Bin dokuz yüz altmış üç kelimelik, polisiye bir öykü.
“Başlayın,” dedi Başkomiser Hakan, yüzünde dikkatli bir ifadeyle sandalyesini masaya yaklaştırırken.
“Efendim,” diye girdi söze Komiser Tarık, kağıt zarftan çıkardığı fotoğrafları tek tek masaya sererek. “Tanık Samet Akgül bugün akşamüzeri 112’yi arayıp baygın halde uyandığını, kafasının arka üst kısmında kanaması olduğunu, ayrıca karısının da yaralı olduğunu bildirmiş. Ekipler geldiğinde karısını yaralı değil, ölü bulmuşlar. Onun da kafasında şiddetli bir kanama varmış. Sağlık görevlilerine göre oraya varmalarından en çok bir saat önce ölmüş.”
“Tanık saldırganı görmüş mü?”
“Gördüyse de hatırlamıyor Başkomiserim. Başına aldığı darbe sertmiş. Son iki hafta tamamen silinmiş hafızasından.”
Hakan kaşlarını çattı. “Hiçbir şey mi hatırlamıyor?”
“En ufak bir detayı, hatta 112’yi aradığını bile. En son işten çıkıp alışveriş yaptığı günü hatırlıyor, bu da on beş gün önce olmuş.”
Hakan’ın alnının ortasında beliren çizgi derinleşti. “Ne zaman hatırlayabilirmiş?”
“Doktorun dediğine göre hiç hatırlamayabilirmiş. Zaten ambulanstayken de hafızası on saniyelik periyotlara düşmüş bir haldeymiş. Acil tıp teknisyenlerine sürekli ‘Ben neden buradayım?’ diye sorup durmuş.”
“Çok kötü,” dedi Hakan sıkıntıyla. Zaten bir düğmesi açık olan gömleğini, daha çok hava almak istermiş gibi çekiştirdi. “Maktül nasıl öldürülmüş?” diye sordu, kanlar içindeki bir kadın cesedinin yer aldığı fotoğrafı eline alıp incelerken.
“Keserin küt ucuyla alnının sağ tarafına darbe almış,” dedi Komiser Ergin, ortasında kanlı bir keserin bulunduğu fotoğrafı işaret ederek. “Henüz Kriminal’den rapor almadık, ama bizim incelememize göre yara izi, olay yerinde bulunan keserin arka kısmının delikli yapısıyla benzer özellikler gösteriyor.”
“Yani cinayet aleti elimizde,” dedi Hakan, az önceki sıkkınlığının aksine memnun bir gülümsemeyle. “Parmak izine baksınlar hemen.”
“Söyledik Başkomiserim.”
“Keser maktülün yanında değildi sanırım?” dedi iki fotoğrafı karşılaştırırken.
“Hayır, uzaktaydı. Holdeki kaloriferin az ilerisindeydi. İzlere bakılırsa tanık da orada bayılmış.”
“Katil maktülü öldürdükten sonra tanığı da öldürmeye gitmiş, öldürdüğünü sanıp keseri atıp çıkmış olabilir bu durumda?” dedi Hakan, kendi kendine konuşur gibi belli belirsiz bir sesle.
“Öyle olması olası değil Başkomiserim,” dedi Tarık başka bir fotoğrafı uzatarak. “Bu izler, evin holünden. Kan lekeleri maktüle ait olmalı, çünkü tanıkta bu derecede kanama yok. DNA testiyle kesinleşir zaten.”
Hakan hol boyunca uzayıp giden ve nihayet cesedin yanında birikintiye dönen lekeleri inceledi. “Maktül bu kadar mesafeyi yürümüş mü?” diye sordu ölçülü bir şaşkınlıkla.
“Öyle görünüyor,” dedi Ergin. Parmağıyla lekeleri işaret etti.“Kan izleri neredeyse tamamen yuvarlak, ama yine de dikkatli bakınca izlerin hafifçe kapı yönünü gösterdiği fark ediliyor. Duvarda da kanlı el izleri var. Kanı sanki duran birinden akıyormuş gibi damlamış, yani maktül çok yavaş yürümüş kapıya doğru. Sonra da tam kapı girişinde bayılmış gibi görünüyor.”
“Mantıklı görünüyor,” dedi Hakan, gözlerini fotoğraflardan ayırmadan. “Ya tanık?”
“Galiba ilk darbeyi alan, tanıktı,” dedi Tarık. “Tanık darbeyle bayıldı, maktül de hemen ölmeyip kaçmaya çalıştı.”
“Katil ne yapıyordu o zaman?” dedi Hakan kuşkuyla. “Maktülün kaçmasına izin mi verecekti?”
“Orası gerçekten de biraz kuşkulu,” dedi Tarık hak veren bir sesle.
“Bence yalnızca izlemek istedi,” diye fikir yürüttü Ergin. “Sakin ve sadist bir katil olabilir. Eğer kapıya ulaşabilseydi gitmesine izin vermezdi. Belki gerçekten de tam kapı girişinde son bir darbe vurup öldürdü.”
“Olabilir,” dedi Hakan. “Bir düşmanları var mıymış, araştırdınız mı?”
“Sanık şu an için ifade verebilecek durumda değil. Diğer inceleme ve sorgulamaları da yeni yapacağız.”
“Tamam. Telefon, bilgisayar, ne varsa bakın; DNA ve parmak izi sonuçlarını da bir an önce alın. Yeni bir ipucu olursa haber verin.”
“Tabi Başkomiserim,” dedi ikisi aynı anda.
…
Ertesi gün aynı odada, masanın başındaydılar. Tarık’ın elinde iki dosya ve dosyaların içinde de raporlar vardı. Ergin gözden kaçırdığı bir şeyler varmış ama ne olduğunu çözemiyormuş gibi ilgiyle olay yeri fotoğraflarına bakıyordu. Hakan’ın girmesiyle toparlandılar.
Hakan başlayın, der gibi bir el hareketi yaptı ve sandalyeye bıraktı kendini.
“Keserin sapında Samet Akgül’den başkasının parmak izi yok Başkomiserim,” dedi Tarık, can sıkıcı bir haber veriyormuşçasına dudaklarını bastırarak.
Hakan’ın kaşları çatıldı. “Keser ona mı aitmiş?”
“Kardeşi evde birtakım aletlerin olduğunu doğruladı, içlerinde keser de varmış” dedi Tarık başıyla onaylayarak. “Katil muhtemelen evdeki keseri kullandı ve ellerinde de eldiven vardı.”
“DNA?”
“Yerdeki izler maktüle ait. Evde başkasına ait DNA şimdilik bulunamadı.”
“Katile dair en ufak bir iz?”
“Maalesef.”
Hakan sinirlenmenin ilk izlerini ufaktan göstermeye başlamıştı. Bir şey demesine fırsat kalmadan Ergin söz aldı.
“Yeni bir bulgu var Başkomiserim.”
Hakan’ın sert bakışlı gözleri hemen ona döndü.
“Tanık Samet Akgül’ün aldığı darbe, keserle yapılmamış.”
“Nasıl yani? Neyle vurulmuş?”
“Doktorun dediğine göre tanığın kafasındaki yara tıraş edilemediğinden, kesin bir şey söylemek zor. Yara geniş ve düzensiz görünüyor, bu yüzden keserin sivri ucuyla yapılmış olması mümkün değil. Ama genişlik, küt ucuyla da örtüşmüyor.”
“Herhangi bir alete uymuyor mu?”
“Şu an için tespit edilebilen bir alete uymuyor.”
“Belki düzgün olmayan bir cisimdir,” dedi Hakan, sonra kuşkuyla ekledi. “İyi de keser varken neden başka bir cisim kullansın?”
“Katilin Samet Akgül’ü yakasından tutup kafasını kalorifer peteğine çarpmış olabileceğini düşünüyoruz Başkomiserim,” dedi Ergin. “Yerdeki kan izlerine bakarsak Samet kaloriferin tam yanında bayılmış ve peteğin üzerinde de izler var. Biz keserin çarpmasıyla kan sıçramıştır diye düşünmüştük, ama aynı şey kafasını çarptığında da meydana gelebilir.”
“Olabilir,” dedi Hakan hararetle başını sallayarak. “Ama yine de, neden ikisini aynı şekilde öldürmedi?”
“Belki aslında Samet’i öldürmeye geldi. Boğuşma sırasında kafasını kalorifere vurdu. Sonra maktül geldi ve onu da yakınlardaki keserle yaraladı.”
“Keserin tam da o an oralarda ne işi vardı peki?” diye itiraz etti Tarık.
Ergin dudağını büktü.
“Ayrıca biz soğukkanlı bir katil düşünmüştük,” dedi Hakan. “Maktülün evden çıkmaya çalışmasını telaşlanmadan izlediğini varsaydık. Boğuşma olduysa böyle davranması pek olası değil. Hemen bir darbe daha indirir, işi sağlama alıp öyle kaçardı.”
Tarık’ın da Ergin’in de buna diyecek bir şeyi yoktu.
“Acaba,” dedi Tarık tereddütle. Hakan’ın tek kaşını kaldırarak verdiği cesaretle devam etti. “Katil, Samet Akgül mü? Sahte bir olay yeriyle bizi kandırmaya mı çalışıyor? Sonuçta keser de maktüle değil, onun yattığı yere yakın bir yerde bulundu ama başına keserle vurulmamış. Keserin onun yanında ne işi vardı? Katil maktülü öldürdükten sonra bilerek mi tanığın yanına koydu?”
Hakan da Ergin de birkaç saniye için düşündü. “Kandırmaya çalışması pek olası değil,” dedi Ergin. “Adam kafasının arkasını çarpmış. Hafızasını etkileyecek kadar ağır bir darbeyi kendi kendine, kafasını geriye atıp kalorifere çarparak yapması mümkün değil bana kalırsa. Bunun için belli bir güç gerek.”
“Hafızasının gerçekten kaybolduğunu nereden biliyoruz?” dedi Tarık itiraz eden bir sesle.
“Hem acil servis doktorunun, hem de Adli Tıp doktorunun raporu var,” dedi Ergin başını iki yana sallayarak. “Adam yalan söylemiyor, kısa dönem hafızasını yitirmiş durumda.”
“Ayrıca bir düşün,” dedi Hakan, Tarık’a dönerek. “Sen böyle bir oyun tezgahlasan ve kendini yaralayacak kadar ileri gitsen, keserle kendi başına küçük bir darbe vurmakla yetinmez miydin? Yeterince kan sızdıran, makul bir vuruş iş görürdü. Hem ölü taklidi yaptığını, saldırganı gördüğünü iddia edip polisi hayali bir katille oyalayabilirdin. Böylesi çok daha güvenli olurdu.”
Tarık hak verir gibi başını salladı. Az önce gerilen yüz hatları gevşemişti. “Haklısınız Başkomiserim.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Yakınlarıyla konuştunuz mu?” diye sordu Hakan. “Maktüle ya da tanığa zarar verme ihtimali olan birileri var mı?”
“Kimse böyle bir düşmandan haberdar değil Başkomiserim. Kendi halinde, sakin bir çiftmiş.”
Hakan bir süre düşündü, elindeki kalemi bir süre masada tıklattı. “Samet ne durumda?”
“Hafızasının periyodik olarak gitmesi durmuş. Artık sürekli ‘Neden buradayım?’ diye sormuyor. Ama son iki hafta hâlâ kayıp. Sorgusunda yardımcı olabilecek bir şey söyleyemedi. ‘Düşmanımız yoktu.’ dedi sürekli.
“Perişan bir durumda,” dedi Ergin acımayla yüzünü buruşturarak.
“Telefon ve bilgisayarlardan da bir şey çıkmadı mı?”
“Anormal bir ileti ya da görüşmeye rastlamadık.”
Hakan bir süre ne söyleyeceğine karar vermek istiyormuş gibi düşündü. “Telefon sinyallerine bakın,” dedi en sonunda. “O gün nerelere gitmişler, ne yapmışlar? Bunları öğrenin. Belki buradan bir şeyler yakalayabiliriz.”
“Emredersiniz Başkomiserim.”
…
Samet fiziksel olarak iyi durumda sayılırdı; kafasındaki yaranın belli aralıklarla pansumanının yapılması gerekiyordu, o kadar. Fakat doktor ruh halini pek iyi görmediğinden sakinleştiriciyle bir süre daha uyutulup dinlendirilmesini uygun görmüş ve onu taburcu etmemişti. Tarık ve Ergin odaya girdiğinde uyanmıştı, ama ilacın hâlâ etkisinde olduğundan hülyalı gözlerle pencereden görünen mavi-beyaz gökyüzü parçasını seyrediyordu.
“Samet Bey, bugün nasılsınız?” diye sordu Tarık temkinli bir sesle.
Samet şöyle böyle der gibi bir el hareketi yaptı. Sonra soran bakışlarını ikisinin yüzünde dolaştırdı.
“Samet Bey,” dedi Ergin, “Olaydan birkaç saat önce eşinizle birlikte Çukurambar’da bazı restoranların olduğu bir caddede bulunmuşsunuz. O günü hatırlamasanız da normalde hangi restorana giderdiniz, söyleyebilir misiniz?”
“Çukurambar mı?” dedi Samet ağır ağır. “Biz oraya hiç gitmedik.”
“Hiç mi?”
“Ne işimiz var oralarda?” dedi Samet. Sakinleştirici olmasaydı sesi belki sitemli çıkardı, ama böyle bir soruyu bile sonsuz bir dinginlikle soruyordu. “Çukurambar’da bir yemek ne kadar, biliyor musunuz?”
“Yani daha önce gitmediniz?”
Samet kafasını iki yana sallarken yüzünü acıyla buruşturdu.
Tarık ve Ergin bakıştılar.
…
Ertesi gün Samet’in kanında hiç sakinleştirici yoktu. Bu yüzden karısının öldüğü -daha doğrusu öldürüldüğü gerçeği yumruk gibi inmişti beynine. Panik havası yüreğinden dalga dalga yayıldı. Gözyaşları gözlerini doldurmuştu, en ufak bir etkide kendini koyverip ağlamaya hazırdı.
Tarık ve Ergin tekrar girdi odasına. Ergin’in elinde siyah renkli, orta boy bir poşet vardı. Parmakları sımsıkı kavramış, poşeti buruşturmuştu.
“Samet Bey,” dedi Tarık. “Size bir şey soracağız.”
“Evet?” dedi Samet yatağından.
“Sizi kan tutar mı?”
Samet anlayamamış gibi bakakaldı ona. Gözündeki bir damla yaş pencereden sızan gün ışığında parlıyordu.
“Yani kan görünce kendinizi kötü hisseder misiniz?”
“Yoo,” dedi Samet.
“Emin misiniz?”
“Daha önce hiç kan tutmadı beni. Eminim.”
Tarık Ergin’e kısacık bir bakış attı. Ergin siyah poşeti hışırtıyla araladı ve içinden bir ünite taze, kıpkırmızı kan torbası çıkardı. Göğüs hizasına kadar kaldırıp Samet’e doğrulttu kanı.
Samet’in yüzü kanın rengini fark ettiği gibi gerilmiş, bedeni istemsizce geri çekilmişti. Gözlerini kaçıracak gibi oldu, ama Ergin yaklaştı ve torbayı yüzüne salladı.
Samet’in gözleri yuvalarında döndü, kolları gevşekçe sarktı ve yarı oturur halde bulunduğu yatağa yığıldı.
…
Tarık sorgu odasına girdiğinde Samet dürtülmüş gibi birden doğruldu, uzun süredir başını masaya koyduğu için görüşünün yerine gelmesi kısa bir vakit aldı.
“Niye buradayım?” diye sordu kızgınlıkla. “Karımın katilini bulmaya çalışmanız gerekmiyor muydu?”
“Bulduğumuzu sanıyoruz,” dedi Tarık nazikçe. Ve koltukaltında getirdiği dosyadan bir fotoğraf çekip çıkardı ama göstermeden önce bir an duraksadı. “Bunu söylemek çok zor, inanın.”
“Neyi?” diye sordu Samet endişeyle. Ve fotoğraf için elini uzattı.
Tarık fotoğrafı eline vermek yerine masaya koydu. Samet fotoğrafı önüne çekti, sonra alıp yüzüne yaklaştırdı.
“Bu ne?” dedi korkuyla bakan gözlerini Tarık’a çevirerek.
“Size Çukurambar’da telefon sinyallerinizi aldığımızı söylemiştik, hatırlıyor musunuz?”
“Evet.”
“Bu, oradaki bir mekanın güvenlik kamerası görüntülerinden alındı. Olay günü acil servisi aradığınız saatin yaklaşık üç saat öncesi.”
Samet karısına ve onun samimi bir gülüş ve sevecen bir bakışla şereflendirdiği, kendisinin daha önce hiç görmediği adama bakakaldı.
“Bu olamaz,” dedi başını iki yana sallayarak. “Mümkün değil.”
“Maalesef…” dedi Tarık.
“Yalan söylüyorsunuz,” dedi birden öfkeyle başını kaldırarak. “O öldü, ben hiçbir şey hatırlamıyorum, size neden güveneyim ki?”
“Ama görüntüdeki kadının karınız olduğunu inkar edemezsiniz, değil mi?”
“Montajdır,” dedi Samet çocukça bir inatlaşmayla tınlayan, çatlak bir sesle.
Tarık başını iki yana salladı. “Dahası, sizin telefonunuzdan da o saatte o taraftan sinyal alınmış. Yani siz de oradaydınız.” İkinci bir fotoğraf çıkarıp uzattı.
Bu seferki ilkine göre epey belirsizdi, ama Samet kendini bundan çok daha düşük bir çözünürlükte bile tanırdı.
“Mekana girmiş, karınızı ve beraberindeki şahsı görmüş ve geri çıkmışsınız. İsterseniz kayıtları da izletebilirim.”
Samet’in yüzünde şaşkınlık, üzüntü, öfke; hepsi sırayla bir belirip bir kayboldu. Sonra canı yanıyormuş gibi baktı Tarık’a.
“Yani beni aldatmış,” dedi teyit beklercesine. “Ve ben bunu öğrenmişim.”
Tarık usulca başını salladı.
Samet bir an ağlamaklı oldu, sonra gözleri irkilmiş gibi açıldı. “Sakın bana karımı benim öldürdüğümü söylemeyin.”
Tarık derin bir nefes çekti. “Karınıza çok fazla öfkelenmiş olabilirsiniz. Keserle darbe vurduktan sonra, kanın görüntüsüyle bayılıp kafanızı kalorifer peteğine çarpmış olmanız yüksek bir ihtimal.”
“Ama daha önce böyle bir şey yoktu ki,” dedi Samet anlık bir hevesle. “Beni kan tutsa, bilmez miydim?”
“Yoğun bir miktar kan görmediğiniz sürece bu fobinizi anlamamanız çok normal. Belki de ilk kez kan akışı gördünüz, bu da sizi etkiledi ve bayıldınız. Uyandığınızda hiçbir şey hatırlamadınız ve karınızı ölü buldunuz.”
Samet başını bu fikre şiddetle karşı çıkıyormuş gibi iki yana salladı. “Olamaz.”
Tarık gözlerini kaçırdı ve yavaşça odadan çıktı.
Ergin dışarıda onu bekliyordu. “Sence savcı bu kadarcık bilgi ve varsayımla uyduruk bir iddianame hazırlamayı kabul eder mi?” diye sordu, Tarık’tan Samet’in nasıl bir tepki verdiğini öğrendikten sonra.
“O da savcının sorunu,” dedi Tarık. “Biz elimizden geleni yaptık.”