı bir kuşak ile bağlanmıştı. “Biliyorum.”

Adelwyn ve Rowe’un suratında bir umut ışığı oluştu. “Ge-gerçekten mi? Biz şu anda neredeyiz?”

“Güngörmez Ormanı’ndasınız,” dedi Adam, hâlâ garipseyerek bakıyordu, “Adınız ne sizin?”

“Ben Adelwyn. Bu da yeğenim Rowe.” Elini uzattı. “Sizin adınız nedir?”

Adam insanlar arasındaki gelenekleri unutmuşçasına baktı, sonra ağır ağır elini uzattı. “Sizin gibiler arasındayken bana Gümüşpençe denirdi ama asıl adım Zraroth.”

“Tanıştığıma memnun oldum.”

Zraroth, “İçeri buyurun,” dedi. İkili minnettar bir biçimde baktılar ve adamı takip etmeye başladılar. Zraroth eve yürürken amca ve yeğenine baktı. “Ama misafirim olacaksanız, soracağım tüm sorulara dürüstlükle yanıt vereceksiniz.”

1 Beğeni

Okuduğum kadarıyla oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Devamını bekleriz.