Bir gece yıldızlara bakarken onları yakalayabilmek için ellerimi uzattım ama tutamayacağım kadar uzaktılar. O anda fark ettim ki ışıltıları, görkemleri ve hepsinden önemlisi ulaşılamaz oluşları bana güzel gelmiyordu. Ulaşılamaz güzelliklerde bir anlam göremiyordum. Ben hep Everest’in zirvesini güzel bulmuşumdur. Tüm o sahip olduğu görkemin ve ışıltının yanında ulaşılabilirdi. Zorluydu, ama ulaşılabilirdi.
Everest’e hiçbir vakit tırmanmadım. Tırmanamayacağım için değil, sadece hiç çıkmadım. Bunu fark etmemle birlikte çok daha basit ve bariz bir gerçeği de kavradım sonunda. Yıldızlara da ulaşabilirdim, daha da ötesine de. Her şey mümkündü. İmkansız diye bir şey yoktu. Sonsuz mutluluğun egemen olduğu bir ütopya da kurabilirdim, Tanrı da olabilirdim. Tüm bu gerçekliğin altında yatan reddedilemez ve şüphe edilemez doğruyu da bulabilirdim. Sebebi görebilir, sonucu ortaya çıkarabilirdim. Her şey olasılık dahilindeydi. Ama günün sonunda doğduğum yatakta uyurken son nefesimi vermek üzereyim. Başladığım yerden ileriye bir adım bile atmadım. Umudun olması kurtuluşu bulacağımız anlamına gelmiyor. Her şeyi başarabileceğim gerçeği her şeyi başaracağım demek değil. Tüm bu olasılıkların verdiği ilham yüzünden bu basit gerçeği göremedim. Hiçbir şeyin değişmeyeceği ortada iken neden farklı bir şey denemedim diye sorarsanız cevabı bu. Değişmem gerektiğini göremedim. Hoş, fark etsem de değişmeyecektim ya.
Yine başladığım noktadayım, çevremdeki hayvanlar ne hissettiğimi sorduğunda en azından bir pişmanlığım olmadı, huzur içinde ölebilirim dedim ama bu cevabın ilk kısmı yalandı. Ne kadar çok cehennem yaklaşsa da, ne kadar çok pişmanlıkla dolu olsam da ileriye veya geriye doğru bir adım atmayacaktım. Atamayacağım için değil, sadece atmayacaktım. Ama en azından huzur içinde ölebilirdim. Son nefesimi verirken tüm hayatım gözlerimin önünde geçmiş olmalı, ama ben hiçbir şey göremedim. Tek hissettiğim tüm dünyanın benimle birlikte yok olduğu idi.