İkinci sezonu izledim. Ve hepsinin sonunda hüzünlendim. Evet, hüzünlendim. Bu zamana kadar sadece ismini cismini bildiğim Hello Kitty’de bile.
Star Trek: Serinin oyuncaklarının, seriyle büyümüş ve hatta yapımcılarının bile bilmediği ayrıntıları bilen oyuncak tasarımcılarına teslim edilmesini öğrenmek sevindirdi, önce. Ardından efsanevi gemilerden bahsedince, duygulandım.
Bir oyuncağın hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap edebilecek olmasının kıymetini, bu bölümde daha iyi kavradım. O güzel gemi maketlerinden birine, harika hareketli figürlerden birine sahip olmak! Ah!
Bu arada, yapımcı şirket Paramount’takiler kendi markalarına yabancılıklarıyla bir kez daha canımı sıkmayı başardılar. Yani, hayranların ısrarı ve Star Wars’ın başarısı olmasa, koca seri tv sektörünün karanlık dehlizlerinde unutulup gidecekti.
Arada bir, Star Wars’ın oyuncak konusundaki ezici üstünlüğü hatırlatılıp durulması, bir süre sonra kabak tadı veriyor. Anladık! Anladık! Star Wars oyuncaklarıyla öne çıkıyor. Star Wars filmlerde olmayan veya az görünen karakterlere fiziksel bir alan ve hikaye bahşediyor. Kabul, Star Wars iyi oyuncak sattırıyor. O yüzden Disney İmparatorluğu tarafınca ele geçirildi. Ve o yüzden öldüresiye sağmaya çalışıyor, şimdi! Umarım Star Trek’in başına bu türden bir “sağma” işi gelmez.
Transformers: Beni en çok şaşırtan bölüm bu oldu.
Harika bir ticari ürün olan serinin tam bir kültürler arası etkileşim ve ekonomik sürecin sonucu ortaya çıktığını öğrenmek, beni hayrete düşürdü. Durum Barbie gibi devşirmelikten öte, tam bir etkileşim söz konusu. Kim dedi ki, G.I.Joe oyuncaklarının Japonya’dan Amerika’ya yolculuk yapıp, efsanevi oyuncak serisine dönüşeceğini. Arada, çizgi filmlerdeki kaset çalar Decepticon’un kökenini açıklığa kavuştu; meğersem başka serinin parçasıymış.
Beast Wars’ın orjinal Transformars serisine dahil olduğunu ve bizde de yayınlanan Gobotlar farklı bir Japon oyuncak serisinden çıktığını öğrenince bir şok daha geçirdim. Çocukken ikisini de Transformars çakması sanıyordum.
Optimus Prime’ın ilk tasarımından itibaren lider olduğunu, arabalarla alakası olmayan bana vosvos -ya da diğer adıyla tospağa- aşkı zerk eden Bumblebee’nin ilk jenerasyondan olduğunu
Japon tasarımcısına yapılan övgü, beni fazlasıyla duygulandırdı.
Lego: Hello Kitty ile birlikte en sakin geçen bölümlerden biri. Sırayla serinin doğuşu ve gelişim süreci anlatılıyor.
Ah! Kale setinin en sevilen setler arasında yer almasına şaşmadım. Kendi yan sanayi legolarımla o kalenin bir benzerini yapmaya çalışırdım.
Legonun neresinde mi duygulandım? Firmanın ilk çıkardığı tahtadan ördeğin lego versiyonunu görünce. Küçük tahta ördekten, nerelere. Tamam, tamam. Her filme set çıkarmayı aşıp, kendi yarattıkları özel hikayelere set çıkartmaları sebebiyle çocukların gözlerini sevinçten kocaman açtırırken, ebeveynlerin yüzünde koskocaman mutsuzluk yerleştirmesi var. Ne yapalım. Oyuncakların gizemli cazibesi işte.
Hello Kitty: Bir oyuncak değil, bir tür simge, parmakla gösterilen bir şahsiyet gibi. Oyuncak dünyasının eşya sattıran ünlüsü gibi, satılması istenen ne varsa, “Bunu bir dene,” dermişcesine kendini gösteriyor.
Lisanslı olarak, akla gelmedik her şeyin Hello Kitty’si var! Altını tekrar çiziyorum, akla en son gelecek hemen hemen her şeyin bir Hello Kitty’si var! Aklınıza kolay kolay gelemeyecek hemen hemen her şeyin!
Burada da beni duygulandıran şey, Hello Kitty markasının baş isminin şirket sloganı "Küçük bir hediye, büyük bir gülümseme."den yola çıkıp, sevimli kedimizi birleştirici bir simgeye dönüştürmesi oldu. Bu elbette ürün sattıran bir simgeye haddinden fazla değer atfetmek sayılır. Katılıyorum. Ama, aynı oyuncak serisinden bahsederken birileriyle ortak bir paydada birleşilebilinmesi, naifte dursa, yeşil ve soğuk kan pompalayan Fason Vulcanlı kalbimi ısıttı.