Yayla

Lastik çizmelerini giyip işinin başına döndü. Öğlen olmadan kalan işlerini de bitirdi. Artan zamanında evin kapıları ile uğraştı. Kilitleri değiştirip, daha büyüklerini taktı, pencerelere içeriden sürgü monte etti, çitlerin üzerine elinde kalan son dikenli telleri çekti. Karısı yaptıklarını uzaktan izliyordu. Sonunda bütün bunları bitirince yanına geldi. Endişeli gözlerle ona bakıp, bir sorun olup olmadığını sordu. Yaptığı şeylerde bir tuhaflık görmediği için karısının sorusuna şaşırdı. “Nasıl yani?” diye sordu. Karısı “Sabahtan beri kapılarla, pencerelerle, çitle uğraşıyorsun. Bir şeyden mi korkuyorsun?” dedi. Ne cevap vereceğini bilemedi, “Geçen gece ormanda tilki gördüm. Onun için” dedi. Kadın sinirli bir ifade ile “Yani, tilkinin küçük kilidi açabileceğinden korktuğun için kapının kilidini değiştirdin. Öyle mi?” dedi, Cevap vermesine fırsat vermeden “Senin karşında aptal yok” diye ekledi, arkasını dönüp gitti.

Akşama kadar karısının yanına yanaşmadı. Siniri geçene değin uzak durmakta fayda olacağını bilecek kadar onu tanıyordu. Çocukla oynadı, kümesi temizledi, tavuklara yem verdi. Hava kararana kadar eve girmemeye çalıştı. Girerken de sabah yediği fırçanın etkisi ile çizmelerini temizleyip dışarıda bıraktı.

Akşam yemeğinden sonra çayını arka balkonda içti. Ormanı izliyor, gecenin seslerini dinliyordu. Düşüncelere dalmışken, bir süre sonra seslerin kesildiğini fark etti. Ne bir böcek sesi vardı ne de baykuş. Ve izleniyormuş hissi tekrar geldi. Şurada, iki büyük çam ağacının arasında, o şey gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Hissediyordu. Korku ile içeri girdi. Bütün kapıları kilitleyip, pencereleri sürgüledi.

Gece rüyasında kendisini yine açıklıkta buldu. Neden buradaydı, kim onu buraya getirmişti? Hiç bir şey bilmiyordu. Sinirle yumruklarını sıkıp haykırdı “Rahat bırak beni. Ne istiyorsun benden?” Arkasındaki orman büyük bir gürültüyle sarsıldı. Ağaçlar histeri krizine girmiş gibi titriyor, bütün hayvanlar kendi dillerinde bağırıyorlardı. O korku ile olduğu yerde büzülürken, masa kayasının ortasından kan fışkırmaya başladı. Kan, ay ışığında, sıvı yakuttan bir gayzer gibi şiddetle göğe yükseliyordu. Koşarak kaçtı oradan.

Sabah kapının yanındaki çengelde anahtarları bulamayınca her zaman olduğu gibi karısına seslenecekken anahtarların cebinde olduğunu fark etti. Aklı dün gece gördüğü rüyadaydı. Normal, sıradan hayatına dönmeyi istiyordu. Karısı için daha çok ta çocuğu için korkuyordu. Bütün bunları bitirmenin bir yolu olmalıydı.

İşlerini bitirip, gece uykuya dalana kadar kafasını bu soru meşgul etti. İşte yine açıklığın başındaydı. Sorunun cevabını bulduğunu sanıyordu. Koltuğunun altındaki tavuğun başını okşadı. Kısık bir sesle “Sakin ol” dedi. Korkak adımlarla kayaya kadar geldi. Yüzeyinde elini gezdirdi. Elini kestiğinde döktüğü kanın lekesi solgun ay ışında bile görülüyordu. Tavuğu kayanın üzerine koydu. Sol eliyle bastırırken sağ eli ile bir çekişte tavuğun kafasını koparttı. Akan kanlar yüzeye yayılırken, tavuk bir iki kere daha çırpınmaya çalıştı, sonra kayanın üzerinde hareketsiz kaldı.

“İşte” dedi kısık bir sesle. Sesini yükseltip onu kızdırmak istemiyordu. O her ne ise. “İstediğini yaptım. Artık bizi rahat bırak. Yalvarıyorum sana”. dizlerinin üzerine çöküp ağlamaya başladı. Gözyaşlarını geldikleri yere geri sokmak istermişçesine ellerini yüzüne bastırdı. Ağlaması bitince ayağa kalktı. Şimdi daha sakindi. Omuzlarındaki korku yükü biraz azalmıştı sanki.

Arka balkonda oturmuş demin gördüğü rüyayı düşünüyordu. Bir sigara yaktı. Gözleri karanlık ormanın sınırını taradı. Bir an için izlendiğine dair hissin geri gelmesini bekledi. Ama öyle olmadı. Sigarasını bitirdi, çocuğu kontrol edip yatak odasına gitti. Karısı yarı uykulu halde doğrulup karanlıkta ona baktı " Neredesin sen?". “Buradayım” dedi “Arka balkonda bir sigara içtim sadece”. Soğuk yatağına girip karısına sarıldı “Seni seviyorum”. Kadın sadece mırıldandı. Uykunun arasında onu duyduğunu bile sanmıyordu. “Her şey düzelecek”.

Sabah, yakın zamanda hiç uyanmadığı kadar huzurlu uyandı. Kalkıp giyindi, lastik çizmelerinin altındaki çamurları ve çam iğnelerini temizledi, işine başladı. Öğlen vakti evin yan tarafına, kümese gitti. Tavuklara biraz yem ve su verecekti. Kümesin kapısı menteşelerinden çıkmış, etrafı da tavuk tüyleriyle doluydu. Ön tarafta oynayan oğlunu yanına çağırdı. Kaşları çatık, “Ben sana kümese girme demedim mi?” diye azarladı onu. Çocuğun hiç umurunda olmadı, “Baba bak” diye elinde tuttuğu kanat tüyünü gösterdi. Babası onu alıp bir parça iple beraber başının arkasına sabitleyip sardı. “Şimdi kızıl derili oldun. Ben sana yay ve ok da yaparım” deyince de , sevinçle zıpladı. “Ama” diye ekledi “Bir daha kümese girmek yok…tamam mı?”. Çocuk başını sallayıp koşarak uzaklaştı.

Kümesin çıkan menteşesini yerine taktı, yerdeki tüyleri toparladı, karısının yanına gitti. Yanağından bir makas aldı “Yapılacak bir şey var mı?” diye sordu. Kadın biraz şaşkın “Bu gün keyfin yerinde, hayırdır?” diye sordu. Haylaz bir çocuk gibi ayak parmaklarının uçunda yükselip indi “Yok bir şey” dedi, yanağından utangaç bir öpücük çalıp uzaklaştı. Karısı ağzı açık arkasından bakakaldı.

Sonraki günler, hayatlarının uzun zamandır, yaşadıkları en mutlu günleriydi. Hatta, kadın “Zenginken bu kadar mutlu muyduk acaba?” diye düşündü. Çatık kaşları aralandı, keyfi yerine geldi, baba-oğul un oyunlarına bile katıldı. Üç kere ok ile vuruldu, bir kere de kafasına tüy takıp, oğlu “Pırtlayan Tüy” ile beraber soluk benizli kocasını bağlayıp, gıdıklayarak işkence ettiler.

Mutlu ve huzurlu geçen üçüncü günün akşamında, arka balkonda sigara içip orman sınırını seyrederken, o uğursuz izleniyormuş hissi geri gelmedi. Onun yerine bu güzel günlerin bitebileceği şüphesi belirdi birden aklında. Geçici bir moladaydılar sanki. Ağızlarına çalınmış bir parmak balın tadına varıyorlardı. Bu düşünceler ile yatağa girdi.

Rüyasında açıklığın başındaydı yine. Sol elinde bir çuval vardı, kıvrılıp dalgalanıyordu. Masa taşının önüne geldiğinde, çuvalın ağzını açıp içinden bir tavuk çıkardı. Çuvalın ağzını dizlerinin arasına sıkıştırıp, hızlıca tavuğun kafasını koparttı. Sonra aynı şeyi ikincisine ve üçüncüsüne yaptı. Yan yana düzgünce sıraladığı tavukların kanları, kayanın düz yüzeyinin kenarlarından aşağı sızıyordu. Yine dizlerinin üzerine çökerek, artık kendilerini rahat bırakmasını niyaz etti karanlıklar içinde onu izleyen şeyden.

Yeni güne uyandığında dün akşamki şüphelerinden eser kalmamıştı. Mutlu hayatlarına kaldıkları yerden devam edebilirlermiş gibi geliyordu artık. Oğlu bahçede, elinde birkaç tavuk tüyüyle koşturuyordu. Evin yan tarafına geçtiğinde ufak bir şok geçirdi. Bahçe neredeyse tamamen tavuk tüyleriyle kaplanmıştı. Kümesin kapısı sökülüp bir kenara atılmış, tavukların tırmandığı rampa paramparça olmuştu. Tavuklar ise bahçenin uzak köşesine, çitlerin dibine toplanmışlardı. Hızlıca aletlerini aldı, önce kümesin kapısını, sonra rampayı tamir etti. Karısı yanına geldiğinde şaşkınlıktan irileşmiş gözleriyle ne olduğunu sordu. “Tilki” dedi “Kümese tilki girmiş”

Kadın tüyleri toplarken bir yandan söyleniyordu. Hem tilkiye hem de kocasına. Çiti daha iyi çekmesi gerekmez miydi? Arada delik, gedik var mı diye neden bakmamıştı? Adam sesini çıkartmadı. Karısı ne dese yeri vardı. Çit boyunca gezip tilkinin nereden girdiğini öğrenmeye çalıştı. En sonunda bahçe kapısının altından girdiğine kanaat getirdi. “Haklısın” diyerek kadının gönlünü almaya çalıştı. “Şimdi kapının altına tel çekerim bir daha giremez” dedi. O da fazla üzerine gitmedi adamın. Birkaç tavuktan ne olacaktı, yeter ki neşeleri, mutlulukları yerinde olsundu.

Öyle de oldu. Asırlar kadar eskide kalmış gibi gelen varlıklı hayatlarında olmadıkları kadar aile olmuşlardı. Tasa. gam, hırs, mutlu görünme kaygısı olmadan, sadece birbirlerini seven, ama gerçekten seven bir aile. Hepsinin yanaklarına renk, gözlerine ışık gelmişti. Hiç bir şey hissettirmediklerini sandıkları çocukları bile farkı anlamıştı sanki. Şarkılar mırıldanılıyor, şakalar yapılıyordu artık evlerinde. Ne paradan söz eden vardı , ne de geri dönme planlarından bahseden. Bilakis, ailelerinin baştan beri olması gereken yer burasıymış gibi geliyordu.

Gece, herkes yattıktan sonra, arka balkonda içilen sigaranın eşliğinde mutluluk, huzur, sevgi vardı. Ve yavaş yavaş belirmeye başlayan endişe. Bu günlerin geçeceğine dair uğursuz endişe. En kötüsünün bu olduğunu düşünüyordu. Suçluluk duygusunun gelip tahtı eline geçirmesine kadar.

Bütün bunlardan sorumlu olan oydu. Başlarına gelen onca kötü olayın suçlusu kendisiydi. Dolayısıyla her şeyi düzeltip, bu mutluluğun ömürlerinin sonuna kadar sürmesini sağlamak onun işiydi. Batırdığı hayatlarını tekrar gün yüzüne çıkartmak için ne olursa olsun yapmalıydı. Mutlu günlerin gergin gecelerinde bu düşünce aklından çıkmaz oldu.

Sonunda endişe ile beklediği an geldi. Dolunayın altında, balkonda sigarasını içerken sessizliği duydu. Deli gibi çarpmaya başlayan kalbinin sesinden başka bir ses yoktu kulaklarında. İşte orada, karanlık ağaç gövdelerinin arasından onu izliyordu. Bunu hissediyordu. Bu iş artık bitmeli, buna bir son vermeliydi. Bütün bunların sorumlusu kendisiydi. Suçlu olan oydu, sebep olduklarını düzeltmek onun sorumluluğuydu.

Kapkaranlık bir uçuruma düşer gibi uykuya dalarken aynı kelime dönüp duruyordu aklında. Düzeltmeliyim…Düzeltmeliyim…Düzeltmeliyim.

Bir inleme sesiyle uyandı. Annelik içgüdüsüydü belki de onu uyandıran. Gözleri karanlığa alışana kadar hiç bir şey göremedi. Sadece yavrusunun belli belirsiz inlemesini duyuyordu. Başta kötü bir rüya gördüğünü düşündü oğlunun. Kocasını uyandırmak için gayriihtiyari yatağın diğer yanına el attı. Kocası yerinde yoktu. Sonra karanlığa alışan gözleri onu gördü. Çocuk odasından, kucağında oğluyla çıkıyordu. Önce oğlanın kabus gördüğünü, kocasının da onu sakinleştirmek için kucağına aldığını düşündü. Adamın merdivenlere yöneldiğini görünce bir terslik olduğunu hissetti. Normalde böyle bir durumda çocuğu onun yanına getirirdi.

Kocasının adını seslendi. Ancak yanıt alamadı. Bu da onu daha çok korkuttu. Hemen apar topar kalkıp peşinden koştu. Arkasından merdivenden inerken, adamın kendi kendine mırıldandığını duydu. “Düzeltmeliyim…Düzeltmeliyim…Düzeltmeliyim”. Tüyleri diken diken oldu kadının. Sadece söylediği şey değil söyleme şekli yüzünden de. Merdivenlerin alt başında kolundan tutup onu durdurmaya çalıştı. Adını defalarca söyleyerek. Her seferinde daha yüksek, ta ki sesi bir çığlık halini alana kadar. Bu çocuğu korkutmaktan başka bir işe yaramadı. Adamı ne durdurdu ne de yavaşlatabildi.

Kadının korkusu, kocası mutfağa gidip, çekmeceden kasap bıçağını alınca, paniğe dönüştü. Çekiyor, sırtına , kafasına vuruyor, olanca gücüyle bağırıyordu. Ama adam ne onu ne de oğlunun çığlıklarını duyuyordu. Vuruşları kocasını sarsmıyordu bile. Merdaneyi alıp kafasına sert bir darbe indirdiğinde durdu. Bir an, kısacık bir an çabalarının sonuç verdiğini sandı. Sonra adam dönerek kadını, sağ eliyle boğazından yakaladı. Sol kolu, çocuğun nefesini kesecek kadar sıkı göğsüne bastırırken, sağ kolu kadını boynundan tutup havaya kaldırdı.

Kadın adamın ifadesiz, donuk, boş bakan gözlerini görünce çığlık atmak istedi. Ama o kadar sıkıyordu ki boğazını, değil çığlık atmak, nefes bile alamıyordu. Gözlerinin önünde siyah benekler uçuşuyor, basınçtan kafası patlayacakmış gibi hissediyordu. “Düzeltmeliyi”. Tek dediği buydu adamın. Sonra onu bir bez bebek gibi fırlattı. Sırtını mutfak dolabına şiddetle çarpan kadın yere yığıldı. Ve anında bayıldı.

Rüyasında kendini ormanda buldu. Kucağında, göğsüne sıkıca bastırdığı bir şey vardı. “Geçti, sakin ol. Hepsini düzelteceğim” dedi. O zaman kucağında ki şey kıpırdanmayı biraz azalttı. Baktığında bunun bir kuzu olduğunu gördü. Bir an “Bizim kuzumuz var mıydı?” diye sordu kendi kendine. Sonra bunun bir rüya olduğu geldi aklına. Rüyalarda en akla gelmedik şeyler olur değil mi? Kuzunun “Ba-ba ,ba-ba” diye bağırdığını duyduğunda güldü, “İşte rüya gördüğümün bir kanıtı daha. Kuzular baba demez”.

Bütün ağaçlar sanki vecd ile sarsılıyor, gece hayvanları huşu içinde, kendi dillerince ormana eşlik ediyorlardı. İçini bir huzur, bütün bunların artık geride kalacağına dair bir inanç kapladı. Başından beri kendi sebep olduğu felaketler bir son bulacaktı. Kuzuyu bütün günahlarının kefareti olarak kurban ettiğinde, kendilerine musallat olan o kudretli, kötü ve aç şey artık peşlerini bırakacaktı.

Önce arkasında bir hışırtı duydu, bunu kendisine bu kutlu yolculukta eşlik etmek isteyen hayvanlar olduğunu düşündü. Sonra bir gürleme ile beraber, baldırlarına sert bir darbe aldı. Darbe o kadar sertti ki, önce dizlerinin üzerine çöktü, ardından yüzükoyun orman zeminine düştü. Kollarını düşüşünü yavaşlatmak üzere gayriihtiyari ileri uzattığından, kuzu onun altında kalmaktan son anda kurtuldu.

Acı sonra geldi. Baldırlarını yakan, ateş gibi dağlayan ıstırap, dalga dalga vücuduna yayıldı. Acı o kadar büyük ve gerçekti ki, diğer bütün duyguları ve düşünceleri, bir silindir gibi ezip geçti. O zaman karşısında çaresiz gözlerle ona bakarak yatan kuzu, şekil değiştirerek oğlu halini aldı.

Birden afalladı. Bunun sebebi sadece, oğlunu ve tabi kendisini gecenin bu vaktinde, ormanda yerde yatar halde bulması değildi. Bütün sesler, görüntüler beynine üşüşüyordu. Çocuğunu yatağından alışı, karısının çığlıkları, bıçağı alışı, karısını boğazlını sıkıp fırlatması. Daha da kötüsü nereye ve neden gittiğini hatırlıyordu.

Oğluna korkmamasını söylemek üzere ağzını açtı, fakat sonra gelen ıstırap dalgası ile dudaklarını birbirine bastırdı. O anda bir karaltı hızla yanından geçerek oğluna ulaştı.

Gözlerini sıkıca kapattı, acının geçmesini bekledi. Sadece üç saniye. Karaltı çocuğu aldı, yokuş aşağı koşarak uzaklaştı. Adam ayağa kalkıp oğlunun peşinden gitmeye çalıştı. Kalkar kalkmaz tekrar yere kapaklandı. Ağzından ıstırap yüklü bir çığlık kurtuldu. Kanının bacaklarında süzüldüğünü hissediyordu. Bir süre orada yattıktan sonra gücünü biraz topladığını hissetti. Tekrar kalktı, her adımında beyninde şimşekler çaksa da yürüyebiliyordu. Aksak adımlarla, yavaş yavaş oğlunu alan gölgenin peşinden gitti.

Ormandan çıkarken karaltının eve girdiğini gördü. Bu durumda aradaki mesafeyi kat edip eve varması epey vakit aldı. Bu arada beyninden acıyla birlikte söyleyecekleri de geçiyordu. Ne dese inandıramayacağını biliyor, korkutmaktan çekiniyordu. Ne de olsa korku her şeyi yaptırabilirdi. Ki kendi aynı durumda olsa korkudan ödü patlardı.

Yorgun ve acı içinde kendisini kapının eşiğine bıraktı. Baldırlarını yere vurunca gözlerinde şimşekler çaktı. Açılmayacağını bilerek kapıyı zorladı. Güzel, en azından bir parça güvendeydiler. İçeriden gelen boğuk sesleri ve nemli iniltileri duyabiliyordu. Çıkartabileceği en yüksek sesle karısına seslendi.

“Beni iyi dinle. Korktuğunu biliyorum. Sonuna kadar haklısın. Ama dediklerimi yapman lazım. Ben evden uzaklaşacağım, yeteri kadar gittiğimde çakmakla sana işaret vereceğim. O zaman anahtarları al, en baştaki eve git, oranın kapısı daha sağlam. Kapıyı kilitle güneş doğana kadar bana kapıyı açma. Anahtarı mavi plastikli olan”

Anahtarlarla dolu halkayı kapının önüne bırakarak uzaklaştı. Bahçenin uzak köşesine varıp işaret vermesi on dakikasının aldı. Önce hiç bir şey olmadı. Tam karısının ona söylediklerini yapmayacağını düşündüğü anda karaltı, kucağında taşıdığı şey ile ev sırası boyunca koşmaya başladı. Baştaki eve ulaştıklarında, o da eve geri döndü.

İlkyardım çantasında sargı bezi ve batikonu, karısının çekmecesinden cımbızı aldı. Evin elektriği ancak saçmaların yarısını çıkartmaya yetti. Gerisini, tabi ki çok derinde olmayanların, fener ışığında çıkartmak zorunda kaldı. O zaman tüfeğe kuş saçması koyduğu için şükretti. Yoksa en iyi ihtimalle bacaklarından olabilirdi. Veya şu an orman zemininde cansız yatıyordu.

Vakit sabaha yaklaşırken, kilere inip gerekli aletleri aldı. Bu sefer aklı başında olarak yapması gerekeni biliyordu. Ve yapacaktı.

Eşyaların küçük olanlarını sırt çantasına koydu, büyük olanları ise bir ip ile sırtına bağladı. Yırtık gömleğini bir dala dolayıp gazyağı ile yaktı. Bir elinde meşale, diğerinde gazyağı bidonu, sırtında ağır yükü ile ormana girdi. Neyse ki aldığı iki apranax sayesinde bacaklarının ağrısı biraz azalmıştı. Ormana girer girmez bidonun altına küçük bir delik açtı. Yürürken ardında gazyağından ince bir iz bırakıyordu. Ormana açık bir tehdit, “Herhangi bir şey yapmaya kalkmayın, hepinizi yakarım”. Bu noktada şakası yoktu, kendi ölecek olsa bile müdahale edilirse koca ormanı küle çevirmekten asla çekinmezdi. Öyle geliyordu ki ormanda bunu sezmişti. Yol boyunca çıt bile çıkmadı.

Sabahın ilk ışıkları gökyüzünün rengini değiştirmeye başladığında açıklığın kenarına vardı. Hızlı hareket etmek istediği için sadece ilk darbeyi vuracak aletleri aldı yanına. Gerisini orada bıraktı. Önce nefesini kesmek istiyordu bu…bu…şeyin.

Bacaklarının elverdiği kadar süratle masa taşına ilerlerken, aklı karıştı. Acaba bu sefer doğru olanı mı yapıyordu? İçinden bir ses yok etmek yerine onu kullanabileceğini söylüyordu. Yaklaştıkça ilk başlardaki kararlı hali, yerini ne yapacağını bilemez, kafası karışmış bir ruh haline bıraktı. Şimdi taşın karşısında dikilirken doğru şeyi yapacağına emin değildi.

Sol elini kaldırdı “Kapa çeneni” diyerek, başparmağının altındaki etli yeri olanca gücüyle ısırdı. Daha elinden kanlar akmaya başlamadan acı görevini yerine getirmek üzere yola çıktı. Işık hızıyla ilerleyen bir alev duvarı gibi bütün duygu ve düşünceleri yok etti.

Kollarını kaldırdı, olanca hırsı ile elindeki balyozu taşa indirdi. Kanının damladığı yer büyük bir parça halinde aşağı indi. Kandan yağıra dönmüş yüzeyde kendi kan izini göremiyordu ama yerini biliyordu. Darbenin etkisini ilk önce sol elinde hissetti, şok dalgaları vücudunu aşıp baldırlarına ulaştığında ise bacaklarında. Acı takatini kesti, neredeyse yere düşecekti, sıktığı dişleri çatırdadı, gözlerinden iki damla zehir gibi yaş aktı. Ama durmadı, her darbede parçalar kopartarak vurmaya devam etti. Zamanla kopan parçalar daha da küçülüyordu. Gözlerinde acı gözyaşları akarken, yaralarındaki ıstırap azalmış, kollarındaki artmıştı. İlk yarım saatin sonunda balyozu bir daha kaldıramaz hale geldi. Ancak bu arada taşın tabla kısmını büyük ölçüde kırmayı başarmıştı.

Bu arada güneş yükselmiş, ağaçların üzerinden sıcak yüzünü göstermişti. Aralıklarla balyoz ve kazma sallayarak akşamüzerine kadar çalıştı. Nerdeyse kaidenin zeminle birleştiği yere kadar taşı kırmayı başardı. İşi bırakıp dönüş yoluna koyulduğunda, kendisini hayatında ilk defa bu kadar yorgun ve bu kadar huzurlu hissettiğini fark etti.

Taşı ve zeminini kırması iki gününü aldı. Açıklığın geri kalanını parçalamayı ormanın kendine bıraktı. Zaten tek başına altından kalkabileceği bir iş değildi. Zemini kaplayan, kaldırım taşına benzeyen parçaları tek tek sökmeye kalksa herhalde bir ayını alırdı. Onun yerine bu işi zamana bırakmaya karar verdi. Sadece birkaç metre aralıklarla taşlar söktü. Yerlerine birer ağaç tohumu bıraktı. Kayısı, dut, muşmula…Gerisini onlar halledecekti. Ve sonunda hediye olarak bir de meyve bahçeleri olacaktı.

Bu süre zarfında ne karısını görebildi ne de çocuğunu. Birkaç kez kapının ardından oğlunun sesini duyabildi o kadar. Gece geç saatlere kadar kapılarının önüne serdiği yer yatağında yatıp karısından özür diledi. Yaşadıklarını anlattı, bir daha asla olmayacağına dair sözler verdi. Her şeyin bittiğine, kötü günlerin artık geride kaldığına yeminler etti.

Ancak 4. günün akşamında karısının yüzünü görebildi. O da sadece bir anlığına. Ve anında gördüğüne pişman oldu. Boğazını sarmasına rağmen etrafındaki morlukları görebiliyordu. Yüzü şişmiş, göz altları morarmış, gözleri kan çanağına dönmüştü. Daha da beteri o gözlerdeki bakışlardı. Nefret değildi veya tiksinti. Saf katıksız korku vardı o gözlerde. Karısı kendisinden ölesiye korkuyordu. En sarsıcı olanı ise, bunda sonuna kadar haklı olmasıydı. Neredeyse öldürüyordu kadını.

Nasıl barıştıklarını anlatmayacağım. Veya hastanede kalan saçmaları çıkartan doktor ile aralarında geçen komik diyalogları. Şehre taşınmaktan vazgeçip burada yaşamaya karar verme sürecine dair birkaç laf ta etmeyeceğim. Hele masallardaki gibi “Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” hiç demeyeceğim. Kaldı ki masallar aslında kötü biter. Arada tartıştılar da, kavga da ettiler. Hepimiz gibi iyi günleri de oldu kötü günleri de. Ama çoğunlukla mutlu ve huzurlu olduklarını söyleyebilirim. Ve hiç olmadıkları kadar “Aile” olduklarını. O kötü günler hakkında hiç konuşmadılar. Yaşadıkları gerçek miydi, değil miydi? Veya ne kadarı gerçekti? Tek kelime etmediler.

BİTTİ.