Sır Kaçıran

Sımsıkı sarılıp üzerinde ilerlemeye çalıştığı dalın inceliğiyle gözünden akan yaşlar arasında doğru bir orantı vardı. Ağaca aşağıdan baktığı zamanki cesaretini son zerresine kadar kaybetmişti. Kendisinin ağaca nasıl tırmanabilmiş olduğunu idrak edemiyordu. Oraya kadar nasıl gelmişti ki?

En son kendini kelebeğin peşinden koşarken hatırlıyordu. O zamanlar Dris gibi korkusuz ve güçlüydü. Kelebek şu zamana kadar gördükleri arasında en -gerçi bunu her seferinde söyleyebilirdi- gizemli olanıydı. Arkasında gökkuşağı misali rengarenk bir duman bırakıyordu.

Kelebek ona her şeyi unutturmuştu: Evde yatan yaralı kadını, Dris’in Kur ile kendisine verdiği ormanda şifalı bitki toplama görevini, normal zamanlarda bitki toplamaktan ne kadar zevk aldığını… “Kur!” Kur’a ne olmuştu?

Sonunda heyecanının verdiği sağırlığı yavaş yavaş kaybedince arkasından gelen sese yöneldi. “Mariii! Heeeey Maariiii!” Hemen arkasında kendisi gibi salya sümük bir halde olan küçük oğlan ağacın geniş gövdesinde birkaç dala kızdan hallice tutunmuş, avazı çıktığınca bağırıyordu.

Kur her fırsat bulduğunda Mari’ye kendini beğendirmeye çalışırdı. Anlaşılan yine onun dikkatini kendine çekebilmek için en nadir şifalı bitkileri bulacağı yerlerde dolanmaya gitmişti. Normal bir gün olsaydı Mari onu takip etmiş ve en tehlikeli görünen ağaçların köklerini eşelemesine yardımcı olmuş, en tehlikeli gözüken taşların altına beraber bakmış ve yine en korkunç gözüken kurtçukları görüp kormuştu. Ama bugün hiç normal değildi. Uyandıklarında Dris sırtında yaralı bir kadınla çıka gelmiş, bu geç vakite kadar neden kalkmadınız diyerek onları azarlamamıştı.

Oğlan Mari’nin yokluğunu farkettiğinde ter içinde kalmıştı. Seslenmeleri boşa çıkıp bitkiler de ağırlık olmaya başlayınca gömleğini ucunu tutarak yaptığı sepetinden vazgeçip hepsini yere saçmış ve o anda Mari’yle ilk tanıştığı zaman duyduğu ağlama sesini duymuştu. Rahatlamaya vakit ayırmadan koşmaya başlamış sonunda büyükçe bir ağacın dallardan birine tünemiş kızı görmüştü. Korkularını düşünmeden tırmanmaya başlamıştı çünkü kız kendi bağırışlarından Kur’u duyamıyordu. Yükseklik ne lanet bir duyguydu. Tırmandığı her karışta göz pınarları ekşimiş, biraz daha kuvvetlice yanmıştı. En sonunda Mari’ye uzanmaya karar verdiğinde bunu yapamayacak kadar korktuğunu farketmiş ve bağırmaya başlamıştı.

Mari ağlamayı bıraktı, Kur da bağırmayı. İkisi de burunlarını çekiyor, birbirlerinden aldıkları güvenle ne yapmaları gerektiğini düşünüyordu.

"Mariii neden çıktın burayaağ? " dedi ne kadar küçük kız ağladığını görmüş olsa da kendi onurunu korumak için burun çekmeyi bırakıp sert bir ifade takınarak.

“Kelebek, kelebek buradan bana gülmeye başlamıştı. Ben onu yakalamak ve gününü göstermek istedim.”

"Kelebek mi?"dedi. “Ne bekliyordum ki?” diye geçirdi içinden.

Kur’un konuşmaya mecali kalmamıştı. Kız gibi bi dalın üzerine yatmamış, dengesini korumak için üzerinde durduğu kırılmış dallarda ağacın gövdesini kendisine çekiyordu. Bu durum enerjisini oldukça tüketmişti.

(Evet,buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler. Bu benim ikinci yazı denemem. Açıkçası ortada hikayeye dair bir fikrim yok. Sadece kendimi sınamak istedim. Kurguda sıkıntı var mı? Sizden yorumlarınızı bekliyorum.)

1 Beğeni

Eğer 3.tekil şahıs penceresinden bir öykü anlatacaksak karakterin yerine soru sormaktan kaçınmalıyız. İyi bir 3.tekil anlatımında, okura soru sorduracak güzel ipuçları metne yerleştirildiğinde daha etkili bir yol izlemiş oluruz. Karakterin iç sesini belirgin bir şekilde dillendirmek istiyorsak 1.tekil anlatımını seçmemiz daha yerinde olur.

Örneğin şöyle bir metin seçebiliriz. “Birbirinden sırnaşık otlarla kaplı toprak zemine baktı. Özellikle, gözleri böyle nemli olduğunda uzağı pek iyi göremezdi (Yüksekte olduğunu çaktırmadan söyledik.). Daha da kötüsü tırmanma serüveni boyunca yeryüzündeki sıradan güzelliklerin hiçbirini fark etmemişti. (Okurun bilinçaltına şu yerleşir. Hmm, demek ki çok daha güzel bir şeye odaklanmış. Üstelik oraya gelene kadar neleri kaçırdığının, ne kadar yol aldığının farkına varmamış.)” Bu metin çeşitlendirilebilir. Sadece anlattığım şeyi somutlaştırarak göstermek istedim.

Yukarıda bahsettiğim gibi bu çıkarımı biz, okur olarak yapabilirsek daha keyifli ve güçlü bir anlatım olur.

Uzun cümlelerde, bir yazar olarak anlatımın dizginlerini elimizden kaçırıyorsak, amiyane tabirle ya uyuyakalıyoruz ya da atları çok fazla zorluyoruz demektir. Bu tür cümleleri bölerek yazmak daha doğru olur.

Denemenize kötü demek haksızlık olur. Ancak edebiyatın ve anlatının temel kurallarını iyice anlamak lazım. Hikayenizi neden anlatmak istiyorsunuz? Önce bunu cevaplandırmak gerekiyor. Belirli bir amaç ekseninde dönüp durmayacak bir hikaye ancak durum hikayesi olabilir. Olay hikayeleri amaçtan yoksun olduklarında okurda aldatılmışlık hissi uyandırır.

Elinize sağlık.

3 Beğeni

Çok değerli bir eleştiri. Emeğiniz için çok teşekkürler. Bahsettiğiniz “Anlatma, hissettir” kısmı gerçekten imrendiğim bir yeti. Üzerine çalışacağım.

2 Beğeni

Üzerinde hepimiz çalışmalıyız. Kolay gibi görünen ama aslında çok zor bir zanaat bu. Özellikle diyaloglar bazen öylesine zorlayıcı oluyor ki, herhalde eşdeğeri ancak çocuk doğurmak olabilir. :slight_smile: Size tavsiyem bir şey nasıl yapılır’a bakarken bir de nasıl yapılmaz’a bakın. Kötü örnek görmek de iyi örnek görmek kadar değerlidir.

3 Beğeni

Ben bu eleştirinize katılmıyorum. Kitaptaki karakterlerin iç sesi ve düşünceleri yazarın ağzından yazılabilir ve hatta bunu yapan pek çok iyi yazar vardır. Aşağıdaki örnek Jules Verne’in İş Bankası’ndan çıkan Seksen Günde Dünya Gezisi kitabının 105. sayfasından:

Polis hafiyesinin kafasının ne denli karıştığını tahmin ediyorsunuzdur sanırım. Kadının zorla kaçırılıp kaçırılmadığını merak ediyordu. Evet! Mutlaka öyle olmuştu. Bu düşünce iyiden iyiye yer etti bizim hafiyenin zihninde ve bu durumdan elde edebileceği yararı keşfetti. Bu genç kadın, ister evli ister bekar olsun, mutlaka kaçırılmıştı ve Hong Kong’da onu kaçıranın başına öyle parayla falan da kurtulamayacağı bir çorap örülebilirdi.

Buradaki “Mutlaka öyle olmuştu.” ile öyküdeki “Oraya nasıl gelmişti ki?” bence farklı değil, yani yazarın ağzından da karaktere dair soru sorulabilir. Alıntıdaki son cümle de direkt romandaki polisin iç sesinin yazarın bakış açısından söylenen hali.

Karakterin yerine soru sorulan örnek de Stephen King’in Mahşer romanının 58. sayfasından gelsin:

Peki bu köhne, taştan evin önüne park etmiş, sıçanları düşünerek ne yapıyordu Tanrı aşkına?

2 Beğeni

Teşekkürler efendim. Bana bu yöntemlerin bir tercih meselesi olduğunu düşündürdünüz. Ellerinize sağlık.

1 Beğeni

Sevgili @pcd değerli yorumunuz için teşekkürler. Görece kısa sayılabilecek öyküler ve romanları bu açıdan eşdeğer tutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım.

3.tekil anlatım, “izleyici” ile “tanrısal” arasındaki yelpazede birçok noktadan ifade edilebilir. Hatta yazının bütünü boyunca yazar, duruşunu defalarca değiştirebilir. “Tanrısal” anlatım uzun süre devam ettiriliyorsa veyahut metnin genelinde ağır basıyorsa; kitabı okumamış ve sadece bu bilgiye sahip olmuş olsak bile romanın tek kahraman ya da taş çatlasın 2-3 kahraman ekseninde döndüğünü tahmin edebiliriz. Pek tabii “izleyici” anlatımla da tek kahraman örüntüleri inşa edilebilir ve anlatılabilir. Ancak izleyici anlatım aynı zamanda çok fazla sayıda bile olsa tüm karakterleri hikayeye dahil olma hakkı vererek çok karakterli romanların da yazılmasına olanak sağlar. Buna karşın tanrısal anlatım bizi genellikle tek bir karaktere odaklanmaya iter ve figüranlar onun hikayesinde sahneye defalarca kez girip çıkarlar.

Anlattığınız ve örnek gösterdiğiniz şeyler kesinlikle doğru. Diğer yandan yazarın karakterle bu denli samimi olması ve onun yerine soru sorması kitabın ilk sayfalarında nadiren gerçekleşir. Yazar, karakteri bize bilhassa iyice tanıttıktan sonra bir yandan dirseğiyle bize dokunarak “Sence de böyle değil mi?” diye sorar bir nevi. Biz de itiraz etmeksizin onun bu soruyu sormasını yadırgamayız.

Bunların ötesinde, bir öyküden bahsediyorsak, hele ki bu kısa bir öyküyse, biz henüz karakteri tanımıyorken yazar karakterle bu kadar içli dışlı olursa biz okur olarak kendimizi hikayenin daha dışında bir yerde hissederiz. Kendimiz anlamaya çalışmak yerine, otoritenin (tanrısal anlatıma sahip yazarın) vereceği bir tutam bilgiye muhtaç olduğumuzda daha az keyif alırız. Bir şeyi sevmek için ona kendimizden de bir şeyler katmak (vermek) ve verdiklerimizin yansımalarını görmemiz gerekir. Sadece almak üzerine yürüyen ilişkiler alan taraf için bir süre sonra çekiciliğini yitirmeye başlar. Özetle, bir roman ile öyküyü bu anlamda farklı değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bana düşüncelerimi daha detaylı aktarma fırsatı yarattığınız için teşekkür ederim. Tüm sanat dallarında olduğu gibi edebiyat da nesnel değil son derece özneldir. O yüzdendir ki, birçok akım birbirinden çok farklı dönemlerde kendine yer edinebilmiştir. Ben olaylara biraz daha farklı pencerelerden bakıp onları aktarmaya çalışıyorum. Amacım bunlar yanlış, artık bunları yapacaksınız minvalinde bir önerme ortaya atmak değil. Bu kabalığın da ötesinde kendini bilmezlik olurdu. Teşekkürlerimle.

2 Beğeni