Bir oyun oynamak isterim. Normalde heryerde görüp en az 1 kez yapmışsınızdır ama bu kitleyle çok daha kaliteli bir iş olacağını düşünüyorum. Oyunsa hikaye tamamlamaca. Herkes hikayeyi devam ettirmeye çalışsın. 1 cümleden fazla olsun ki hikayeyi az da olsa yönlendirebilelim. İzninizle başlıyorum.
Sislerin arasından minik adımlarla geliyordu. Tanıdık bir koku. Şeker gibi…
Kısa boyuna tezat oluşturan uzun asa absürt bir görüntü teşkil ediyorduysa da onu tanıyanlar için her adımında asasını yere vurarak sislerin içinden çıkan bu yaratık son derece ürkünç bir ziyaretçi olmakla kalıyordu.
Bu absürt görünümün ızdırap dolu bir ruhu gizlediğini aşikar ediyordu fersiz gözleri. Bir zamanlar, bu çivisi çıkmış dünyaya rağmen taşıdığı umut ateşiyle yanıp tutuşan; şimdilerdeyse, dumanı dahi tütmeyen bir çift kor parçasına benzeyen gözleri…
Bu orman cücesi insanoğluna karşı büyük bir öfke besliyor. Çünkü orman onlar yüzünden yok olmanın eşiğinde. Şimdi ise tam karşımda dikilmiş, asasını sallayıp duruyordu. Sanki gözünden kızıl alevler fışkırıyor, beni hiçliğin uçsuz bucaksız karanlığına göndermek istiyor gibiydi.
Bu donuk teslimiyetim karşısında kendime duyduğum öfkeyle yumruklarımı sıktım. Avuç içlerim kanamak üzereydi. Ama kendimde bir orman cücesiyle baş edecek cesareti bulamıyordum.
Hele de tamamen bizim hatamız nedeniyle yaşam alanı yok olmanın eşiğini geçmiş bulunan bir orman cücesiyle… Durdum… Ve fark ettim ki, baharı mujdelemeye çalışan ilk çiçek kadar narin bu yalnız orman cücesi, dünyanın kötü gidişatına “Dur!” demesine yardım etmemi istemeye çalışıyordu. Avuçlarım yavaş hareketlerle gevşedi. Şimdi avuçlarım değil, lakin yüreğim acıyordu.
Içimden bir ses ona yardım etmeyi teklif etmemi söylüyordu. Ama bu zaman bir şey aklıma takıldı. Acaba dilimizi biliyor muydu? Denemeye karar verdim. Bir adım yaklaştım ve dedim: “Merhaba, ben dostum.” Dedim ve durdum. Orman cücesi de bana bir adım yaklaşıp asasını daha da yukarı kaldırdı. Bir an saldıracağını zannettim. Fakat gözlerindeki yaşları görünce yanıldığımı anladım. Orman cücesi dedi: “Veriyorsunuz zarar kadar bu tabiata veren şey sürü bir daha ve yer yaşayacak size neden?” Doğrusu hiçbir şey anlamadım. “Özür dilerim, ne demek istediniz?” Cüce bana dikkatlice baktı ve dedi: “Veriyorsunuz zarar ormanlara neden?” Şimdi anlamıştım, tersten konuşuyordu. Anladığım o kadar belli oluyordu ki, cüce hemen söyledi: “Gördün mü, insanoğlu, bir cümlede sözcükleri tersten söyleyince denge bozuldu ve hemen fark ettin. Fakat siz doğayı tepe-taklak etmişsiniz ama farkında değilsiniz.” Bunları söyleyince ateş çıkacakmış gibi görünen gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Ama sonradan fark ettim ki bunlar pişmanlık göz yaşlarıydı. Cücenin gözlerinde ki odak benden ayrılıp arkama doğru döndü yavaşça. Ve etrafıma bir göz attığımda ellerinde mızraklarlar üstlerinde zırh olan cüce savaşçılar etrafımı sarmışlardı. Hepsinin suratlarında insanların zarar verdiği her canlının öcünü almak ister gibi bakıyorlardı bana.
Savaşçıların önünde duran cüce karşımdaki cüceye yaklaştı. Çok sinirliydi, diğeriyse apaçık ağlıyordu. Ben bizlerin doğaya yaptıkları yüzünden ağladığını sanmıştım, yanılmışım… Diğerlerinin başcısı olduğunu tahmin ettiğim cüce öfkeli bir şekilde söyledi: “Görevini yapamadın. Sana gördüğün her insanı öldürmeni söylemiştim. Beni hayal kırıklığına uğrattın. Cüce hapishanesine gönderileceksin. Ve sana gelince (bunu derken bana döndü). En güvenilir askerimin yapamadığını yapma zamanı.”
Hemen yere doğru kapaklandım ve artık sonumun geldiğini düşündüm. Çaresizce teslim olmuştum onlara. Ölmekten çok korkan biriydim ama şimdi bununla yüzleşmek zorundaydım fakat enteresan bir şekilde içimde o ürkütücü hissin esamesi yoktu. Kendimi insanoğlunun günahları için canını feda eden biri gibi hissettim. Birdenbire içimde bir ışık yandı. Korkmuyordum! Evet, ilk defa ölümden korkmuyordum.
Belki de korkmamamın sebebi ölümün bana eskisi gibi korkutucu gelmemesiydi artık. Sihir dünyası ile normal insanların dünyası birbirine karışmıştı. Tek problem bu da değildi. Temiz hava bulmak o kadar zordu ki bulunsa bile büyük miktarda meblağ gerekiyordu. Temiz hava bulma arzusu da temiz havasızlık kadar insanı tüketiyordu. Torbalarla gizlice birbirlerine temiz hava adı altında ne olduğu belirsiz gazlar satan insanlar, bir çok insanın ölümünü hızlandırmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Bu yüzden karşımda duran 20 kadar cücenin belki de göreceğim son şey olması beni o kadar da üzmüyordu.
Yüreğim heyecan içinde göğsümde yanarken gözlerim ayna işlevi görüp duygularımı yansıtıyordu.
Bulunduğum hücre oldukça dardı, tıpkı göğsümün yüreğim için dar gelmesi gibi.
Beni hemen oracıkta öldürmelerin umdum ama o zaman beni bağlamaları saçma olurdu. Belki de ölümüm uzun, yavaş ve acı dolu olacaktı. Ölüm. Soğuk bir ceset olup kara toprakta çürümek. Ruhunun bedeninin üzerinden süzülüp sonsuzluğa karışması.
Acaba ölümden sonra ne olacaktı? Büyüklerimiz bize hep cennet ve cehennemi anlattı. Ama ya bu bir masalsa? Ya ölümden sonra hiçbir şey olmayacaksa? Bu gibi düşünceler fırtına gibi esiyordu bulanık sulardan farksız zihnimde.
Hayatım boyunca asla Tanrı’ya inanmamıştım. Ama artık Tanrı’ya inanıyordum. En inançsız insanlar bile çaresizlik anlarında Tanrı’ya inanırlar.
Çaresizlik. Derken içimde bir yaşam isteği uyandı. Evimde beni bekleyen ailemi düşündüm. Evet, yaşayacaktım.
Peki buradan nasıl kurtulacaktım? Aklımda birkaç fikir belirdi. Bunlar çok zor fikirlerdi. Ama çaresiz insanlar seçici olamazlar.
Yanımdaki hücreye ulaşmalıydım. Ama yanımda bir hücre var mıydı? Deneyecektim ama nasıl?
Derken duyduğum bir tıkırtı kapı tarafına dönmemi sağladı. Bulunduğum hücrenin karanlığından ötürü kimin geldiğini göremesem de bazı konuşmalar duyuyordum.
“… Sorumluluğunu herkese yükleme.” Diyordu bir ses, başka bir ses homurdandı.
“Ne önemi var ki!” Dedi umursamazca, bunun komutan cüce olduğunu anladım. Belki de beni öldürmeye gelmişlerdi. Daha yumuşak diğer ses konuşmaya başlarken yavaşça yerimden doğruldum.
“İkiniz de tartışmayı kesin de…”
Ama daha konuşanın ne dediğini duyamadan tavandan bir siluet yanıma tok ayak sesleri eşliğinde düştü. Yüzümü ifadesiz tutmaya her ne kadar çalıştıysam da ağzımdan küçük bir şaşkınlık nidası çıkmasına engel olamadım. Yanıma inen kızın saçları sanki bir sincap içine az önce girip çıkmış gibi karmakarışıktı. Ayrıca…
Gizli bölmeden kaçmaya çalışırken diğer tutukluların sesi kulağımda çınlıyordu. “Neler oluyor orada? Hey, kime diyorum! Kim var orada?”
Olanlara inanmakta zorluk çekiyordum. Bir kız elimden tutmuş beni bilinmeyen diyarlara doğru çekiştirirken eteğinin altında uzanan sincap kuyruğunu görmem beni şaşkınlık içinde bıraktı.