Tıkırtı

Galiba tıkırtıya uyanmıştı.
Yoksa yağmurun pencerelere vururken çıkardığı sese miydi? Emin olamadı. Bu yüzden iyice dikkat kesildi. Yağmur ara ara şiddetini artırıyor bazense sadece çiğseliyor ama kesintisiz yağmaya devam ediyordu. Başka bir gece olsa bunu oldukça rahatlatıcı bulurdu. Bu geceyse emin olamamıştı: Ses, yağmur tanelerinin şiddetli rüzgarın etkisiyle cama vuruşundan mı kaynaklanıyordu yoksa birisi kapının kilidini mi kurcalıyordu?.. Huzursuzca yatağın hemen yanındaki konsolun üzerinde duran eski tarz fosforlu saate baktı. Üç buçuğu biraz geçiyordu. Kötü şeylerin olması için oldukça uygun bir vakit gibi görünüyordu. Canı sıkıldı. Seslenip seslenmemeyi düşündü. “Kim var or’da?!” diye bağırsa eğer kapıyı kurcalamakta olan biri varsa böylelikle en azından fark edildiğini anlayıp belki oradan uzaklaşırdı. Makul görünüyordu. Ama yatak odasından olmazdı. Kapının arkasında biri varsa o kadar uzaktan bağırması durumunda korktuğunu anlayabilirdi. Öyle ya ancak korkudan kıpırdayamaz hale gelmiş biri yattığı yerden kapısını kurcalayan birine seslenebilirdi ki bunun da “Hırsız kardeş korkudan felç olmuş durumdayım ama yine de blöf yapmak için şansımı deneyeyim istedim. Arzu edersen beni hiç siklemeden doğruca evime dalabilirsin” demekten hiçbir farkı yoktu. En ufak bir zayıflık emaresi, istenilenin aksine -varsa- kapının ardındaki kişiyi daha da cesaretlendirebilirdi. Hiç fark etmeyebilirdi de tabi. Çoğu hırsızın, işe çıkmadan önce cesaret hapı -varsa tabii öyle bir hap- ya da uyuşturucu aldıklarını okumuştu bir yerlerden. Ya da bazı arkadaşlarından duymuştu. Tam olarak hatırlayamadı. Duygusal gerilim halindeyken hatırlamak zordu. Zaten bir önemi de yoktu. Tek bildiği bir yerlerden bu şekilde bir bilgi edindiğiydi ve mantıklı olduğu sürece kimden ya da ner’den edinildiği ehemmiyetsizdi. Tedbirli olmak iyidir sonuçta… O halde kalkıp kapıya gitmeli ve sahip olduğu en tehditkar ses tonuyla, adama yahut adamlara, burada olduğunu ve halihazırda teyakkuz halinde bulunduğunu belirtir bir işaret vermeliydi. Ancak zihni, düşünce silsilesinin “veya adamlara” kısmına geri dönüp, orada takılı kalınca endişesi iyice arttı. Ya birden fazla kişiyseler? Onlarla yüzleşmek zorunda kalması durumunda ne yapacaktı? Sanki tek kişiyle mücadele etmek zorunda kaldığı durumda şansı çok mu fazlaydı ki? 27 yaşındaydı ve bugüne kadar tek bir gerçek kavgaya girmiş değildi. Doğrusu spor amaçlı yapay bir kavgaya bile girmiş değildi daha önce. O da diğer erkeklerin çoğu gibi en fazla kavga öncesi zamanlarda horozlanabildiği kadar horozlanıp, mücadeleyi daha başlamadan psikolojik olarak neticelendirip bitirme yöntemine oldukça aşinaydı. Daha önce faydasını görmüştü. Ama öyle çok sık değil… Her önüne gelene alabildiğince kabadayılık taslayamazdın. Yoksa bir çetin cevize denk gelip, adamakıllı dayak yemek de vardı işin ucunda. Horozlanacağın vakit, etrafında yeterince fazla sayıda arkadaşının bulunmasına dikkat etmeliydin… Temelde şu anda yapması gereken de buydu: Kapının arkasından muhtemel rakibine horozlanabildiği kadar horozlanması gerekiyordu. Bir eksiği vardı; onu lüzumunda savunacak kalabalık arkadaş grubu yoktu etrafta! Ama zaten tam da bu yüzden her zamankinden daha büyük bir özgüvenle ve abartılı biçimde horozlanması gerekiyordu. Hayat çelişkilerle dolu…
Bütün bunları düşünürken gözü yine konsolun üstündeki fosforlu saate kaydı. Üç buçuğu biraz geçiyordu hala… Daha uzun bir sürenin geçmiş olmasını umuyordu. Hayal kırıklığına uğradı. Zamanın geçmesi ve bu süre zarfında her şeyin stabil olması rahatlatıcı bir düşünceydi. Tıkırtıyı duyuşundan bu yana ne kadar uzun süre geçerse ve ne kadar uzun süre hiçbir şey olmazsa bu; duyduğunun sadece basit bir paranoya sonucu olduğu fikrini güçlendirecekti. İnsanların; gecenin bir yarısı hele de yalnız başlarınaysalar bazen böyle basit paranoyalara kapılmaları olağan ve normaldi. “Allah kahretsin!” dedi içinden. Daha zaman hiç geçmemişti. Dolayısıyla hiçbir şey olmaması için gerekli zaman da… Yani hiçbir şey normal değildi daha. En kötüsü de hiçbir şey olmaması için gereken zamanın dolmasını burada böyle yatağının üstünde yarı doğrulmuş vaziyette bekleyemeyecek oluşuydu. Eğer kapının arkasında kilidi kurcalayan biri varsa gerçekten bir an önce harekete geçmeliydi. Yoksa bir türlü geçmek bilmiyor gibi görünen zaman, algıları doğru düzgün işlemeye başladığında çoktan aleyhine çalışıyor olacaktı. Göreceli de olsa kendini nispeten güvende hissettiği yatağından hızlı bir hareketle doğruldu. Ki aslında en savunmasız olduğu yerdi orası. Ani hamlesinin etkisiyle kalp atışları hissedilir derecede artmıştı. Belki de kaçınılmaz yüzleşmenin endişesiyle… Ama böyle düşünmek daha rahatlatıcıydı. Ani hamlesinin etkisiyle kalp atışları hissedilir derecede artmıştı. Üzerinde sadece kapri eşofmanı vardı. Bir an, üzerine bir şeyler geçirip geçirmeme konusunda kararsız kaldı. Tehlikeli durumlarda zamanın nasıl da yavaş aktığı düşünülecek olursa bir andan da kısa bir süreydi muhtemelen. Doğruca kapıya gitmemeliydi. Önce mutfağa gidip, eline kesici delici bir alet alması daha akıllıca olacaktı. “Keşke bir tabancam olsaydı” diye düşündü. Kapısında meşum bir tıkırtı duyan kim istemezdi ki bunu zaten…
Hızlı adımlarla koridora doğru ilerledi. Önce koridorun ışığını yaktı. Evin giriş kapısı, salon, çalışma odası, yatak odası, mutfak, tuvalet ve banyo “L” şeklindeki koridorun çevresinde sıralanmıştı. Lambayı yakar yakmaz kapıya göz atma imkanı olmasına rağmen mutfağa gidip, eline büyükçe bir bıçak almadan bunu yapacak cesareti kendinde bulamadı. Hızlıca mutfağa girip, ışığı yaktı. Sokağa bakan mutfak penceresinden dışarıya baktı. Yağmur hafiflemişti. Sokakta dolaşan kedi bile yoktu. Komşu binaların birinin bile lambası yanmıyordu. Bu moralini bozdu. Kendisi canıyla cebelleşirken bütün komşularının mışıl mışıl uyuyor olması adil değildi. Ayrıca eğer yardım istemek zorunda kalırsa uyku, onun imdat çığlıklarının duyulmasını zorlaştıracak bir etkendi. En üstteki çatal-bıçak çekmecesini açtı. Bunu yaparken olabildiğince gürültü çıkarmaya dikkat etti. Bıçakların dizili olduğu bölümden, gördüğü en büyük bıçağı aldı. Kocamandı. “İyi seçim” dedi kendi kendine. Derin bir nefes çekip “Huh” diye hızla geri verdi. Sonra sanki kapının arkasındaki kişi, içeri çoktan girmişçesine bir ihtiyatla; önce kafasını biraz çıkardı mutfak kapısından. Gördüğü şey; kalbinin, kanını daha hızlı pompalamasına neden oldu! İnsanın beyninden ensesine, oradan da bütün vücuduna yayılan hızlı bir elektriklenme vardır ya… Hani başından aşağı kaynar sular dökülmek deyiminde tasvir edilmeye çalışılan durum. Onu şimdi yaşıyordu. Kapıya takılı anahtarlık sanki hafifçe sallanıyor gibiydi. Az daha hafif hafif sallanıp, sonra tamamen durmuştu ama… Bu durum, bakışlarının, sallanan anahtarlığı muhtemelen deviniminin son saniyelerinde yakalamasından kaynaklanıyordu. Emin olmak zordu. Ama emin olmakla emin olmamak arasında bir seçim yapması gerekirse emin olmaya daha yakındı. Anahtarlık, ilk baktığı anda sallanıyor, daha doğrusu sallanışını bitiriyordu. Bu; kapının hareket ettiği veya zorlandığı anlamına geliyordu. Evet: Kapının arkasında biri vardı. Muhtemelen onun uyandığını fark etmiş veya bundan şüphelendiği için kendisinin yapmış bulunduğu gibi sessizce dikkat kesilmek amacıyla hareketsizce etrafı, içeriyi dinliyordu. Ama öncesinde kapının zorlandığı veya bir etkiye maruz kaldığı kesindi. Etkiye maruz kalmak… Muhtemel başka etkiler de vardı ama… Rüzgar mesela… Bazen, şiddetli estiğinde apartman boşluğundan içeri sızar, evlerin giriş kapılarını sallardı. Öyle olmuş olabilirdi pekala?.. Ya da bu da bir kaçış düşüncesiydi. Zihninin iyimser tarafı, dürüst olmak gerekirse korkak tarafı; işlerin yolunda gittiği, ortada yüzleşilmesi gereken bir tehlike olmadığı yalanını seviyordu. Herkesin zihninde böyle bir yan vardı. Bir an için rüzgar seçeneğine inanıp; sıcak, huzurlu yatağına dönme düşüncesinin büyüsüne kapılmış olsa da zihninin gerçekçi tarafı, daha gerçekçi ifade etmek gerekirse “yaşama içgüdüsü” tarafı onu uyandırmakta hiç zorlanmadı. Bütün insan güdülerinin kralıdır yaşama içgüdüsü. Diğer hepsi ona hizmet etmek için vardır sonuçta. İnsanın kendine söylediği yalanlar bile ona hizmet ettikleri müddetçe inanılırlıklarını koruyabilirler. İçinde bulunduğu durumda böyle bir opsiyon yoktu. Zihninin yaşamak, hep yaşamak, ne pahasına olursa olsun yaşamak, tercihen zevk ve keyif içinde ama mümkün olmadığı şeraitte en büyük acılar içinde dahi olsa yaşamayı sürdürmek isteyen tarafı haykırıyordu: “Kapının arkasında biri var; gardını al!” Israrcı ve ikna ediciydi. Evet bir türlü geçmek bilmeyen zaman geçtikçe bu kanaati güçleniyordu. Güçlendiğini kalp atışlarının şiddetine bakarak bile anlamak mümkündü. Sırtı buz kesmişti. Çünkü soğuk soğuk terliyordu. Tamam: Kapının arkasında biri vardı ama niye? Hırsız mıydı? En muhtemel senaryo buydu. Ya da bir düşmanı olabilir miydi? İyi de pazarlamacıların düşmanı olmazdı ki… İnsanlar onları sevmezdi pek. Bu doğru ama umursamadıkları içindi bu. İnsanlar pazarlamacıların yüzlerini bile doğru dürüst hatırlamazlardı. Çünkü umursamazlardı. Düşman bellenmek için her halükarda bir pazarlamacının sahip olabileceğinden çok daha fazla umursanma katsayısına ihtiyaç vardı… Pazarladığı devre tatilden memnun kalmayan bir müşterinin tepkisini göstermesi için alışıldık ve hatta uygun bir tepki bile değildi gecenin bir yarısı evinin kapına sinsice dayanmak. Evet bu senaryo -ortada henüz sadece iki tane olmasına rağmen- ilk üçe bile giremezdi. Üçüncü seçenekse bir sapık veya katil olması ihtimalini içeriyordu. Türkiye şartlarında ve yaşadığı muhitte pek olası görülmese de hiçbir şeyin garantisi yoktu. Dünya; sapıklar, ırz düşmanları, seri katiller ve sırf ekstrem bir şeyler yaşamak için gizlice insan safarilerine katılan zengin piçleriyle dolu bir yerdi. Kurbanlarsa “Bu olası değil” diye düşünen sıradan insanlardı. Hayır: bu; olası bir senaryoydu ve eğer öyleyse neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordu. Bir keresinde kurbanlarına öldürmeden önce daha uzun süre acı verebilmek için, ölmelerini geciktirmek amacıyla antibiyotik veren bir seri katil hakkında bir şeyler okumuştu. Buna kıyasla bir hırsız tarafından mücadele sırasında şöyle hızlıca öldürülüvermek cazip bir seçenek bile sayılabilirdi. Ama sapık bir katilin elinde günlerce işkence çekerek ölmek, daha da kötüsü bir türlü ölememek, katiline kendisini öldürmesi için yalvarmak zorunda kalmak ve yakarışlarının, dualarının bir türlü karşılık bulmaması… Evet bununla kıyaslandığında kafası iyi bir hırsız tarafından şişlenmek çok daha iyiydi. Bir seri katil, seni öldürmeden önce; tırnaklarını; etle tırnak arasına ince bir çivi sokup, çiviyi yavaşça tırnak yönünde ve yukarı doğru ittirerek onları tek tek sökebilir, bağırmaman için dilini koparabilir, ses tellerini tahrip etmek için boğazına tırtıklı bir cop sokup çıkarabilir, seni bayıltıp, bağlayıp, gizli işkencehanesine götürdükten sonra saatlerce diri diri derini soyabilir, seni o halde tuza yatırıp acıdan bayıldıktan sonra ayılmanı bekleyip, uyuşturmadan karnını yarabilir, bağırsaklarını koparmadan karnından çıkarıp, canlı canlı sana yedirebilir, vücudunun olur olmaz yerlerinde uygun delikler açıp sana oralardan tecavüz edebilir… Seçenekler insan sapıklığının sınırlarıyla mahdut…
Seri katil veya sapık değilse bile organ mafyası üyeleri de olabilir pekala! İstanbul burası. Her tür insan ve her tür ticaret var burada. Daha birkaç sene önce Kulaksız mezarlığında iç organları cerrahi yöntemlerle boşlatılmış birkaç çocuğun cesetleri bulunmamış mıydı hem… Organ mafyasının hedefi olmak için kimsenin düşmanı olmana yahut seri katillerin kurbanlarında aradıkları spesifik özelliklere sahip olmana da gerek yok. Bir yerlerde kan vermiş olman, ameliyat olmuş olman veya herhangi bir tıbbi tahlil yaptırmış olman ve bunların verilerinin bir şekilde organ mafyasının eline geçmiş olması kafi. Dokuların, dünyanın bilmem hangi ucundaki zengin bir dinozorun dokularıyla uyuşmayagörsün! Fizan’da dahi olsan seni elleriyle koymuş gibi bulurlar ve -şansın varsa eğer- bir sabah, içi buz dolu bir küvette, sırtında veya karnında nasıl oluştuğunu bir türlü hatırlayamadığın ameliyat izleriyle uyanırdın. Şansın varsa o da…
Acaba doğrudan kendini pencereye atıp, avazı çıktığı kadar komşulardan yardım mı isteseydi? Böylesi daha güvenli olurdu. Ama ya kapının arkasında kimse yoksa? Ya sadece aniden uykudan uyanmanın verdiği bir sersemlikle önlenemez bir paranoyaya kapıldıysa? Birkaç sene önce, bir akşam üzeri koltuğa uzanmış ve koltuğun kolluğu ensesine denk geldiği için beynine yeterli kan veya oksijen gitmediği için uyandığında kim olduğunu, nerede olduğunu, olduğu yer her neresiyse neden orada olduğunu yaklaşık bir beş dakika boyunca hatırlayamadığı geldi aklına. Yaşadığı en garip hislerden biriydi. Bir ismi olması gerektiğini bilmek ama kendi ismini veya var olan herhangi bir ismi bilememek… Uykudan uyanınca bazen tuhaf şeyler oluyordu. İnsan işte. Bir keresinde bir sohbet sırasında orada bulunanlardan birinin şöyle bir hikaye anlattığına şahit olmuştu: Adamın bir arkadaşı yanına gelerek, başının dertte olduğunu, çok sevdiği başka bir arkadaşıyla bir sebepten dolayı tartıştıklarını ve kendisinin, sinirlerine hakim olamayarak, o arkadaşını öldürdüğünü ve bunun sonucunda çok korktuğu için arkadaşının cesedini gizlice bir yere gömdüğünü ama olayın üzerinden zaman geçtikçe suçluluk hissinin kendisini yiyip bitirdiğini, polise teslim olmak istediğini ama buna da bir türlü tam anlamıyla cesaret edemediğini, iki arada bir derece kaldığını, ne yapması gerektiğini bilemediğini anlatmış. Adamsa arkadaşını sükunetle dinledikten sonra, şimdilik polise gitmemesi gerektiğini, arkadaşının cesedini nereye gömdüyse gizlice oraya giderek, cenazeyi gömülü olduğu yerden çıkarıp, yine gizlice kendisine getirmesi gerektiğini, işin bundan sonrasını ise kendisinin halledeceğini söylemiş. Arkadaşı bu tavsiyeye uyacağını söyleyince ayrılmışlar ve adam katil arkadaşından gelecek haberi beklemeye başlamış. Birkaç gün sonra katil arkadaş, adamın yana gelerek, şaşkınlıkla başından geçenleri anlatmış. Tıpkı söylediği gibi öldürdüğü arkadaşını gömdüğü yere gitmiş. Cesedi çıkarmak için yeri kazmaya başladığında cesedi bulamamış. Belki yanlış yeri kazmışımdır diye yan yana birkaç çukur daha açmış hatta. Çünkü cesedi gömdüğüne kesinlikle emin olduğu noktada, garip bir şekilde; daha önceden orada bir kazı yapıldığına dair hiçbir emare yokmuş. Oysa arkadaşının cesedini gömdüğü yeri adı gibi hatırlıyormuş. Bunun üzerine adam, artık vaktinin geldiğini söyleyerek gerçeği açıklamış… “Sen” demiş “Aslında arkadaşını filan öldürmedin. Bunu nereden biliyorum: Çünkü sen o toplantıda yanıma gelmeden bir saat önce ben o kişiyle telefonda görüştüm. Bir iş seyahati için Kazakistan’da idi. Sonra sen gelip onu öldürdüğünü hem de gayet inançlı bir şekilde anlattığında ben işi çoktan çözmüştüm bile. İnsan bazen öyle rüyalar görür ki gerçekliği, daha doğrusu verdiği gerçeklik hissi uyandıktan sonra bile devam eder. Bu daha önce de karşıma çıkan bir hadiseydi. Ancak sana hemen gördüğünün bir rüya olduğunu ve etkisi hala devam ettiği için şu an uyanık dünyanın gerçekliğini kavramakta zorluk çektiğini açıklayamazdım. Önce senin yavaş yavaş rüyanın etkisinden çıkmanı beklemek ve yaşadığını düşündüğün şeylerin gerçekliği hakkında şüpheye kapılman gerekiyordu ki seni bu yüzden arkadaşının mezarını açmaya gönderdim. Ancak arkadaşının, söz ettiğin yerde gömülü olmadığını kendi gözlerinle görünce yaşadıklarından şüpheye düştün ve sana yapmakta olduğum bu açıklama, sana daha kabul edilebilir geldi. Seni hazırlamadan pat diye gerçeği söyleseydim, bu; zihninde çok daha ciddi sorunlara yol açabilirdi…”
Evet, oluyordu böyle şeyler. Yaşayan adamdan bizzat dinlemişti. İnsan bazen uyandığını sanıyor ama aslında haftalarca bir nevi uyurgezer olarak hayatına devam etmekte olduğunun farkına bile varmıyor… Belki şu an… Belki şu an ben de benzeri bir rüyanın içinde olabilirim hatta diye düşündü. Ama buna bel bağlayamazdı. Bunun ona faydası yoktu. Bir rüyanın içinde bile olsan, rüyanın özgün gerçekliği içinde yine de yapman gerekenleri yapmalıydın… Yani… Camdan başını çıkarıp avazı çıktığı kadar bağırıp komşulardan yardım isteme seçeneği rafa kalkmıştı… Belki eğer kapının ardındaki adamla bir boğuşma yaşamak zorunda kalırsa deneyebilirdi. Camdan kafasını çıkarmaya vakti olur muydu gerçi onu şimdiden kestirmek zordu. Eğer adam içeri dalmanın bir yolunu bulursa zaten evin içinde var gücüyle bağırıp olabildiğince gürültü çıkarmaya çalışacaktı. Komşular mutlaka duyar, öyle hemen yardıma gelmeseler bile en azından neler oluyor diye bakma gereği hissederlerdi. Hiç olmazsa polisi ararlardı. Polis… Tabi ya! Aslında tam şu anda kendi de yapabilirdi bunu. Yoksa… Yapamaz mıydı? Öyle ya; ne diyecekti ki polise “Kapıda bir tıkırtı duydum gibi oldu da… Acaba bi’ gelip bakabilir misiniz diye şey ettiydim” mi? Mümkün değil. Böyle bir gerekçeyle hayatta olmaz. Böyle bir aramanın ardından polis gelse gelse; arayanı, polisi gereksiz yere meşgul etme suçundan gözaltına alıp, nezarethanede bir temiz sopa çekmek için gelirdi. Hem zaten polis hangi olaya cereyanı esnasında yetişmişti ki bu zamana kadar? Polisin bilhassa kuyumcu soygunu veya benzeri hadiselerde, olayın bitmesini özellikle bekleyip, olan olduktan sonra anca rapor tutmak için geldiğine dair bir söylence vardı halk arasında. Kulağa mantıklı geliyordu. Onlarınki de can sonuçta. Herkesin canı kendine tatlı.
Belki de bütün bunlarla hiç uğraşmayıp, kendisine zarar vermemesi karşılığında adama kapıyı kendisi açıp teslim olmalıydı… Lakin daha önce görülmüş iş değildi. Hem nasıl güvenecekti adama? Zaten güvenilebilecek biri olsa hırsız olmazdı. Seri katil, organ mafyası veya başka bir tür sapık veya uğursuz cinsinden biri değilse…
Saçmaydı… Bütün bu düşüncelerin hepsi saçma ve anlamsızdı! Oysa tek yapması gereken elindeki bıçağı sıkıca kavrayıp, otoriter bir ses tonuyla, kapının ardına doğru “Kim var or’da?! Silahım var! Çabuk burayı terk et yoksa polisi arayacağım!” diye bağırmaktan ibaretti. Bunun yerine zihni ona oyunlar oynayıp, tehlikeyle yüzleşmekten alıkoymak için konsantrasyonunu dağıtmaya çalışmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Buna bir an önce son verip, olabildiğince çabuk ve kararlı biçimde harekete geçmeliydi.
Artık düşünmeyi bıraktı. Son bir derin nefes alıp, temkinli adımlarla tehlike ile arasındaki tek engel olan çelik kapıya doğru ilerledi. Göz ucuyla kapının kilidine takılı anahtarlığa kaçamak bir bakış attı. Hareketsizdi. Az önce aldığı o son derin nefesi büyük bir rahatlama eşliğinde koyverdi. Rahatlamak için henüz çok erkendi. Daha hiçbir şey bitmiş değildi. Aslına bakılacak olursa daha hiçbir şey başlamış da değildi. Böyle devam etmesini umuyordu. Başını yavaşça kapının gözetleme merceğine yaklaştırdı. Zihnine bazı filmlerde gördüğü; kapının merceğine gözünü dayayıp dışarıyı kontrol etmek isteyen adamın gözüne tam da kapının merceğinden sıkılan mermi görüntüleri hücum etti. Bu görüntüler onu yavaşlatmadı bile. Kararlılığını koruyordu. Bunu fark etmesi, kendine olan güvenini ve cesaretini bir nebze de olsa artırdı. Hiç yoktan iyidir… Gözünü merceğe dayadığında gördüğü şey; hiçbir şey görmediği oldu. Kapının diğer tarafı zifiri karanlıktı. Bir müddet; bunun iyiye mi yoksa kötüye mi işaret olduğunu kestiremedi…
İyiye işaretti! Kapının diğer tarafı karanlıksa eğer harekete duyarlı lambalar yanmamış demekti. Bu, kapının diğer tarafında bir hareket olmadığı anlamına gelirdi. Ama kapının diğer tarafında biri olmadığı anlamına gelmiyordu tam olarak. Pekala kapının diğer tarafındaki kişi de kendisi gibi bir müddet sinmiş olabilirdi… Pekala kapıdan gelen bir tıkırtı duyduğunu düşünen herkesin ilk tepkisinin, kapının merceğinden dışarıyı kontrol etmek olacağını öngörmüş ve ışıkların yanmasını engellemek için hareketsiz duruyor olabilirdi…
Neyse neydi artık! Harekete geçmişti bir kere. Devamını getirmesi gerekiyordu. Seslenme safhası… Olabildiğince otoriter bir ses tonuyla… Hafifçe gırtlağını temizledi. Çok hafifçe ama… Gırtlağını temizlemeye çalıştığının duyulması otoriter etkiyi sarsardı. Ama mecburdu. Korku ve heyecandan ağzı neredeyse tamamen kurumuştu. Vücudunun kimyası değişmişti resmen. Vücudunun sıvı salgılaması hiç de gerekmeyen yerleri -sırtı gibi mesela- deli gibi sıvı salgılıyor, sıvı salgılaması gereken yerlerinde ise çöl kumları uçuşuyordu. Artık olduğu kadar boğazını temizlediğinde, söylemesi gerekenleri söylemek için ağzını açtı… Ve duraksadı. Bir an için ne söyleyeceğini hatırlayamadı. Kendini toparlaması uzun sürmedi… Zaten uyandığından beri hiçbir şey uzun sürmüyordu. Sadece ona asırlardır sürüyormuş gibi geliyordu o kadar… Saat hala üç buçuğu biraz geçiyordu. Yataktan kalktığından beri bir dakikadan çok az uzun bir süre anca geçmişti.
“Ki… Kim var orada?” (Allah kahretsin!) Bu kekeleme her şeyi mahvetmişti. Bütün otoriter etkiyi, daha başlamadan silip süpürmüştü… Neyse ki yapacak bir şey yoktu. Şu safhada kendine kızmanın ona hiçbir faydası yoktu. Devamını getirmesi gerekiyordu “Silahım var. Burayı hemen terk et!” diye ünledi. Bu sefer fena değildi. “Umarım; ‘silahım var!’ lafı adamı iyicene tahrik etmez diye düşündü. “Yoksa polisi arayacağım!” Evvettt!!! Bu sonuncu gerçekten iyiydi. Planladığı kadar otoriter çıkmamıştı sesi ama korktuğu kadar korkak bir tonda da çıkmamıştı. Tonlama konusundaki başarısına şaşırmadı demek yalan olurdu doğrusu. Hele de sözlerini bitirir bitirmez, tüm vücudunun nasıl da zangır zangır titrediğini fark ettiğinde… Kulak kesilse kemiklerinin birbirine vurduğunu duyacak gibiydi adeta. Kalbi de deli gibi çarpıyordu. Vücudundaki tüm damarlar kasılıyor gibiydi. Tansiyonu yükselmişti kesin… Burnundan kan fışkırmaması ilginçti doğrusu… Sırtını, neredeyse; yapışmak istermişçesine kapıya dayadı…
Hızlı hızlı nefes almayı da kesip, bir an önce sakinleşmesi gerekiyordu. Panik atak geçiriyordu muhtemelen. Burnundan derin nefesler alıp, yavaş yavaş vermeye çabaladı bir süre. Vücudunun kendi iç ses ve tepkilerine odaklanmayı bırakıp, bir an önce kapının arkasını pür dikkat dinlemeye başlamalıydı. Söylediklerine bir tepki gelecek miydi acaba? Gelecekse ne şekilde?.. Dikkat kesildi… Dışarıda yağmur hafif hafif çiğselemeye devam ediyordu. Rüzgar neredeyse sakin bir nefes kadar sessizdi. Kendi kulaklarının uğultusu dışında yüksek sayılabilecek herhangi bir ses duymuyordu. Uzaklardan köpek havlamaları geliyordu boğuk boğuk… Henüz bir cevap, ayak sesi veya tıkırtı yoktu… Bu, onu biraz rahatlattı ama gardını hemen indirmedi… Dinlemeye devam etti. Nefesi de yavaş yavaş düzene girmeye başlamıştı… Sırtını olanca gücüyle kapıya dayamaya da devam ediyordu gayrı ihtiyari olarak… Sanki muhtemel seslerin yanı sıra, teni aracılıyla en ufak titreşimleri bile algılamak ister gibiydi… Kasılmış şekilde, öylece kalakalmış gibi bekliyordu… Her geçen saniye daha da rahatlatıyordu bu tepkisizlik onu… Demek her şey bir kuruntudan ibaretti… Nedensiz bir paranoya nöbetine yakalanmıştı… Nedensiz değildi belki de… Gazetelerde okuduğu hırsızlık ve cinayet vakaları etkilemişti belki onu fark etmeden. Sonra da bilinçaltı ona bu oyunu oynamıştı…
Nefesini tuttu. Daha bir dikkat kesildi… Yok… Evet, ne en küçük bir hareket ne de kapının ardındaki -muhtemelen orada hiç olmamış- kişiden sözlü bir cevap… Evet, işler umduğu gibi gidiyordu. Yani hiçbir şey olmuyordu. Ve hiçbir şey olmamaya devam ederken zaman bu sefer onun lehine işliyordu. Bu düşünce ve artık yavaş yavaş da olsa kendi olağan akış hızına dönen zaman, anbean cesaretini de artırıyordu…
Şimdi yapması gereken son bir şey daha kalmıştı: Sırtını yavaşça, yasladığı kapıdan ayırdı. Yüzünü tekrar kapıya döndü. Kapının zinciri takılıydı. Bunun da verdiği güvenle, bir elindeki bıçağı sıkı sıkı kavramaya devam ederken, öteki eliyle anahtarı ağır ağır açılış yönünde çevirmeye başladı… “Klink, klink, klink…" Bu sesi ard arda üç defa duyana kadar çevirdi… Sonra yavaşça kapıyı araladı. Bunu yaparken bir ayağını da tedbir amaçlı olarak kapının altına dayamıştı. Her ne kadar kapının zincirini, açmadan önce takmış olsa da birisinin kapıya aniden omuz atması durumunda açılma hızını kesmek için… Kafasını hemen dışarıya uzatmadı. Dışarıda biri varsa bunu bekliyor olabilirdi. Sadece hafifçe araladı ve aralıktan bakmak için acele etmeksizin kısa bir müddet öylece bekledi. Kafasını hemen uzatması durumunda birisi hazırda tuttuğu copu ya da beyzbol sopasını alnının ortasına geçirebilir veya ona silah sıkabilirdi… Beyzbol sopası olması daha muhtemeldi tabi. Türkiye’nin, bir beyzbol ligi olmamasına rağmen dünyanın en çok beyzbol sopası satılan ülkesi olduğu gerçeği, beyzbol sopası seçeneğini daha muhtemel kılıyordu. Bekledi… Herhangi bir hareket oluşmayınca, bu sefer ihtiyatla önce kafasını, aralıktan dışarıyı görebileceği şekilde uzattı. Dışarısı hala karanlıktı. Sonra kapıya dayadığı ayağını mümkün mertebe aynı pozisyonda tutmaya çalışarak, dışarıyı daha rahat görebileceği şekilde, vücuduyla aralığın önüne geçti. Bunu yapmasıyla hareket sensörlü kat lambalarının yanması bir oldu. Etraf bu şekilde aydınlanınca apaçık gördü: Kapının ardında kimse yoktu…
Almış olduğundan daha güçlü bir nefes verdi… Hayatında daha önce böyle büyük bir rahatlama yaşadığını hatırlamıyordu! İçini büyük bir sevinç dalgası kapladı. “Allah kulunu sevindireceği zaman eşeğini önce kaybettirir sonra buldurur” sözü şimdi tam yerini bulmuştu. Bulsundu… Yaşadığı bu rahatlamaya değerdi doğrusu. Neredeyse sevincinden ağlayacaktı. Kapıyı kontrolsüz şekilde sertçe kapattı. Hemen anahtarı döndüğünce çevirip kendini alabildiğince güvenceye aldı. Hoş… Zaten hep güvendeymiş ya… Yaşadığı hızlı stres boşalmasının etkisiyle olduğu yere çöküverdi. Bir müddet yerinden kalkmadı. Duyguları ve vücut tepkileri tamamen normalleşip iyice düzelene kadar bekledi.
Sonunda ayağa kalktığında, bir süre ne yapacağını bilememiş yahut ne yapacağına karar verememiş gibi boş boş etrafına bakındı. Bir an önce yatağına geri dönüp, huzurlu uykusuna devam etmek istiyordu. Ama önce salona bir uğrayıp ışığını açması gerektiğini düşündü. Nitekim öyle de yaptı. Tedbir amaçlı olarak. Başına bir şey gelmemiş olması gelmeyeceğinin garantisi değildi. Salonun pencereleri sokağa bakıyordu. Işıklarını açık bırakırsa dışarıdan geçenler ev sakinlerinin uyanık ve ayakta olduğunu düşünürlerdi. Herkimseler onlar artık… Hırsızlar, seri katiller, sapıklar, organ mafyası üyeleri…
Yatak odasına geçerken koridorun ışığını da bilinçli olarak açık bırakmayı yeğledi. Çok kısa bir süre önce büyük bir gerilim ve korku yaşamıştı. Işıkların bir müddet daha açık kalması, kendisini daha güvende ve rahat hissetmesine yardımcı olacaktı. Yatağına girdi. Battaniyesine sarındı ve duvara monte edilmiş televizyonu açıp, kanalları karıştırmaya başladı. Televizyon, her zaman uyumasına yardım ederdi. Neticede; bugüne kadar icat edilmiş en başarılı beyin uyuşturma aleti oydu. Bir belgesel kanalında balıkçılların muhteşem ve ilgi çekici hayatlarının daha önce hiç bilmediği harikulade ayrıntılarını izlerken sonunda sızdı…
Sabah, gayet dinç ve mutlu bir şekilde uyandı. Saat oniki buçuğu biraz geçiyordu aslında ama pazar günleri diğer günlerden farklı olarak saat bire kadar sabah sayılırdı. Dün gecenin kötü anıları tamamen olmasa da hisleri tamamen silinmişti. Kötü bir kabustan uyanmış da gördüğünün sadece bir rüya olduğunu anlamış biri gibi sevinçliydi. Yaşadığının bir rüya olmadığını tabii ki biliyordu. Her ne kadar kuruntu sonucu olsa da büyük ve gerçek bir korku yaşamıştı ve bundan ders bile çıkarmıştı. Yarın ilk iş kapıya ekstra kilitler ve varsa başka güvenlik aparatları da taktıracaktı. Gerinerek yataktan kalktı. Gündüz aydınlığında kusursuz yansıma veren boy aynasında atletik vücudunu iyiden iyiye süzdü. Aşırı olmasa da gayet diri kasları vardı. Pekala dün gece bir boğuşma yaşanmış olsaydı kazanma şansı o kadar da düşük değildi. Kendiyle gurur duyar şekilde banyoya doğru ilerledi. Mutlu pazar sabahı duşunu aldı. Üzerine rahat bir şeyler geçirdikten sonra kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçti… Ekmek kalmamıştı. Doyurucu ve keyif verici bir pazar sabahı kahvaltısı için çıtır çıtır taze ekmek şarttı. Serdar Ortaç’ın Karabiberim şarkısını mırıldanarak hemen yan binanın girişindeki marketten ekmek almaya çıkmak için kapıya yöneldi. Tam kapıyı açıp ayakkabılarını giymek üzereyken dün gece fark etmediği bir şey gördü… Başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu! Bir çift -muhtemelen 45 numara- çamurlu ayak izi, alt katlardan kendi dairesinin girişinin önüne kadar geliyor ve üst kata doğru devam “etmiyordu!!!”. İzler, onun kapısının önünde son buluyordu. Kendi ayak izleri olamazdı. Yağmur, dün o eve girdikten çok sonra başlamıştı ve yağmur sırasında da hiç dışarı çıkmamıştı… Dehşet verici olansa bu değildi… İzler tek yöne doğruydu! Kapıldığı dehşetin etkisiyle, bilinçli bir şekilde düşünmeksizin, sadece bir refleks olarak kendini içeri attı ve kapıyı hızlıca kapadı… Nabzı ve nefesi yine dün geceki gibi hızlanmış, zihni ise dün gece yaşadıklarının detaylarına hızlı bir geri dönüş yapmıştı. Sakinleşmek gayesiyle yüzünü kapıya dayayıp, bir yandan derin nefesler alıyorken bir yandan da dün gece neleri atlamış olabileceğini düşünmeye başladı… Alnını kapıya dayayıp, bakışlarını yere indirince gördüğü manzara karşısında donup kaldı: Kurumuş çamur izleri içeride de devam ediyordu! Sonra aniden arkasında bir tıkırtı duydu…

Sinan Özgenç

1 Beğeni

Öykü genelinde karakterin ruh hali, kafasında kurdukları güzel işlenmiş. Ancak biraz uzun geldi bu durum bana. Biraz akıcılığı sekteye uğratmış. Onun dışında karakterin cesaretini toplayıp harekete geçtiği, kapının ardında kimseyi görmeyip rahatladığı ve sonrasında gelişenler güzeldi. Final beklediğimin dışında gelişti, olanları sadece karakterin paranoyaklığı olarak düşünmüştüm. Ellerinize sağlık.

öncelikle ilgi ve yapıcı eleştirileriniz için hakikaten çok müteşekkir olduğumu ifade etmek isterim. hikayenin uzun olmasının sebebi şu; gerçekte yaşananlar aslında çok kısa sürüyor. 5 dakika kadar. ama konu, korkular… karakterin kafasının içinde büyüdükçe büyüyor. buradan bir ironi doğduğunu düşünüyorum. gerçek hayatta karşımıza çıkan zorluklara olan yaklaşımımıza dolaylı bir gönderme :slight_smile:

1 Beğeni