Toz fırtınası krallığın üstünü kaplayalı 25 ay günü geçti…
Akademi beni ve iki yoldaşımı bu olayın başladığı şehre yollamayı seçeli ise 13 ay günü olmuştu. Yol uzun, tozun arkası bilinmezliğe uzanıyordu.
Nereden geldiği bilinmeyen bu yoğun toz kitlesi tüm kıtayı kör etmiş ve krallıklar arası iletişimi tamamen kopartmıştı.
Bizler ise dilimizde Halk soneleri ve çalgılarımızla bu uzun yolu eğlenceye çevirmeye gayret ediyorduk.
Şarkılar dilimizden düşmüyordu, Akademi içerisinde yaşadığımız hikayaleri anlatıp genel olarak yakınlaşıyorduk.
Kardeş Rudvolf espirili biriydi. İçimizde en fevri olandı ve her durumda yüzünde o parlak gülümsemesi ile anı renklendirir ve Yüksek Baba’nın ışığını üstümüze getirirdi.
Kardeş Morvf ise sakin ve kapalı ama sesi çok güzel olan bir bilgeydi. Akademiye geç gelmiş ve bu yolculuğa seçildiği için arkada bir çok kıskanç göz bırakmıştı.
Aramızda olan muhabbet daha da samimileştikten sonra sıra bana geldi. Onlara geldiğim küçük köyü ve yapmak istediğim şeyleri, babamın çilek tarlasını ve yaz aylarında güneş toprağa vurduğunda yükselen o kavruk kokuyu uzun uzun anlattım. Yolun büyük bir kısmu böyle geçti, gülerek, dertleşerek.
Fazla yol kat etmiş, Bijuan topraklarının tozlu yollarını aşıp yolculuğun ortalarına gelmiştik.
Etrafta hâla o eşi benzeri olmayan yanık esans geziniyordu. O kadar ki, maskelerimizi bir an bile çıkartsak genizlerimiz kavrulacak yol devam ettikçe yanacak gibi hissediyorduk. Yol üstünde ise arada sırada bilinmeyenden gelen fısıltılar duyuyor gibiydim, toz bulutunun arkasından birisinin seslenmesi gibi uzun ama sönük tınılar.
Aynı hadiseler Kardeşlerimin de başlarına gelmişti. Hepimiz farklı dertlerden muzdariptik ve genel olarak duygularımız aklımızın önüne geçiyor gibi hissediyorduk. Uzun aralar verip erzaklarımıza gömüldüğümüzde herkesin aklında bunları konuşmak olduğuna emindim.
Fakat bize öğretilen öğretiler dahilinde ve inancımız tam bir şekilde yolumuzdan şaşmadan, kararlı bir şekilde yükümüzü ve faytonumuzu kaderi belli olmayan krallığa sürmeye devam ediyorduk yine de.
İnancımızın köreldiği çoğu an, Yüksek Baba’nın bize öğrettiği soneleri tekrarlayıp, şarkılarımızı söyleyip, Tozların ardında bulunan gölgelerin ve aklımızın kurduğu oyunların bizi etkilememesini sağlıyor, maskelerimizi çıkartmadığımız için ise hiç bir hastalığa yakalanmayarak istikrarlı bir şekilde devam ediyorduk rotamıza.
Şehre vardığımız an olacaklar ile ilgili konuşuyorduk. Ak Katedreli ve Lunon Krallığını ilk kez görecek, orada bulunan alimler ile bu olay hakkında sonunda bir takım cevaplara ulaşabilecektik. Cevaplar bulunduktan ve bu toz bulutu kalktıktan sonra Akademi bünyesine yeminimi vermeden son kez babamın yanına uğrayacak ve çilek tarlasında günün batımını izleyecektim. Son defa.
Sonra zaman akıp geçti, soneler bitmeye ve kendilerini tekrarlamaya başladılar. Biz ise sustuk. Konuşacak bir şey yokmuş gibi hissediyorduk. Arada sırada birimiz lafa giriyor ama devamı gelmiyordu.
Krallık ve Kral ile ilgili bir şey görmememiz, Akademi’den ayrıldığımızdan beri karşımıza hiç kimsenin çıkmaması ise bir hayli karamsarlaştırıyordu bizi bu hayaller karşısında.
Gün geçtikçe erzağımızın azaldığını fark ediyorduk. Giderek az yemeye ve az içmeye gayret gösterdik. Herkesim gözü birbirinin lokmasındaydı.
Pür sessizlik ardından gelen at nallarının körelmiş toprağı ezişi dışında bir ses yoktu. Bu bizi korkutuyordu, kabul etmek istemesek bile hepimizin düşündüğü ve belki de farklı olan türlü gidişatlar vardı.
Gece geldiğinde iş zorlaşıyordu. Dinmeyen fısıltılar ve aklımızın bize oynadığı türlü oyunlar. En kötüsü ise yoldaşlarımız ile dönüşümlü tuttuğumuz nöbetler. O yalnız zamanlarda sadece sen, önünde sonu görünmeyen toz bulutu ve etrafta nereden geldiğini bilmediğin o fısıltılar, gülüşmeler bulunurdu.
Yoldaşlarımın da bu olayları sezdiğine emindim. Ama kimse birbirini ürkütmek istemediği için konuyu açmıyordu. Naiflik denilebilir ama Yüksek Baba her zaman bir yolculuğun tamamlanması için öncelikle aklın, sonra kalbin doğru yerde olması gerektiğini savunurdu. Tozun bizi etkileyeceğini, deliliğe karşın maskelerimizi her daim takıp inanca sarılmamız gerektiğini tekrarlamıştı. Zor bir yolculuk derdi tekrar ve tekrar. En zoru hatta.
“Akıl yerli yerinde olursa, kalbi kimse oynatamaz.” diye eklerdi sona.
Bir zaman sonra yoldaşlarımın akıl yerlerinin sarsılmaya başladığını anladım. Kardeş Rudvilf geceleri titriyor, terliyor ve nöbete çıkmamak için bize yalvarıyordu.
Onu sakinleştirmeye çalıştığımızda ise,
“Sesleri susturun.” dedi terler içinde.
“Lütfen susturun.”
Tırnaklarını kendi alnına geçirip vücudu üstünde yarıklar açabilecek kadar ürkmüştü.
O an aklımın sarsıldığını anlamıştım ve içim buz tutmuştu. Duyduklarım veya sezdiklerim bir yanılsama veya ilizyon değil de gerçek olabilir miydi?
Geceleri daha az uyku almaya başladım. Ta ki bir gece kardeş Rudvolf kaçana kadar. En azından Kardeş Morvin kaçtığını iddia ediyordu. Gece nöbet sırasında faytonu sürerken arkadan sıyrılıp yere atladığını gördüğünü, cesaret edemeyip geri geleceğini düşündüğü için ise ses çıkartmadığını söyledi bana. Uzun bir tartışma sonrasında faytonu yavaşlatıp Kardeşimizi bekledik.
Geri gelmemişti. Ve daha yoğun bir sessizliğe hapsolmuştuk. Şarkılar ve soneler bitmiş, Morvin’in maskesinin altında kanlanmış gözlerini fark edebiliyordum artık.
“Toz mu etkiliyordu yoksa o da uyku problemleri mi çekiyordu?” Sorusunu birden fazla sorarken buldum kendi kendime.
Nöbet değişimlerinde bile çoğu zaman uyumayıp birbirimizi izlediğimizi fark ediyorduk.
Geceleri gelen fısıltılar artık gün içinde gelmeye başlamışlardı. Tahammül edilemeyecek kadar fazla ve yakındılar. Sanki etrafımız görünmeyen bir insan sürüsü ile çevriliymiş de biz farkına varamıyormuşuz gibiydi.
Babamın yüzünü, geldiğim köyü, adımı unuttuğumu fark ettim. Bu toz bizi yavaş ama emin bir şekilde siliyor gibi hissediyordum. Tükeniyorduk.
Morvin ile olan diyaloğumuz da değişti. Artık o yolculuğun başında Sone okuyan ve ne olursa olsun temkinli olan adam değil, emirler veren ve suçlayan tanımadığım birisine dönüşmüştü.
Bir gece nöbet sırası ondayken bana usulca yaklaştı ve ellerini boynuma sardı. Yüzünde tedirgin eden bir gülümseme ile,
“Sen fısıldıyorsun, neden yapıyorsun, neden? Neden? Neden?”
Kafamı sertçe tahta zemine vuruyor ve hayatımı bitirmeye çalışıyordu.
Elime geçen ilk obje ile ona vurdum ve üstüne çıktım. Beni, kendi Kardeşini öldürmeye kalkmıştı zaten Rudovf’u da öldürmüştür ve bunun bir cezası olmalıydı. Bu yüzden gözleri körelene, fısıltılar dinene kadar boynunu sıktım. Yüzünde olan her damar daha da belirginleşti ve sonunda kıvranışları aniden durdu. Etrafıma ve ellerime baktım.
Yapayalnızdım.
Geceler bitmiyordu artık. Arkamda bulunan ceset bana fısıldıyor gibiydi. Krallığın bittiğini ve orada ölümden başka bir şey kalmadığını anlatıyordu. Ölüm ve delilik. Bir son yok, yalnızca bir döngü. Sonu olmayan, kendini tekrar eden bir döngü. Ateşin sönüp, tekrar yanması gibi.
Sonunda atlardan biri devrildi ve fayton durdu. Ölü toprağa adım attım. Maskemi yavaşça çıkartıp tozu ciğerlerime soludum. Ölmeyi bekledim.
“Affet beni Yüksek Baba, affet beni!”
Bekledim, bekledim ve bekledim. Gözlerimden yaşlar akıyor ve vücudumda yer alan her kas titriyordu. Her şeyi kaybetmiştim.
Beni duyan kimse yoktu, cevap veren kimse…
Sonra irkildim.
Yüksek bir çan sesi duydum. Vücudumda olan bütün iç güdüler sesin geldiği yere bakmamı emrediyordu. Arkama döndüm ve gördüm.
Beyaz Katedral karşımdaydı. Ama etrafı ölüm sessizliğine bürünmüştü. Artan bir ses duydum, tanımlayamadığım. Sonra fısıltılar yükseldi, yükseldi ve durmadılar.
Nerede olduğumu, faytonumun yerini, sabah mı yoksa gece mi ayırt edemiyordum. Sadece yoğun toz bulutu ve uçsuz bucaksız ölü topraklar vardı karşımda.
Ciğerlerimde havaya yer kalmayana kadar koştum.
Uzaklaşmaya çalıştım fakat çanların sesi hâla yakına işliyordu.
Ayaklarım parçalanana kadar koşmaya devam ettim. Kan, yara içinde kalana dek uzaklaşmayı denedim.
Ciğerlerim daha fazlasını kaldıramadı.
Kendimi yere atıp deli gibi solumaya başladım. Gördüklerimi düşünüp kalan aklımı yitirmekten ölesiye korkuyordum. Arkama bakmıyordum, bakarsam tükeneceğimden emindim. Gözlerimden yaş gelmiyordu artık. Ağlayamıyordum. Sorular soramıyordum, anlamsızdı. Hepsi.
O an farklı bir şey dikkatimi çekti,
Uzaktan aşina olduğum soneler ve şarkıların sönük tınısı geliyordu ve ben bu sesleri tanıyordum.
Bir fayton ve üç kişi gördüm.
Geri dönmeleri için onlara bağırmaya, yalvarmaya başladım. Bağırdım, bağırdım ve bağırdım…
Çan sesleri yükselmeye devam etti.
Fısıltılar etrafımı sardı.
Toz yoğunlaştı.
Onu duydum…
Bana konuşuyordu…