Mavi Gözlerin Ardında

Dün gece, kendimi uykuya teslim etmeden birkaç dakika önce. Hayatımda bir şeylerin ters gittiğini fark ettim. Kedimdi bana bu tersliği fark ettiren. Onu sahiplendiğim ilk günden beri kedimin gözleri kahverengiydi. Ama dün gece onları mavi gördüm. Acaba ne zamandır maviydi gözleri, düşe dalarken son sorum bu oldu kendime.

Ellerimi açtım ve tamamen boşluk. Sonsuz bir kayıp. Şeffaf tuzluca damlalar. Yanlış anla ya da anlama, ben yıllardır baktığı kedisinin göz rengini bilmeyen bir adamım. Uyandım, her yerim terlemiş, yorgan ıslanmış. Kedim uzakta bir yastıkla uğraşıyor. Gözlerine bakıyorum, hala maviler. Gerçeği bulmak için tekrar uyuyorum.

Şimdi bir Borges rüyasındayım. Talihsiz kör adamın kaplanı şeklini yitiriyor. Oturduğu sandalyeden, kaplanının başını okşuyor. Arkadan, yabancı bir dilde birileri bir şeyler söylüyor. Aklımdan geçen tek şey Borges’in müdürlüğünü yaptığı kütüphane. O içeri giriyor, diğer herkes saygıdan susuyor. ‘‘Ah keşke insanlar bana da böyle saygılı olsaydı.’’ Diye düşünüyorum içimden. Ama ben Borges’in tırnağı bile değilim, insanlar benle istedikleri gibi dalga geçebilir.

Borges, tamamen yok olmuş bir düşünce şimdi. Önce bembeyaz bir boşluk, ya da her taraf aynadan. Mavi gözleriyle kedim, dört bir yanımı sarıyor. Rüyamın içinde gözlerimi kapatıyorum. Aklıma bu defa Murakami geliyor. Gençliğinde, bir sabah koşusunda yakalıyorum onu. Bir adım bile atmadan, peşinden gidiyorum. Sanki yeryüzü hızla dönüyor benim için, sırf onu takip edebileyim diye. Murakami, Tokyo’da. Belki ilk romanını daha yeni yazmış. Otuzlu yaşlarının başında. Ne de güzel, azimle atıyor bütün adımlarını. O koşarken dünyanın sesini duyuyor. ‘‘Ah keşke ben de böyle kararlı olabilsem. Duyabilsem, her adımımda Dünya’nın bana yansıttığı sesi.’’ Diye düşünüyorum içimden. Ama ben Murakami gibi yürümem, adımlarımı yer bile hissetmez.

Steinbeck, zirvesinde belki kariyerinin. Nobel konuşmasını yapıyor şimdi. Ne dediğini duyamıyorum. Garip sesler geliyor sadece kulağıma. Silahını bana doğru çekmiş arkadaşım, beni ahmaklar cennetine yolluyor. Cennet boş, dönüyorum yeryüzüne bulunacak en büyük inci olarak. Dönüyorum yeryüzüne hastalanmış, ölmekte olan bir at olarak. Ve her dönüşümde daha da acı çektiriyorum yanımdakilere. Her defasında kayıplarım büyüyor. Her defasında insanlar beni daha da yanlış anlıyor.

Son bir defa çıkıyorum cennete. Öldüğünün farkında, vazgeçmiş bir adam çıkıyor karşıma. ‘‘Üzülmek, kaybetmek, sevmek, intihar etmek, ben bunların hepsini tattım.’’ Diyor. Ama her şeye rağmen gülümsüyor. Kolunda bir kadının kolu var. O da gülümsüyor. Onların kim olduğunu anlayabiliyorum elbet. Onlar da benim buradaki varlığımın sebebini biliyordur belki. Ama ben bilemiyorum. Beni kovuyorlar cennetten, henüz daha hazır değilmişim.

Sonra uyanıyorum aniden. Sabah olmuş. Kedimin gözleri hızla maviden kahverengiye dönüyor. Ben dün gece gördüğüm rüyayı hatırlıyorum. Aklımdan geçirdiğim büyük insanları hatırlıyorum. Tutabildiğim ilk kalemle başlıyorum yazmaya. ‘‘Dün gece, kendimi uykuya teslim etmeden birkaç dakika önce…’’