Yolun Sonu

Kanatlarımı çırpmaya, gökyüzü ve denizin birleştiği yerde esen rüzgarı hissetmeye başlayalı uzun zaman oluyor. Yağmura, güneşe, yeryüzünü kaplayan sise ve dünyanın dönüşüne uzun zamandır eşlik ediyorum. Yapılan tüm iyilikleri, tüm kötülükleri, kayıtsızlıkları ve çaresizlikleri görüyorum. Dünyayı kaderine terk eden insanın vefasızlığını da ona yardım eli uzatan insanın içindeki umudu da hissediyorum.

Yola nasıl ve neden başladığımı; yolun sonunda ne olduğunu anlatmak istiyorum.

Biz martılar geniş koloniler halinde uçar, avlanır ve dinleniriz. Güçlü bir beraberlik duygusuna sahibiz ve gerektiği yerde birbirimiz için kavga edecek kadar önem veririz içinde bulunduğumuz kolonilere.

Yaz çoktan bitmişti ve sürü sonbaharın bayatlamış havasına ayak uydurmakta zorluk çekiyordu. Sonbaharın bayatlamış havası dedim, sanki sonbahar suçluymuş gibi. Elbette değildi. O yıllarda yaşadığımız yere yapılan kocaman binalar… Sebep buydu, havayı bayatlatan onlardı. Pis kokulu birer mantar gibi türemişlerdi, bir tanesinin varlığına henüz alışamamışken başka bir tanesi çıkıyordu meydana. Bu yapılar, insanların barınma ihtiyacını karşılamak için yapılmışa benzemiyordu, onlardan çok daha farklıydı. İlk kez o zamanlar duymuştum bu kelimeyi büyükbabamdan: Fabrika. Olabildiğine büyük ve korkunçtu, tepesinde gökyüzüne açılan boşluklar vardı, gökyüzüne kara dumanlar salan ürkütücü boşluklar… Sürüdeki herkes insan elinden çıkan bu yapılar sebebiyle dehşete düşmüştü. Uçmanın verdiği özgürlüğün tadını alamıyorduk artık. Güneş tatsızdı, yağmurlar da öyle. Temiz havanın yüzümüze çarptığı anda hissettiğimiz o ferahlık artık yoktu. Göç etmek isteyenler, insanlara isyan etmek ve fabrika denen bu şeyleri yağmalamak isteyenler dahi olmuştu. Birkaç üye bu kara dumanlar yüzünden neredeyse ölüyordu! Daha önce böyle bir şey görmemiştik, sürüdeki herkes büyük bir telaşa kapılmıştı. Büyükbabam, nasıl bir durumun içinde olduğumuzu biliyordu ve koloni lideri olarak sürüyü yönlendirmesi gerekiyordu.

Yine sisli bir gündü, içinde bulunduğumuz bu durumu konuşmak üzere taşlıkta toplanacaktık. Henüz küçük oluşumun verdiği maceraperestlik işin ciddiyetini kavramama engel oluyordu. Taşlıkta bir toplantı yapılacağının haberi verildiğinden beri içim içime sığmıyordu çünkü orada sadece çok önemli kararlar vermek için toplandığımızı biliyordum. Önceki gece kafamda bir sürü senaryo kurmuştum; fabrika denen bu şeyler türümüzle savaşmak için yapılan birer robot olabilirdi, insanlar martılara savaş açmış olabilirdi veya kötü bir insan tüm şehri ele geçirmiş ve bu fabrikalarda kötü deneyler yapıyor olabilirdi. O halde gerekirse varlığımızı ortaya koyup savaşmamız gerekiyor, diye düşünüyordum. Sanki savaş iyi bir şeymiş ve bir çeşit çözümmüş gibi. Yanılmaya çok erken başlamıştım.

Taşlık yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Annem ve babam, büyükbabamın yanında durup herkesin geldiğinden emin olmak için bekliyordu. Bulunduğumuz yer o kadar gürültülüydü ki, kendi düşüncelerimi duymakta zorluk çekiyordum. Hayır, gürültünün kaynağı biz değildik. Biraz ötedeki yoldan geçen araçlardı. Biz, bu gürültünün dışında kalmamıza rağmen bu kadar rahatsız hissediyorsak insanlar nasıl tahammül ediyor, diye düşünmüştüm. Dertleri neydi?

Büyükbabam nihayet sesini zor da olsa duyurmayı başarmış ve söze başlamıştı:

“Endişenizi anlıyorum. Daha önce karşılaşmadığınız bir durumla karşı karşıya olmak hepiniz için zor, biliyorum. Göç etmek ya da daha fenası savaşmak istiyorsunuz ancak her iki seçeneğin de size fayda sağlamayacağını söylemek zorundayım. Savaşın kötülüğünden bahsetmek dahi istemiyorum, hepiniz zaten biliyorsunuz. Tıpkı savaşmak gibi göç etmek de içinde bulunduğumuz durum için çözüm değil ne yazık ki. Evet, siz ilk defa karşılaşmış olabilirsiniz ama söylemeliyim ki bu şeyler dünyanın neredeyse her yerinde senelerdir var olan, gün geçtikçe sayısı artan insan yapıları. Dünya bizim daha yeni karşılaştığımız bu sorunla yıllardır başa çıkmaya çalışıyordu zaten. Diyeceğim o ki şu an için göç edebileceğimiz daha iyi bir yer yok. Gittiğimiz her yerde er ya da geç bu ve bunun gibi problemlerle karşı karşıya kalacağız.

İnsanlar gün geçtikçe daha da acımasızlaşıyor, inanın bana bundan daha büyük felaketlere şahit oldum. Bu nedenle yapabileceğimiz tek şey dikkatli olmak. Dikkatli avlanmalıyız ve sürü şeklinde dolaşmaya eskisinden daha fazla özen göstermeliyiz.”

Şaşkınlık içinde dinlemiştim büyükbabamın sözlerini, bu söyledikleri doğruysa o zamana kadar tüm bunlardan habersiz bir şekilde yaşamayı nasıl başarmıştık? Saçmalık, diye düşünmüştüm. İnsanlar dünyaya, ait oldukları yere, karşı nasıl bu kadar acımasız olabilirdi ki? Havanın tazeliğini yitirdiğini, güneşin bu durumdan mutsuz olduğunu, yağmurun dahi yağmak istemediğini nasıl görmüyorlardı? Bir yerler olmalıydı mutlaka, her şeyin hâlâ olması gerektiği gibi bir yer. Savaşmak yoksa göç etmeliydik. Hiçbir şey yapmadan, o kara bulutlar içinde boğulmayı veya denize dökülen kirli sıvının bizi öldürmesini bekleyemezdik.

Sürü, bu kararı hiç beklemediğim bir şekilde karşılamıştı, aynı düşünceleri paylaştığım sadece birkaç martı çıkmıştı. Onlar da çok geçmeden çoğunluğa ayak uydurmaya karar vererek itirazlarını noktalamışlardı. Şimdi olduğum yerden bakınca, o zamanlar ne kadar toy olduğumu daha net görebiliyorum… Hatta sürüden ayrılıp kendi yolumu çizmeyi düşünecek kadar ileri gitmiştim ama bu sadece bir düşünce olarak kalmıştı, en azından o an için.

Zaman akıp gidiyordu. İçinde bulunduğumuz durumu kabullenmek ve ona ayak uydurmak oldukça zordu. Dahası, yavaş yavaş alışacağımızı düşünürken yaşadığımız zorluklar katlanarak artıyordu. Rutinlerimiz alt üst olmuştu, yemek bulmakta ve uçmakta zorluk çekiyorduk. Her geçen gün ölümle daha fazla burun buruna geliyorduk ve korkuyorduk, giderek yavaşlayan hareketlerimiz ve nefesimiz aniden duracak diye korkuyorduk.

Korkunun ecele faydası yok, derdi büyükbabam. Sahiden de öyleydi. Annemi, babamı, arkadaşlarımı kaybettiğim; tarifi imkânsız o acı olayın yaşandığı günün üstünden neredeyse bir sene geçti. Tıpkı diğer günler gibi boğucu bir günün sonlarıydı, büyükbabamla birlikte avlanmak için bulunduğumuz yere uzak ve bir süredir devamlı olarak gittiğimiz kıyıya gitmiştik, daha doğrusu sürüye söylediğimiz buydu. İşin aslı o kıyıya gidiş amacımız hiçbir zaman avlanmak olmamıştı.

Taşlıktaki toplantıdan sonra, ona olan kızgınlığımı hareketlerime yansıtmaya başlamıştım. İçinde bulunduğumuz durumun zorluğu, benim bu durumu kabullenemeyişim ve bilgisizliğim beni daha agresif bir martı olmaya itmişti ve bu tavrım zaman geçtikçe katlanılmaz bir hal almış olacak ki büyükbabam benimle konuşmak ve yanlış düşüncelerimden beni arındırmak adına -ilk kez o zaman- o kıyıya götürmüştü. Bana dünyayı anlatmaya da işte o zaman başlamıştı. Önceden her şeyin nasıl olduğunu ve şimdi ne hale geldiğini; savaşları, dünya için uğraşan insanlar ve onu yok etmeye çalışan insanlar arasındaki çatışmayı ilk kez o zaman anlatmaya başlamıştı. Anlattıkları beni o kadar etkilemişti ki, masal dinler gibi dinliyordum onu. O günden sonra neredeyse her gün o kıyıya gider ve dünyayı konuşurduk. Ve o gün, ailemi kaybettiğim gün, oraya son gidişimiz olmuştu.

“Buraya geldiğimiz ilk gün bana savaşmak istediğinden bahsetmiştin, hatırlıyor musun?” diye sordu büyükbabam. Güneş turuncuya dönmüştü ve denizle birlikte bize sunduğu manzara, uzun zamandır tatmadığımız huzura ufak da olsa yaklaştırıyordu bizi. Büyükbabam da tıpkı benim gibi bu manzaranın büyüsüne kapılmıştı. Olduğundan daha düşünceli ve daha tedirgin görünüyordu, bu hali dikkatimi çekse de o an için sormak istemedim. Sorduğu soru karşısında ise hazırlıksız yakalanmıştım. Bir süre cevapsız kalıp düşündüm, o günden bu yana değişen ve değişmeyen her şeyi düşündüm.

“Evet, hatırlıyorum.” diye cevapladım.

“Orta Doğu’da 6-7 senedir devam eden bir iç savaştan bahsetmek istiyorum bugün sana. Binlerce insanın ölümüne sebep olan; onları evlerinden, ailelerinden ve topraklarından koparan bir savaş. Kurşunlar, kimyasal bombalar, savaş uçakları, hayatlarını kurtarmak için çabalarken ölüp giden insanlar, çocuklar… Bir saniyeliğine gözünün önüne getir tüm bu saydıklarımı. Ne kadar da dehşet verici bir durum, öyle değil mi? Şimdi bir düşün, savaşmak nasıl bir çözüm yol olabilir?

Bu konu ile ilgili hâlâ cevabını bulamadığın soruların var, biliyorum. Bugüne kadar anlattığım her şeyin seni ne kadar etkilediğini buna rağmen inanmakta güçlük çektiğini ve hatta zaman zaman inanmayı reddettiğini de biliyorum.

Savaşmak çözüm değildi, bu konudaki fikrim hâlâ değişmedi ama…” bir an için durdu ve devam etti:

“Ama sanırım göç etme konusunda haklıydın. Belki de sahiden, her şeyin eskisi gibi olduğu bir yer vardır.”

“Peki, şimdi gidemez miyiz o yere?”

“Emin değilim.”

Cevapsız kalmıştım. Büyükbabam haklılığımı kabul ettiği için gurur mu duymalıydım? Evet, normal şartlar altında kesinlikle gurur duymalıydım ama o an… O an fazlasıyla garip hissetmiştim. İkimizin de bu durum karşısında diyecek bir şeyi yoktu.

Konuşmayı öylece sonlandırıp eve döndüğümüzde aklımdan asla çıkmayan o görüntüyle karşılaşmıştım. Önce annemin cansız bedenini görmüştüm. Biraz ilerisinde ise babamı, arkadaşlarımı ve onlar için ağlayan diğer martıları… O anki hislerim nasıl tarif edilir bilmiyorum, zaman algımı yitirmiş gibiydim. Kim olduğumu, nerede olduğumu unutacak kadar çok etkilenmiştim şahit olduğum bu görüntüden. Nefreti, üzüntüyü, kırgınlığı aynı anda yaşıyordum ve tüm bu duygular beni boğuyordu. Muhtemelen zehirlenmişlerdi, deniz normalde olduğundan daha kirli görünüyordu. Plastik çöpler, şişeler ve fabrikadan çıkan atıklar yüzünden adeta rengini kaybetmişti.

Saatlerce annemin başında bekledim. Bu sürede, bir martı olarak nasıl bir hayatım olduğunu ve bundan sonra ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ne yapacağıma dair karar vermekte hiç sıkıntı çekmediğimi söyleyebilirim. Zaten kararım daha tüm bunlar yaşanmamışken belliydi. Gidecektim. Her şeyin daha iyi olduğu, doğanın hiç bozulmadığı, bütün varlıkların hâlâ mutlu bir şekilde yaşadığı o yeri bulmak için, her şeyi geride bırakıp gidecektim.

İşte böyle başladım yolculuğuma. Büyükbabamı, evimi, hâlâ hayatta olan arkadaşlarımı geride bıraktım; doğup büyüdüğüm yerleri terk ettim. Hayalimi karşılayacak bir yer bulacağımdan neredeyse emindim. Böyle bir yerin varlığına öyle çok inanıyordum ki! Bu inancımdan güç alarak günlerce ve hatta haftalarca neredeyse hiç dinlenmeden uçtum…

Daha önce evden bu kadar uzaklaştığımı hatırlamıyordum, buna rağmen ne zaman yeryüzüne baksam değişen hiçbir şeyin olmaması sinirlerimi bozuyordu ve ayrıca hevesimi de kırıyordu. Rastgele yapılan yüksek binalar, her an çökecekmiş gibi görünen evler ve ne kadar yükselirsem yükseleyim görebildiğim, giderek devleşen çöp birikintileri… Her yerde aynıydı.

Haftalar geçmişti. Umudumu neredeyse kaybetmiştim diyebilirim. Eve geri dönmeliyim belki de, diye düşünmeye başlamıştım. O geçiş anının nasıl olduğunu hatırlayamıyorum lakin bir anda havanın berraklaştığını hissetmiştim. Solgun yüzüm bir anda yeniden canlanmıştı, uzunca bir uykudan uyanmış gibiydim, dilediğim gibi nefes alabiliyordum artık. Yaklaşmış olmalıyım, diye düşünüyordum. Tarifsiz bir heyecandı o an hissettiğim. Neredeyse bulduğumu düşünmüştüm. “Az kaldı, biraz daha dayan!” diye kendimi güçlendirmeye çalışıyordum.

Şimdi ise buradayım, size tüm bunları anlattığım yerde: yolun sonunda. Ne olduğunu ve buraya nasıl geldiğimi hatırlayamıyorum. Nihayet vardığımı düşünürken ani bir ses dalgası ile dengemi kaybettim. Sonrasında kendimi bir toz bulutunun içinde buldum, kurtulmak için çırpınmaya fırsat kalmadan yaralandım. Öylece yeryüzüne doğru süzülmeye başladım ve düştüm.

Bu yola çıkarken böyle bir sonla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Her şeyin hâlâ güzel olduğu o yer mutlaka olmalıydı. İnsanların doğaya karşı savaştığı bir yer değil, onunla birlikte mücadele ettiği, yeşilin ve mavinin hâlâ canlı olduğu o yer mutlaka olmalıydı. Böyle bir yerin varlığına inanan ve orada yaşamak isteyen tek canlı ben olamazdım.

Dün yaşadım; sesimle dünyanın canlılığını insanlara duyurmak, hayatı insanlara göstermek ve sevdirmek için yaşadım. Şu an yaşıyorum; dünyanın tüm çaresizliğini ışığını neredeyse kaybeden gözlerime hapsederek yaşıyorum. Az sonra, belki de cümlem henüz bitmemişken öleceğim ve dünyayı terk edeceğim. İşte, yolun sonundaydım. Hayalini kurarak haftalarca uçtuğum o güzel yere ulaşmayı başaramadım. Belki sahiden yoktu öyle bir yer, belki vardı, belki de böyle bir yerin olması için tek gereken şey doğaya karşı biraz daha duyarlı olmaktı. Böylece yarım kalan hikayem tamamlanır ve dünya…

Giderek bulanıklaşan düşünceleri nihayet durmuştu, artık huzura kavuşabilirdi. Hayatının son anına kadar kafasında kurduğu bu ütopik dünyaya inanmıştı. Haklı olup olmadığına karar vermek o an zordu. Aslında her şey insanlara bağlıydı, doğaya karşı durmayı değil de onu korumayı seçtikleri an küçük martının hayali gerçek olacaktı…