Van(7. Yerli bilimkurgu yükseliyor yarışması kısa öykü)

Kar topu çarpışmasının ellinci yıldönümü bugün ve seçilmiş şehir konseyi sözcüsü olarak konuşmamı hazırlamam lazım. Kalemim, boş sayfalar, gün ışığı herşey hazır ama kağıtları boşa harcamamak için iyice düşünüp öyle başlamalıyım. İlk başta adı kartopu değildi. Patagonya’nın yaklaşık üçyüz kilometre güney doğusuna çarpması bekleniyordu. Aslında dinazorların sonunu getirdiği gibi bizim sonumuzu getirebilecek büyüklükte değildi ama çarpma sonrası gelişecek tsunami dalgaların oluşması Patagonya sahilleri için sorun oluşturacağı için Birleşmiş Milletler kararı ile atmosfere girmeden patlatılması kararı alındı. İşte herşey bu karar ile başladı. Hedefi tam onikiden vurması gereken roket; Heisenberg’den mi, bir kelebeğin kanat çırpmasından mı, tanrının elinden mi yada sadece hesap hatasından mı; tam kenarına isabet etti. Göktaşı yön değiştirdi ve Antartika’ya düşeceği hesaplandı. Büyük bir başarısızlık olarak görülmedi ne de olsa patagonya kurtulmuştu.
Ancak hiç de beklendiği gibi olmadı, çarpışmanın şiddeti ile büyük buz kütleleri erimeye başladı. Eriyen buzun içine sıkışan karbondioksit de atmosfere karıştı. Küresel ısınma süreci yayından çıkmış bir ok gibi ilerlemeye başladı. Kuzeyde ve güneydeki tüm buz kütlesi bir yıl içinde suya dönüştü. Sadece altmışbeş metrelik su seviyesi artışı sahil kenarına kurulmuş tüm sanayi şehirlerini su altında bıraktı. Değişen sanayi üretimi ve göçler küresel çıkar dengelerini bozdu. Karşılıklı atılan bir kaç nükleer silah dengeleri yerine getirmekten çok işlerin çığrından çıkmasına neden oldu. Beş yıl içinde deniz seviyesinde sıcaklıklar altmış dereceye kadar yükseldi. İnsanlar yüksek rakımlı yerlere göç etmek zorunda kaldı. Bin metrenin altında yaşayan insan kalmadı. Alçak rakımlar devasa küf, yosun ve bitkiler tarafından işgal edildi. Ulaşım ve iletişim yolları kapandı. Hidrokarbon kaynaklara ulaşım; neyse ki daha fazla karbondioksit üretemeyeceğiz; imkansız hale geldiği için enerji önemli bir sorun haline geldi.
-Dedeee Batı benim bilyelerle oynamama izin vermiyor.
-Doğu bütün bilyeleri kaybediyor sonra ama…
Yerimde döndüm, çocuklarla konuşurken göz teması çok önemlidir çünkü:

  • Beni iyi dinleyin ya paylaşarak oynamanın bir yolunu bulursunuz ya da oyuncak olarak sadece bedenlerinizi kullanırsınız.
    İkisi de sessizce uzaklaştı. Ve ben, onların yaşında tabletimde oyun oynayan ben, yirmi yaşımda gelecek hayali kuran ben, yetmiş yaşımda “doğunun Paris’i” Van şehir devletinin sözcüsü ben bugün konuşma yapacağım. Elli yıl öncesini düşünüyorum; arabalar, akıllı telefonlar, bilgisayarlar, markalar, ussal olamayan bir üretim ve tüketim. Karl amca yıllar önce bu ilişkilerin bu şekilde devam etmesinin insanlığın sonunu getireceğini söylemişti. Kapitalizmden hızlı davrandı evren; ama ikinci bir şansı da esirgemedi insanoğlundan.
    İkinci şansımızı denerken zorlandığımız kesin. Önceliğimiz gıda, giyinme, barınma olduğu için tüm toplum bu kollarda emeğe katılıyor. Hızlı ilerlemekten korkuyoruz. Hala bütün bu olanların tanrısal bir ceza olduğunu düşünenler var. Ben bile bazen Spinoza başkanın tümtanrısının kural dışına çıkıp yeter ulan sıçtınız güzelim dünyanın içine diyerek olaya müdahil olduğunu düşünüyorum. Mistik ya da değil, başımıza bunlar geldi, doğa üzerinde sağladığımız kontrolün, ki hiç akıllıca kullanamadığımız kontrolün, önemli bir kısmını kaybettik. Şimdi ise daha yavaş ve temkinli ve akıllı ilerliyoruz ya da biz öyle düşünüyoruz.
    Evet konuşma metnim hazır, şubat ayında yirmisekiz derecede bir Van, göle girenler vardır şimdi. Ben bu yaşta beşyol meydanında konuşma yapayım. Sonra da günlük çalışmam var; kimse barınma için çalışmak istemiyor, lider olarak gençleri motive etmem gerekiyor. Gerçi beş saat inşaat işini elli yıl önce söylesem gülerlerdi. Yedi gün oniki saat çalışanlar. Olsun beş saat iyi, acelemiz yok, konsey işleri hızlandırmak isterse altı saate çıkabiliriz ama şimdilik yeterli.
    Yola koyulma vakti geldi. Kapıdan çıkarken bacağıma çarpan benim haytalar. Çocuklar, yaşamın sürekliliğinin vücut bulmuş halleri. Dünya beni bırakıp gidecek ama onlar devam edecek.
    -Yavaş çocuklar yavaş, canınızı yakacaksınız…
    Sokakta insanlar toplantı için yola koyulmuş, bir yandan muhabbet ediyor bir yandan güneşin tadını çıkarıyorlardı. Mutlu görünüyorlardı, en azından. Aklımda hep aynı soru, böyle devam edebilecek miydik? Üretim yeteneklerimiz tekrar temel ihtiyaçlarımızdan fazla olduğu zaman, yine de olanı bölüşebilecek miyiz? Şu an için savaş tehlikesi yok. Bölgedeki en güçlü şehir devleti Tahran bile askeri üretim yapmıyor ve elindeki üretimin ihtiyaç fazlasını paylaşıyor ama şuan. Tahran şanslı binikiyüz metre rakımda bir başkent ve görece sanayi imkanları daha fazla. Ama ya sosyal Darwinist bir klik gelirse ve tüm kontrolü alıp savaş çıkarırsa; tüm bu emekler, umutlar.
    Ama bunlardan kimseye bahsedemem. Böyle bir olasılık umutları yıkar, bireyciliği tetikler. Hayır iyi yoldayız, elimizdeki dünyanın tadına vararak üretiyoruz. O biricik tek yaşamımızı yaşayacak kadar üretip her anının tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Gelişme için acele edip birkaç nesilin yaşam hakkını elinden almıyoruz. Zamanımız var, acelemiz yok, herşeye hemen sahip olmak gibi bir amacımız yok. Bilinç düzeyimiz, kapasitemiz ve bilmeye olan açlığımız yeterli, sadece zamanı kullanabilmeliyiz. Evet konuşmamın ana konusu bu yada buna benzer bir şey; umut, zaman ve yaşam.
    Benim yaşımdaki biri için fizik kapasitem oldukça iyi. Ritimli bir yürüyüş ile beşyol meydanına doğru çıkıyorum. Anneler, babalar ve çocuklar benimle, birbirleriyle yanyana yürüyorlar. Meydan neredeyse dolu; insanlar biraraya gelmenin ve havanın tadını çıkarıyorlar. Konuşma yapacağım platform çok yüksek değil, tek konuşmacı da ben değilim zaten. Açık kürsü olacak ve ben sadece açılış konuşmasını yapacağım.
    Meydana ulaştığımda gençten bir arkadaş benden önce bir şiir okuyup okuyamayacağını soruyor. “Neden olmasın?” diyorum ve şiiri merak ediyorum. Hasan Hüseyin’den “ne güzel ne güzel”miş. Okusun ne güzel.
    Toplantı başlıyor. Genç adam çıkıyor tüm duygusunu şiire katıp okuyor şiiri, ne güzel. Güneş konuşmayıcıya arkadan vurduğu için konuşmayı yapan kişinin yüzü pek seçilemiyordu. Topluluk kişinin değil söylenenin peşinde zaten.
    Sıra bana geliyor. Yaşıma saygıdan ötürü bir sandalye yerleştiriyorlar hızlıca. Yavaşça çıkıyordum ve sandalyeyi kenara koyuyorum. Güneş sırtımı ve ensemi ısıtıyordu. Kaçıncı konuşmam bu ama hep heyecanlıydım.
    -Dostlar, evet elli yıl oldu bugün işleyişinin önemli bir kısmını anlayıp kontrol edebildiğimiz dünyanın değişimi başlayalı. Açlıkla, ölümle, göçle, sefaletle, savaşlarla geçen elli yıl. Ama sadece bunlar yoktu umut ve yaşam hep burada yanı başımızdaydı. Ve bunca gerilemeden sonra yeniden kontrolü ele almaya başlıyoruz…
    Birden bir uğultu başladı. Bir çok kişi arkamda bir şeyi işaret ediyordu. Gerçekten de uzaktan sabit hızlı bir karaltı güneşi arkasına almış bize doğru geliyordu. Hızlı bir şekilde büyüdü ve güneşi kapladı. Üzerimize gelmeye başladıkça üçgen şeklinde üzerinde değişik ışıklar yanan bir uzaygemisini andıran bir cisim olduğu ortaya çıktı. Hayır bu bir uzay gemisiydi. Göğsümden çeneme doğru uzanan bir uyuşma hissi yükseldi.
  • Yok artık.