Kapadokya’nın üzerinde ay solgun bir ışıkla parlıyordu. İskender Çiftboynuz, uçak kazasının gerçekleştiği mahalli incelerken sigarasını yaktı. İki aydır üst üste yaşanan kazalar… Hepsi aynı bölgede, hepsi açıklanamaz biçimde. Bu, iki ay içerisinde bölgede görülen üçüncü uçak kazasıydı. Diğerlerinde olduğu gibi, kuleye verilmiş herhangi bir olumsuz rapor yoktu. Diğerlerinde olduğu gibi, hava şartları uçuşa çok elverişliydi. Diğerlerinde olduğu gibi, enkaz kimseye hiçbir neden ve hiçbir yanıt sunmuyordu.
Gece havası, cildinde ürpertilere yol açan ağır bir elektrik yükü taşıyarak esiyordu. Kol saati 2.17’de durmuştu. Türk Hava Yolları’na ait 217 sefer sayılı uçağın düştüğü andı bu. Yöre halkının jandarma karakoluna gökyüzünde ışıklar gördüklerini bildirdikleri an.
Çevreyi kontrol etmeye koyuldu. El fenerinin ışığı enkazın ilk parçasını aydınlattı. Kuyruk kısmı, ne aydan ne de fenerinden kaynaklanan dünya dışı bir ışıkla parlıyordu. Yirmi metre ötede bir kanat parçası vardı. Metal, fizik kurallarına aykırı bir şekilde bükülmüştü.
Uçağın parçaları vadiye, rastlantı sınırlarını zorlayacak derecede düzenli bir halde yayılmıştı. İskender, bugüne dek haddinden fazla kaza görmüştü ve kazanın kaos olduğunu, kaosun kendine özgü kuralları olduğunu, enkazların ise insana türlü türlü hikayeler anlattığını bilirdi. Ama önünde uzanan bu hikaye, ne yaparsa yapsın okuyamayacağı bir dilde yazılmıştı.
“Kara kutuyu bulabildiniz mi?” diye sordu yanındaki polis memuruna. Müthiş bir baş ağrısı, şakaklarına saplanmıştı.
“Hayır efendim. Tuhaf olan da bu. Her şey var ama kara kutu yok. Tıpkı diğer kazalarda olduğu gibi.”
İçinden tuhaf olanın sadece bundan ibaret olmadığını geçiren İskender, yarısına kadar içtiği sigarasını söndürmeden otların arasına fırlatarak enkazın etrafında dolaşmaya koyuldu. O sırada bir şey dikkatini çekti: Metal parçalarındaki cılk yaraları andıran yanık izleri. Normalde bir çarpma veya patlama sonrası oluşan yanıklardan farklıydı bunlar. Daha çok… Başka bir şey tarafından eritilmiş gibiydi metal. Çok kuvvetli bir ısı kaynağı tarafından.
“Efendim, bunu görmeniz lazım!” Karşı taraflarından bir polis sesleniyordu onlara. Üç tanesi daha yanındaydı. “Bir yolcu bulduk.”
İskender ve yanındaki polis memuru bakıştı, diğerlerinin olduğu tarafa doğru ilerlediler.
Buldukları şey bir yolcu değildi. Bir insan da değildi. Oturduğu koltuk sapasağlamdı: Öteki bedenler paramparça olurken o tamamıyla korunmuş, kazanın yarattığı şiddetten hiç etkilenmemişti. Tuhaflıklar bununla bitmiyordu…
“Yüzü yok,” diye inledi yanından ayrılmayan polis memuru. Nefesi kesilecek gibiydi. “Gerilmiş, dümdüz deri.”
İskender’in el feneri, daha fazla ayrıntıyı ortaya çıkardı. Elbisesi o devre ait değildi, yirmi, hatta otuz yıl öncesinin modasını yansıtıyordu. Ve başka bir şey daha vardı…
“Bakın, gölgesi de yok,” dedi onları çağıran polis birdenbire, canhıraş bir feryadı andıran bir sesle. Üstlerinde ay, gümüş ışıklarını tüm aydınlığıyla yeryüzüne döküyordu fakat koltukta oturan figürün gölgesi yoktu.
Toplanan bulutlar rüzgara karşı ilerliyordu gökte. Sıcaklık giderek düştü. Havadaki elektrik yükü daha da yoğunlaştı, telsizleri statik seslerle patlayıp dehşet verici fısıltılar yayarak söndü.
“Efendim, ne olur biz burada daha fazla durmasak…” diye söze girişecek oldu polisler. Alenen oldukları yerde tir tir titremeye başlamışlardı.
“Pekala, başka bir noktayı inceleyin. Ama önce çevreyi güvence altına alın,” diye talimat verdi İskender. Damarlarındaki kan çekilmiş gibi hissediyordu. Bu adamların da burada durmasına müsaade edemezdi. “Kimse benim doğrudan emrim olmadan hiçbir şeye dokunmasın. Kimse,” tiksintiyle koltuktaki figürü işaret etti, “şu rezil şeyi görmesin. Ve ayrılmadan önce fotoğraf çekin. Bir sürü.”
Fakat ne olacağını biliyordu. Önceki kazaları araştırırken de başına geldiği gibi, fotoğraflar ya farklı, orada hiç var olmayan şeyler gösterecekti, ya da hiçbir şey göstermeyecekti. Gerçeği kaydetmeye çalışırken dönüşen veya büsbütün yok olan deliller, körlemesine, el yordamıyla zifiri karanlık bir dehlizde ilerlemekten farksızdı. Ve aynı ölçüde ürkütücü.
Genç polis memuruyla o meşum yerden uzaklaştıklarında yere çöküp bir sigara yaktı. Sigarası bitene dek hiç konuşmadılar.
“Görgü tanıkları?” diye sorduğunda baş ağrısının giderek şiddetlendiğini duyumsadı. Nabzı dayanılmayacak kadar yüksekti hala.
“Uçağın düşüşünü gören yalnızca bir kişi var,” dedi memur. Huzursuzluğunu ve korkusunu gizlemek için öksürdü. “Bir çoban. Gökyüzünde parlak ışıklar görmüş. O sırada uçağın düştüğünü fark etmiş. Bu parlak ışıkları önce helikopter sandığını söylüyor ama…”
“Ama?”
“Hareket şekilleri çok ilginçmiş. Yani akıl almaz yönlere ilerliyormuş bu ışıklar. Bir de… hiç ses yokmuş. Tamamen sessizlermiş.”
Yakındaki köyün sakinleri toplanmıştı enkazın etrafında. Ne yapsalar da bu insanları bölgeden uzaklaştıramamışlar, en sonunda usanıp boş vererek incelemeye koyulmuşlardı. Köylüler aralarında fısıldaşıyorlardı:
"Ecinnilerin işidir bu…”
“Gece yarıları mağaralardan çıkarlar…”
“Işık suretinde gökte uçup adem avlarlar…”
“Benim rahmetli dedem de görmüştü…"
“Hatice’nin oğlu onlar yüzünden dere boyunda sır oldu ya…”
“Çobanı görmek istiyorum,” dedi İskender.
“Efendim… şey, hastaneye götürmek zorunda kaldık.”
“Neden? Ne oldu?”
“Bulunduğunda zaten olduğu yerde sallanarak boş gözlerle bakıyormuş. İfadesi alındıktan sonra kriz geçirerek bayılmış. Köylüler cin çarptı diyor ama…”
İleride, farları karanlığı yaran cipin içinde masmavi sigara dumanı bulutlarının arasında oturan jandarma subayı birdenbire araçtan inerek hızlı adımlarla İskender’e doğru yürüdü. Yüzü sapsarı kesilmişti. Sakin bir gün geçirmişti. Nihayet karısıyla sıcak yatağında uyurken bir telefonla uyandırılmış, hiç bulaşmak istemeyeceği şeyler görmüş ve hiç bulaşmak istemeyeceği insanlarla konuşmuştu. Sonuncusu onu iyiden iyiye sarsmışa benziyordu. “İskender Bey,” dedi soluk soluğa. “Size bir telsiz mesajı var. Acil.”
İskender cipin yanındaki seyyar telsize yöneldi. “İskender,” dedi istihbarat teşkilatının sinyal istihbaratı dairesi başkanının sesi parazitler arasından. “Bölgeyi boşalt. NATO’ya bağlı bir ekip geliyor. Soruşturma artık onlarda.”
“NATO’ya bağlı bir ekip mi? Yine mi? Hem de Allah’ın bile olmadığı bu yerde? Neden?”
Uzun bir parazit sesi.
“Sadece dediklerimi yap,” dedi daire başkanı ve hat kesildi.
İskender gökyüzüne baktı. Ay ışığının altında peri bacalarının gölgeleri devasa tarih öncesi canavarlara benziyordu. Ve uzakta, mağaraların olduğu yönde, bir an için… sanki bir ışık parıltısı görür gibi oldu. Üç uçak kazası. Hepsi de aynı bölgede. Ve her seferinde NATO’nun hadiselere yönelik beklenmedik ilgisi…
Ne bunlar basit kazalardı ne de yapılanlar sadece birer kaza soruşturmasıydı. Bir şey vardı ve birileri bu şeyi, ne olduğuna dair en ufak bir fikrinin olmadığı bu şeyi örtbas etmeye çalışıyordu.
“Hastanedeki çobanı görmem lazım,” dedi İskender. “Hangi hastaneye götürdüler?”
“Şehre götürmüşler, efendim. Ama…” Genç polis memuru duraksadı. “Doktorlar da anlam verememişler durumuna. Ateşi yokmuş, yarası beresi yokmuş. Sadece… konuşuyormuş durmadan. Uyandığından beri anlaşılmaz sözler sayıklıyormuş.”
Köylülerden biri öne çıktı, yaşlı bir adamdı bu. “Ben söylemiştim,” dedi, sesi titreyerek. “Yıllardan beri söyledim size.” Gözleri, köylülerin yüzlerinde geziniyordu. “Bu vadide her zaman olur böyle şeyler. Zamanın başlangıcından beri. Babam bana bunları anlatırdı, dedem de ona anlatırdı, ona da babamın dedesi… Masal der, deli saçması der, kulaklarınızı tıkarsınız ama tüm bunlar gerçektir. İşte gördünüz. Koskoca tayyareyi bile düşürdüler. Bu vadide geceleri ışıklar görünür mağaralarda, tepelerde. Sonra da insanlar değişir.”
İskender adama döndü. “Nasıl değişir?”
“Başka dillerde konuşmaya başlarlar. Eski diller… kimsenin bilmediği diller. Bir ademoğlu, bir havvakızı da tek kelime anlamaz.”
Jandarma subayı araya girdi. “İskender Bey, NATO konvoyu yaklaşıyor. Çok geçmeden burada olurlar.”
“Peki. Siz bölgeyi boşaltmaya başlayın. Ben hastaneye gidiyorum.”
İskender cipine binerken genç polis yanına koştu. “Efendim, az önce filmleri banyo ettik. Bilmeniz gereken bir şey var ki…”
İskender durdu. “Ne var?”
“Enkazın fotoğrafları… hiçbiri net çıkmamış. Hepsi bulanık, bazıları da… sanki çift pozlanmış gibi.”
Motorun anahtarını çevirirken İskender’in aklına ilk kazayı incelemeye gittikten sonra otel odasını arayıp tek bir cümle söyleyen o kimliği belirsiz telefon geldi: “Kapadokya’daki olayları kurcalama. Bazı sorular sorulmamak içindir.”
Ama artık çok geçti. Çünkü vadideki ışıklar, NATO’nun şüphe uyandıracak derecede garip ilgisi ve tüm bu tuhaf vakalar…
Hepsi bir şeye işaret ediyordu.
Tek soru şuydu: Neye?
Nevşehir’in merkezindeki hastanenin koridorları karanlıktı. Nöbetçi hemşirenin masasını aydınlatan floresan ışık titreşip cızırdayarak yanıyordu. İskender saatine baktı. Hala 2.17… Oysa saatler geçmişti.
“Birkaç saat önce getirilen çoban Mehmet’in odasını arıyorum,” dedi İskender.
Hemşire endişeyle baktı. “Doktor izin vermedi ziyaretçi için.”
İskender, cüzdanını çıkarıp çalıştığı kurumun kimlik kartını hemşireye gösterdi.
Hemşire tereddüt etti, sonra başıyla onayladı. “206 numarada. Dikkatli olun ama… garip şeyler söylüyor.”
206 numaralı odanın kapısı aralıktı. İçeriden dindarca duaları hatırlatan mırıltılar geliyordu. Ritmik, tekrarlayan sesler. İskender kapıyı açtığında gördüğü manzara onu şaşırttı. Çoban Mehmet yatağında oturmuş, duvara bakıyordu. Ay ışığı pencereden içeri süzülüyor, adamın yüzünü yıkıyordu. Durmaksızın bir şeyler mırıldanıyordu Mehmet; ne Türkçeye, ne de İskender’in duyduğu başka herhangi bir dile benzeyen kelimeler.
“Mehmet Efendi?”
Adam dönüp baktı İskender’e. Gözleri… farklıydı. Boş değil, tam tersine olması gerektiğinden fazla dolu gibi. Kadim bir bilgelik ve kudret sızıyordu irislerinden. “Onları gördüm,” dedi aniden, Türkçe olarak. “Vadinin üstünde… ışıkları gördüm… Ama orada ışıktan da fazlası vardı.”
“Ne gördün tam olarak?”
“Önce…” Mehmet yutkundu. “Koyunlarımı ağıla kapatmıştım. Ağacın dibinde bir sigara sardım. Semaverde çay demlemiştim. Önce bir helikopter gördüğümü sandım. Ama sessizdi. Hiç gürültü yoktu. Sonra… şekil değiştirdi. Üçgen oldu, sonra da daire… Ve mağaralara doğru…” Sustu. Yüzü dayanılmaz bir acıyla gerildi. Ardından yine o tuhaf dilde konuşmaya başladı.
İskender not defterini çıkardı, sesleri duyduğu şekilde kaydetmeye çalıştı. Aynı anda hem huşu hem dehşet uyandırıyordu içinde bu heceler.
Koridordan gelen ayak sesleri işitti sonra. Temkinli bir tavırla aralık kapıdan koridora baktı. İki beyaz önlüklü adam odaya doğru hızla yaklaşıyordu - ama adımlarından yükselen sesler doktor iskarpinlerine değil, asker postallarına aitti. “Buraya giriş yasak,” dedi uzun boylu olanı, Batılılara has, şekerlenmiş bir aksana sahip bir Türkçeyle. “Çıkmanızı rica edeceğiz.”
“Ben Milli-”
“Kim olduğunuzu ve hangi kurumda çalıştığınızı çok iyi biliyoruz, Bay Çiftboynuz. Bize zorluk çıkarmayın, lütfen…” İskender, Mehmet’e son bir kez baktı. Adam şimdi pencereden dışarıya, vadiye doğru bakıyordu. Ay ışığında gözleri tuhaf, kızılımsı, şeytani bir parıltıyla parlıyordu. Tüm bu olanlar… her şey daha da çetrefil bir hal alıyordu gitgide.
Ve İskender, bunun sadece başlangıç olduğunu sezebiliyordu.
İskender odadan hiç sesini çıkarmadan çıktı ve koridorda dikilerek adamlara bakışlarını sabitledi. Kim olduğu meçhul yabancılar Mehmet’in odasına girerken, hemşirenin olduğu bankoyu ışığa boğan floresan yine cızırtıyla titredi. Beyaz önlüklü adamların yakalarındaki askeri rozetler, o an o ışıkta parladı.
“Sizinle konuşmak istiyorum,” dedi kapıda bekleyen yabancıya.
“Üzgünüm, sizinle konuşmak için yetkilendirilmedik.”
“O rozetler… Hangi birime bağlısınız? Kimsiniz siz?”
Adam cevap vermedi. Odadan yükselen ses hepsinin de tüylerini ürpertti. Mehmet yine o esrarlı dilde çığırmaya başlamıştı. Bu sefer sesi daha yüksek ve daha telaşlıydı. Bir uyarı çağrısı gibi. Nöbetçi hemşire ayağa kalktı. “Ben doktor beye haber versem iyi olur…”
“Hayır,” dedi uzun boylu olan yabancı. “Siz yerinizde otursanız çok daha iyi olur. Biz onunla ilgileniriz.”
Tam o sırada dışarıdan elektrikli bir uğultu duyuldu. Pencereden görünen vadinin üzerinde, bir an için… Tekrar mı? Hayır, İskender sadece çok yorgun olmalıydı. Gördüğünü sandığı şey gerçek olamazdı. Yabancılar o anda odaya daldı. İskender arkalarından girmek için hamle yaptı ama kapıyı suratına kapatıp kilitlediler. İçeriden belirsiz, bulanık sesler geliyordu. Mehmet’in çığlığı giderek yükseldi, yükseldi, yükseldi ve sonra aniden kesildi.
Hemşire endişeyle belindeki tabancasının kabzasını yoklayan İskender’e baktı. “Tüm bunlar… her şey o kadar korkutucu ki… Son üç gündür hiçbir şekilde açıklayamayacağım şeyler oluyor. Dün gece ameliyathanedeki tüm ampuller patladı. Elektrikçiler sebebini çözemedi.”
“Başka ne oluyor?”
Kadın ürkekçe etrafına bakındı, sesini alçalttı. “Radyoloji bölümündeki filmler… hepsi bozuk çıkıyor. Ve geceleri, vadiden gelen o ses…”
“Hangi ses?”
Kadın tam konuşacakken Mehmet’in odasının kapısı açıldı. Yabancılar bir sedyeyi iterek çıkıyordu. Sedyede Mehmet, hareketsizce örtünün altında yatıyordu.
“Ne yapıyorsunuz? Nereye götürüyorsunuz onu?”
“Daha nitelikli bir bakıma ihtiyacı var,” dedi kısa boylu olan. “Özel tedavi gerekiyor. Bu şekilde bir tedavi alabileceği bir merkeze götürüyoruz onu.”
İskender hınçla kılıfındaki tabancasını kavrayıp çıkardı. Sürgüyü çekerek fişek yatağında kinle yanan mermiyi namluya sürdü. “Hangi yetkiyle ulan orospu çocukları?” diye gürledi, öfkeden titreyerek.
Adamlar hayret verecek düzeyde sakindi. Uzun boylu olanı iç cebinden bir kağıt çıkarıp İskender’in yüzüne doğru uzattı.
“Bu yetkiyle,” dedi buz gibi bir sesle.
NATO antetli bir belgeydi bu. SACEUR sözcüğü gözüne çarptı İskender’in. Supreme Allied Commander Europe… Ama adam yaşadığı şoku fark ettiği an kağıdı geri çekip cebine tıktı. Sedyeyi koridorun sonuna doğru itmeye başladılar. İskender elinde tabancasıyla bir heykel gibi durarak arkalarından bakakaldı. SACEUR… Bu isme yaklaşma pervasızlığı, ölüme giden dönüşsüz bilet almakla eşdeğerdi.
Hemşirenin sesi düşüncelerini böldü.
“Bakın… Aya bakın…”
Pencereden vadiye baktılar. Ayın etrafında bir hale oluşmuştu: Kan renginde, ışıyan değil, sızan, damlayan bir ışık.
Ve uzakta, peri bacalarının arasında, bir an için, yine… İskender gözlerini kırpıştırdı. Yorgun olmalıydı. Evet, yorgundu. Çok yorgun.
Ama gördüğü şey oradaydı.
Mağaraların arasında yanıp sönen ışıklar.
Ve gökyüzünde, ayın ölgün ışığında, düşler diyarından fırlayıp gelmiş metalik üçgenler, daireler…
İskender hastaneden çıktığında şafak sökmek üzereydi. Cipine binerken cebindeki not defterini yokladı. Mehmet’in tuhaf sözlerini kaydettiği sayfalar… En azından onlar duruyordu. “Bir halta yaramayacak,” diye düşündü esefle. Kontağı çevirdi ama motoru çalıştırmadı. Düşünmesi gerekiyordu. NATO. SACEUR. Mehmet’i kaçıran yabancı “doktorlar”. Ve vadide belirip kaybolan ışıklar…
Torpidonun gözünden diğer iki kazanın dosyalarını çıkardı. İlk kaza üç ay önce olmuştu. Ankara’dan Adana’ya gitmek için havalanan ve Nevşehir-Ürgüp yoluna düşen TC-ARK kuyruk numaralı Douglas DC-3. Gece yarısından sonra. Görgü tanıkları yine aynı şeylerden bahsetmişti. Birden ortaya çıkan sessiz ışıklar, gökyüzünde kayan tuhaf şekiller. İkinci kaza, iki ay önce, bu sefer LATAM şirketine ait bir kargo uçağı. Radarda üç farklı konumda aynı anda görüldükten sonra yere çakılmıştı. Enkazı Göreme’de bulunmuştu. Ve şimdi de sonuncusu…
Elektrikli bir cızırdama duydu. Telsizi açık unutmuş olmalıydı. Kapatmak için telsizine uzandığında örümcek ağları gibi yapışkan parazitlerin arasından İngilizce bir ses işiterek dikkat kesildi:
“Echo-7’den merkeze… Süje naklediliyor… Temas protokolü başlatıldı…”
Adamın sesi, statik hışırtıların ardında yitip gitti. İskender’in ağzı dehşet ve hayretten kupkuru olmuştu. İç Anadolu’nun, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında yakaladığı bu frekans neyin nesiydi? NATO’nun gizli bir kanalının burada ne işi vardı? Ve her şeyden önemlisi, bu frekans telsizine nasıl ulaşmıştı? Soruların nihayet bulacağı yoktu. Gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Peri bacalarının silüetleri belirginleşti. Şakaklarını acıtırcasına ovuşturduktan sonra derin derin nefes aldı. Bir sigara yaktı. Sabah ışığında her şey daha… normal görünüyordu.
Motoru çalıştırdı. Ankara’ya dönüp rapor vermesi gerekiyordu. Ama önce… Direksiyonu kırdı. Hastanenin penceresinden gördüğü ışıkların yönünü takip etmeye başladı. Belki orada, mağaraların orada, bir yanıt bulabilirdi.
Arazi yolu bozuktu. Cip tali yolda sarsılıp zıplayarak ilerlerken, aklına hastanenin penceresinden hemşireyle baktığı zaman gördüğü o tuhaf şekiller vardı. Yorgunluktan olabilir miydi? Belki de…
Hayli zahmetli bir yolculuğun sonunda mağaraların olduğu vadiye vardı. Cipi durdurdu, indi. O an gördüğü şey karşısında donakaldı. Kayalıkların yüzeyinde, daha önce hiçbir yerde görmediği işaretler vardı. Bazıları solmuş, silik, kim bilir kaç bin yıl önceden kalma unutulmuş semboller. Ama bazıları… yeni çizilmiş gibi parlıyordu.
Not defterini çıkardı. Mehmet’in tuhaf seslerle sayıkladığı anı hatırladı. O ritim… o tekrar eden heceler… Belki de rastgele sesler değildi. Belki de…
Cipe koşup arka koltuktaki fotoğraf makinesini aldı. Bu işaretlerin fotoğrafını çekmeliydi. Ankara’ya gittiği zaman bir uzmana gösterirdi. Arkeolog, Hititolog, Sümerolog ya da filolog birine…
Deklanşöre bastı. Hiçbir şey olmadı. Kontrol etti: Film tamam, pil yerinde. Ama makine çalışmıyordu. Tıpkı kaza mahallindeki gibi. Tıpkı hastanede patlayan ampuller, film vermeyen röntgen cihazları gibi.
O anda vadiden bir rüzgar esti. İskender’in tüyleri diken diken oldu. Çünkü rüzgarla gelen bir ses vardı. Mehmet’in sayıkladıklarına benzeyen ritmik, tekrar eden bir ses…
Mağaranın derinliklerinden geliyordu.