Galaktik İmparatorluk **Güncellendi**

https://galaktikgazete.com/resim/galaktik.jpg

Öncelikle merhaba; oluşturduğum kitabı bir çok yerde paylaştım fakat yeterli ilgiyi bulamadım desem yeridir. En azından yorum olarak. Öncelikle şunu demeliyim ki kitabım hakkında bir web sitesi yapıyorum. Bir şekilde twitter gibi bir yer sayesinde kitabın karakterleri ile iletişime geçebilmeleri olsun, ya da insanların kitabın evreninde geçen şirketler kurabilmeleri, ev alabilmeleri, birbirleri ile konuşabilmeleri olsun. Bu fikir başlarda hoş gelmesine rağmen sanırım ilgi görmeyişi yüzünden kendimi sürekli kaçarken bulduğum bir konu oldu çıktı. Her neyse; kitabımı paylaşmanın beni ileri götüreceğini düşünerek paylaşmak istiyorum. :slight_smile: Kitabı yazıyor olmama rağmen hala geri dönerek bir şeyler eklemeyi düşünüyorum, bölümler de bazı değişiklikler yaparak onları da genişletmeyi düşünüyorum.

Hikayemiz John isimli karakterin oldukça uzun hayatını ve yeniden doğuşlarını anlatıyor. John insanların uzaya çıkmalarına ve müthiş teknolojiler elde etmelerine yardım ederek evrene yayılmalarını sağlar. Sonrasında kurduğu düzenin başına kendisi geçer, görünüşte Demokrasi ile yönetilen bu gezegenler topluluğu aslında hiç de o şekilde yönetilmemekle beraber John’un karısı ise her geçen gün ölmektedir. Bu yüzden John karısının beynini bir bilgisayara koyarak tüm evrenin yönetimini ona bırakır ve geçmişte geriye giderek onu kurtarmanın yollarını aramaya başlar. Bu bilgisayar evrende yapılmış ilk bilgisayardır, karısı onu hiç bir zaman sevmemiştir.(Karısı ile olan hikayesini daha sonraları anlatmayı düşünüyorum.)

Güncelleme: Sonunda sitenin büyük kısmını bitirdim, ehehehe burada söylediğim çoğu şeyi gerçekleştirdim. Düzenlediğim kitabın kalitesinden de pek emin değilim ama bu konuda sizlere güveniyorum diyebilirim. :smiley: O yüzden onu buraya ve siteye ekliyor, eti ve kemiği sizindir diyorum.

Tür: Bilim Kurgu, Fantastik, Suç, aksiyon

Site Linkleri;
Bölüm 1 - Her Zamanki İşler
Bölüm 2 - Marley (Karakter sınırı yüzünden koyamadım, aşağı ekleyeceğim)
Bölüm 3 - Buluşma (Karakter sınırı yüzünden koyamadım, aşağı ekleyeceğim)

Bölüm 1 - Her Zamanki İşler

Fötr şapkasını iki eliyle bastırıp sağa ve sola sallayarak kafasının hemen üzerindeki saltanatını garanti altına aldı, böylece iri yağmur tanelerini yüzüne çalan rüzgâr onu özgürlüğüne kavuşturamayacaktı. Kafasını kaldırdı, görüşünün yarısını kaplayan şapkanın altından gökyüzüne uzanıp giden binaların arasında astım nöbeti geçirircesine nefes alabileceği bir boşluk aradı. Uzak diyarlardan gelen kirli yağmur taneleri alnındaki ve dudaklarındaki çatlaklardan kayıp yere düştüler. Her biri farklı bir sırrı saklıyor gibiydiler. Yağmur damlaları siyah pardösüsünün üzerinde açık renkte lekeler bırakırken ağır adımlarla boylu boyunca uzanan kaldırımı arşınlamaya başladı. Bir yandan ıslak kaldırım taşlarına düşen ve buğulu bir camın ardından bakarmış gibi görünen ışıkları izliyor, diğer yandan da insanlarla göz göze gelmekten kaçınıyordu. Onu hiç istemiyormuş gibi tuttuğu şemsiyesi ise yağmurda ıslanan bir köpeğe benziyordu.

Onlarca boş bakışlı insan etrafından katran gibi kıvrılarak akarken yanından geçen gür sesli arabalar üzerinde adımlar attığı kaldırımı titretiyor, egzozlarından çıkan grimsi duman ona havanın ne kadar soğuk olduğunu hatırlatıyordu. Her şeye rağmen bu zehirli kokuyu değişik buluyor, hatta seviyordu. Yolculuğu sürerken zihninin bir köşesinde; Sessiz ve sakin bir sürü, kıyamet kopuncaya kadar yürü. Kurak tarlalara ekinler eker, ekinlerin olgunlaşmasını sabırla bekler. Gökyüzü mavi, gözleriyle sorgular. Öksüz ve sakin bir sürü, ekinler kopuncaya kadar yürü. Diye tekrarlıyordu. Bu kelimeler onu sakinleştiriyor, nihai amacına varması için onu hazırlıyordu.

Kelimeler bir süre daha tekrarlanmaya devam etti, sonra duraksadı, döndü ve şemsiyesini kapattı, kuruması için tam karşısında duran hâkî renkteki kapının kenarına yasladı. Bulutların biraz da olsa açılarak güneşe yol vermesiyle üzerine küçük bir ışık düşen şemsiyenin rengi esaretten kurtulan bir köle gibi gülümseyerek, siyah bir jaguar gibi canlandı. Yağmur biraz olsun hafiflerken ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı, paketi avcuna vurarak içine bir sigara düşürdü, sonra paketi tekrar yerine koydu. Sigaranın ucuna eliyle siper ederek pardösüsünün yan cebinden çıkardığı gümüş çakmak ile onu yaktı, ilk nefeslerini alırken göz ucuyla baktığı sigaranın yanışını patlayan bir volkana benzetti. Çevresinde yaşayan herkesi yok etmişti…

Kızılca kıyametin üzerinde adımlar attığı sigarası bir insan gibi yaşlanırken önünde uzanan kapıyı hafifçe iterek kafeye bir adım attı. Gri fayans ve sarı duvarların arasında oldukça sırıtan kapalı kahverengi masa ve sandalyeleri göz ucuyla süzerek, Nereye oturmalıyım? Sokağı nereden daha iyi görebilirim? Diye düşünmeye başladı. Ardından kapanan kapının sesi ve yüzüne vuran sıcak rüzgâr onu bir rüyadan uyandırırken, hemen önünde dikilen ve her halinden garson olduğu anlaşılan kız "Kahvaltınızın yanında kahve de ister misiniz?” diye sorduğunda, ancak aniden uykudan uyandırılan bir kişin yaşayacağı o kafa karışıklığıyla “Ç-çay…” diyebildi.

Garson kız arkasını dönüp mutfağa doğru yürürken o da sol tarafa doğru hareketlendi. Cam kenarına oturdu. Oturduğu bu yerden hem kafenin içini hem de dışarıyı oldukça rahat görebiliyordu. Dirseğini masaya, başını da avcunun içine yasladı. Sigarasının üzerinden yer çekimine karşı koyan dumanı ve onun hemen ardında cama vuran yağmur tanelerinin aşağı kayışını izlemeye koyuldu.

Çayının masaya konduğunu değişen kokudan anladı. Yanan tütünün kokusu yerini oldukça kaliteli kokan çaya bırakmıştı. Bu çayın Afrika’dan geldiğini tahmin etti. Bir an için kafasını kaldırıp garson kızın gözlerine baktı ve gülümsedi. Garson kız da omuzlarına kadar uzanan dalgalı saçları ve üzerindeki bebek mavisi önlükle ona gülümsediğinde yüzünde bir gül açmış gibiydi.

“Bir insan böyle bir mekânda ne diye mavi giyer ki?” diye düşündü bir süre kafasını kaldırıp. Sonra tekrar sağında duran cama baktı, geçip giden arabaların seslerini çok rahat duyuyordu. Çok geçmeden 64 model bir İmpala gördü. Bu arabanın sesini nerede olsa tanırdı. Öyle tanırdı ki bu sesi her duyduğunda vücudu kasılmak ve ağrımak isterdi. Bu araba ona babasını ve çocukluğunu hatırlatıyordu. Bu ses dünyada onun hem çok sevdiği hem de onu en çok rahatsız eden sesti. Babası bu arabalardan birinin fabrikasında çalışıyordu ve aynı zamanda da kullanıyordu.

Kafasında çay yerine kahveyi tercih edebileceğini düşündü, tam bu sırada demin gördüğü İmpala’nın da renginin bebek mavisi olduğunu fark etti. Bu bağlantı onun düşünerek kafasını yormak istemeyeceği kadar tipikti. İşi gereği burada bir süre daha oturması gerekiyordu. Çayını bitirmeye yakın fincanı masaya bırakıp elinin tersiyle güzelce itti. Fincan sanki içinde dalgalanan çayın sıcaklığıyla birlikte yorgun ve eskimiş parmaklarına hafif bir masaj yapmıştı. Buruşuk parmaklarıyla gazetesini açıp okumaya başladı. İçini kaplayan kapana kısılma duygusunu bastırmak için ara sıra gazetesini indirip yola bakıyor, geçip giden insanları ve arabaları süzüyordu.

Bu sırada yüzüne çarpan soğukla irkildi, açılan hâkî kapıdan içeri kırmızı takım elbise giymiş, oldukça diri ve genç görünen bir adam girdi. Garson kız ona oturacağı yeri göstererek yardımcı oldu. Kendisi gazetesini okumaya devam ederken garson kız yanına gelerek, “Çayınızı yenilememi ister misiniz efendim?” diye sordu. Başını evet dercesine sallayarak onayladıktan sonra garson kız yarısı dolu fincanı alarak oradan ayrıldı. Kısa süre sonra mutfaktan bebek mavisi bir fincanın yanında kırmızı bir fincanla çıktı ve kırmızı fincanı yavaşça yeni gelen adamın önüne bıraktı. Sıra kendisindeydi. Garson kız ağır adımlarla ona doğru yürürken gazetesini hiç bozuntuya vermeden okumaya devam etti. Garson kız bakımlı elleriyle bebek mavisi fincanı önüne koyduğunda teşekkür edercesine başını salladı. Bir ara karşısında oturan adamın yaralarla kaplı yüzü dikkatini çekse de bunun da oldukça önemsiz olduğunu düşündü.

Gazetesini bir kenara bırakıp, karşısında oturan genç adamı rahatsız etmemek adına yola doğru bakmaya başladı, çünkü gözü sürekli ona takılıyordu ve ara sıra göz göze geliyorlardı. Genç adamın sert ve duygusuz bakışları onu sindirmişti. Bir yandan da masanın üzerinde duran fincanı eline almış, biraz yudumlamıştı bile. Yağmur giderek hızlanıyordu. Arabalardan gelen lastik sesleri daha da fazla duyulmaya başlamıştı. Kafede ise “Y en Eso Llegó Fidel” adlı şarkı çalmaktaydı. Amerika’nın ortasında, özellikle de o tarihte; bu oldukça garip bir şeydi. Dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı sayılabilirdi. Bu yüzden de önce garson kıza ve sonra da biraz daha sol tarafta oturan genç adama doğru çevirdi kafasını. Garson kız her zaman ki gibi işiyle meşguldü, fakat kafasını genç adama çevirdiğinde yüzüne dayanmış bir silahın namlusunu gördü. Son gördüğü şey de o oldu. Silah bir altıpatlardı. Büyük bir gürültüyle yaşlı adamın yüzüne doğru patlamasına rağmen, yağmurun ve araçların gürültülü sesinden dolayı dışarıdakilerin hiçbir şeyden haberi olmamıştı. Kan ve et parçaları kafenin duvarlarına sıçramış, garson kız ise oldukça panik olmuştu. Genç adam kırmızı bir mendil çıkararak silahının namlusunu temizledi, daha sonra da takımına sıçrayan birkaç parça kanı ve eti… Kırmızı deriden eldivenleri silahı tutmasını kolaylaştırıyordu. Silahını yavaşça beline geri yerleştirdi. Yere düşen adamın pardösüsünü aralayarak cüzdanını çıkardı. Cüzdanın içini açıp yaşlı adamın kimliğini kırmızı ceketinin iç cebine yerleştirdi ve cüzdanı bir çöp gibi kanlar içinde yerde yatan adamın üzerine attı. “O pahalı takıma gerçekten yazık oldu John…” diye söylendi.

Arkasına dönerek garson kızın korku dolu gözlerinin içine baktı ve “Özür dilerim…” dedi ona doğru ağır adımlarla yürüyerek. Garson kız geriye doğru ağır adımlar atıyor, ondan uzaklaşıyordu. Genç adam ise onun üzerine yürümeye devam ediyordu. Aralarında yaklaşık on adım kaldığında garson kız sırtını aniden arkasında duran tezgâha çarptı ve düşmemek için iki elini arkasında duran tezgâha koyarak destek aldı. Genç adam onun gözlerine bakarak üzerine doğru yürümeye devam etti. Aralarında sadece birkaç adım kaldığında eldivenlerini çekerek düzeltti. Tam garson kızın önüne geldiğinde oldukça geniş olan elleriyle onun boğazını sertçe kavradı. Ona kahvesini getiren bu kızın adını merak etti ve onun yakasında asılı duran karta bir göz attı. “Jane…” diye sayıkladı kısık bir sesle onun gözlerinin içine bakarak. “Ziller senin için çalıyor Jane…” dedi kısık bir sesle. Genç kızı boğarken onun tam gözlerinin içine bakıyordu. Yağmur durmuştu. Genç kızın boğazını öyle sert sıkıyordu ki neredeyse boğazındaki kemikler kırılacaktı, kız yavaşça ellerinin arasından kayarak yere doğru yıkılmaya başladı. Kız ellerinin arasında bir puding gibi erimeye devam ederken o da kızla beraber çömelerek onun boğazını daha da sert sıktı. Ta ki kız son nefesini verene dek. Genç kız öldüğünde avcunun içiyle onun gözlerini yavaşça kapadı, yüzünü iki elinin arasına alarak onu alnından öptü ve ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldi.

Kapıyı tam açtığında karşısında kendisini gördü. Kendisine tıpatıp benzeyen bu adam, kendisiyle tamamen aynı giyinmişti, ancak ceketi ve eldivenleri bebek mavisiydi. Neler olduğunu anlamıştı. Artık işi bitmişti. Karşısında duran bu adam elindeki teknolojik lazer silahını gözlerini bile kırpmadan onun kafasına dayadı ve onu boğazından kavrayarak sertçe içeri soktu. Kafenin tam ortasında yere çöküp ellerini kaldırdı. Teslim olmaktan başka şansı yoktu. Adam silahını onun kafasına dayadı. Tetiği çekmeden önce; “En güzel tarafı etrafın hiç kirlenmeyecek olması…” dedi. Silahı tam da genç adamın alnının ortasına dayayarak. “Şimdi bana o kimliği ver.” diye ekledi sertçe. Bu sırada ışın silahının enerjisi doluyor ve garip, elektronik bir sesle ötüyor, titriyordu. Kafasının içinde bir ileri bir geri yankılanan silahın sesi ve sıklaşan titreşim oldukça sinir bozucu olmaya başlamıştı. Bir eliyle biraz önce çaldığı kimliği cebinden aldı ve elini tekrar havaya kaldırdı. Başına silahı dayayan kişi kimliği onun elinden alarak tetiğe basmakta hiç gecikmedi. Genç adamın alnının ortasında oldukça büyük bir delik açıldı, yere düşmedi. Elleri havada olduğu gibi kaldı. Kafasının arkasından kıvılcımlar çıkıyordu. Elektronik bir makine gibiydi. Bu onu öldüren kişiyi hiçte şaşırtmamıştı. Tüm bunlara aşinaydı.

Kimliğe şöyle bir baktı, öldürülen yaşlı adamın isminin John olduğunu fark etti. “John… Beni aramayı hiç bırakmayacaklar öyle değil mi?” Silahını beline yerleştirdi, kimliği de bebek mavisi ceketinin iç cebine. Telsizini çıkardı, “Kod T0201” diyerek telsizi tekrar beline yerleştirdi. Mekândan ağır ama emin adımlarla çıktı, o sırada tam mekânın önünden geçen bir kadına şapkasını kaldırarak selam vermeyi ihmal etmedi, kadın ise onun gözlerinin içine şehvetle bakarak kıkırdadı. Yağmur tekrar hızlandı, yavaş ve ağır adımlarla Central Park’a doğru yürürken, üzerine düşen küçük yağmur tanelerinin bebek mavisi ceketinden kayıp düşüşünü hiç umursamadı. Yağmurdan da saklanacak değilim ya! Diye sitem etti.

Attığı her adımda yağmur yüzünden ıslanan zeminde bir davula vururcasına ses çıkarıyor, bu sesin yağan yağmurun gürültüsüyle karışması ise yüzüne küçük bir gülümseme koymaya yetiyordu. Biraz daha hissedebilmek için adımlarını yağmura göre ayarladı ve belirli bir ritimle yürümeye başladı, sanki yağmur ile düet yapıyordu. Köşede her zaman uğradığı küçük kahve dükkanını görene dek böyle devam etti. Kahve dükkanının kapısını ıslak eldivenleri ile iterek açtı, yine sıra vardı… İnsanlar yağmurdan kaçarak buraya sığınmıştı. Şaşılacak şey değildi bu aslında. Kendisi de sıraya girdi. Sırada dördüncü kişiydi. Beklerken dışarıyı izlemeye koyuldu, bu içerideki insanların saçma sapan konuşmalarını dinlemekten çok daha iyi bir alternatifti. Kısa süre sonra sıra kendisine geldiğinde Marley’nin gözlerine bakıp ona sıcak bir “Merhaba” dedi. Marley; sarışın, beyaz tenli ve balık etli bir kadındı. O da “Merhaba John!” diye yanıtladı. John her zaman insanların onu bir yaratık gibi gördüklerini düşünür, onlara fazla yaklaşmak ya da temas kurmaktan oldukça kaçınırdı. Bu konuda ön yargılıydı, herkes ona zarar vermek isteyebilirdi. Marley John’dan cevap alamayınca “Her zaman ki gibi mi olsun?” diye sordu içtenlikle gülümseyerek. John başını sallayarak onayladı ve parayı bahşişle beraber sessizce önünde duran koyu yeşil tezgâha bıraktı. Kısa süre sonra kahvesi hazırdı. Görüşürüz dercesine başını hafifçe eğdi. Marley de “Görüşürüz John, yine gel lütfen…” diye gülümseyerek onu yanıtladı. Sağ avcunda duran kahvenin sıcaklığı eldivenlerini geçerek avcuna nüfuz ediyor ve elini ısıtıyordu. Bu soğuk günde avcunun ısınmasını çok sevmişti.

Sol eliyle kapıyı yavaşça iterek dışarı çıkmak üzereyken ondan önce birinin daha çıkmak istediğini fark etti ve hafifçe hızlanarak bu kişiye kapıyı açtı. Hemen ardından da kendisi çıktı dışarıya. Ondan önce çıkan kişi oldukça garip renkte kahverengi kazak giymiş bir erkekti. Altında gri kot pantolon vardı. Şemsiyesi ya da şapkası yoktu. Ona kendini nedense yakın hissetmişti. Adam hızlıca üzerine gelen arabaların arasından koşarak karşıya geçti ve gözden kayboldu. John dalıp gitmiş ve bu adamı izlerken dükkândan bir kişi daha çıktı. Çıkan kişi “Pardon.” diye seslenince John kapının önünde durduğunun farkına vararak bir hışımla yoldan çekildi.

Kesin bir hareketle sağa döndü ve dümdüz ilerlemeye başladı. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Yavaş yavaş yürürken dükkanlara kaçışan insanları izliyor, diğer yandan da kahvesini yudumluyordu. Hemen yanından geçtiği bir adam, dükkanlardan birinin tentesinin altına sığınmış ve elini yukarı kaldırarak orada bile üzerine gelen yağmurdan korunmaya çalışıyordu. İçinden “Orada üzerine ne kadar yağmur gelebilir ki?” diye düşündü yürürken, kahvesinden bir yudum daha içerek. “Ne diye bu kadar kaçıyorlar ki yağmurdan? Bu kadar korkulacak ne var?” dedi içinden.

Çok geçmeden olmak istediği yere varmıştı. Central park. Hiç acele etmeden önünde uzanan yoldan karşıya geçti. Her adımında şehrin gürültüsü biraz daha geride kalıyordu. Parkın içlerine doğru ilerleyerek yağmuru tamamen engelleyen kocaman bir ağacın yanına geldi. Ağacın hemen altında bir bank ve onun hemen sağında mavi bir telefon kulübesi vardı. Telefon kulübesine yakın oturdu ve kahvesini içmeye devam etti. “Bu köşeyi öyle çok seviyorum ki… İnsan burada her şeyden kaçabiliyor, adeta yok olabiliyor.” Diye söylendi kahvesini içerken. “Bu yaşlı, büyük ağaç hepimizin hikayesini biliyor olmalı öyle değil mi? Kim bilir ne büyülü şeyler görmüştür yüzlerce yıldır…” diye sordu yanında duran bebek mavisi telefon kulübesine. “Ama bilseydi onu keserlerdi Jimmy…”

Oturduğu yerde doğruldu, “Sen bana bakma Karbon Jimmy… her ne kadar boyaların sökülüyor ve paslanıyor olsan da eminim sen de sonsuza dek yaşayacaksın.” Dedi ve kafasını kaldırıp bulutlu gökyüzüne bir şeyler ararcasına baktı.

“Deme öyle Jimmy, o kadar da yalnız değilsin. Buraya mutlaka enden başkaları da geliyordur…” diye ekledi gökyüzündeki bulutlar hareket ederken.

Aniden çalan telefonun sesiyle irkildi, “Ah, işte beklediğim mesaj da geldi…” diyerek oturduğu yerden telefonun ahizesine uzandı. Ahizeyi kulağına dayadığı zaman bazı şifreli anahtar kelimeler kulağında yankılandı, “Alfa, Foxrot, Beta, Gama, Foxrot…” daha sonra ahizeyi yerine koydu, kelimeleri ise aklına not etti. Duyduğu kelimelerden çıkardığı koordinatları gps cihazına girdi, bu sırada şiddetle yağan yağmur birdenbire dindi. Sanki peşlerinden koşan kıyametten birbirlerini ezerek kaçan halkın gürültüsünün yerini bir mezarlığın sessizliği almıştı. Yakınlarda bir ağacın üzerinde öten kuşların sesini duyabiliyordu. Koordinatlar ise onu parkın diğer ucuna yönlendiriyordu.

John yavaşça oturduğu yerden kalkarak üzerini iki elinin tersi ile silkti. Parkın diğer ucuna doğru ağır adımlarla yürümeye başladı, fazla uzaklaşmadan arkasını dönerek; “Görüşürüz Jimmy!” diye çok da yüksek olmayan bir sesle bağırdı. Yürürken yanından geçtiği bir çöp kutusuna biten kahvesinin çöpünü bir basketbol oyuncusu gibi fırlattı, “Evet!” diye bağırdı. Tam on ikiden vurmuştu. Yürümeye devam ederken “Bir kahve daha içmek için neler verirdim, oysa ki bir evim bile yok…” diye söylendi. Yüzü ruhsuz ve duygusuz bir hal almış, dudakları ise dümdüz olmuştu. “Evim yok…” Tüyleri çam yaprakları gibi oldu, yumruğunu sıktı. Ayak seslerini etraftaki kuşların sesleriyle birleştirmeye çalıştı ama başaramadı. En sonunda kuşlar da ötmeyi bıraktılar, evlerine gidip sabah çaylarını içmeye başladılar. Kapalı hava onu yeryüzü ile gökyüzü arasında sıkıştırıyor, daraltıyordu. Yakasını çekiştirerek kravatını gevşetti.

Gideceği yere vardığında yapayalnız bir bankın üzerinde öylece duran bebek mavisi çantayı gördü. Çantaya doğru ağır ve isteksiz adımlarla ilerledi, saçlarından yüzüne dökülen damlaları silmek için sağ yanağına uzandığında yüzünde bulunan yara izlerini hissetti. Çantaya doğru eğildi ve saçlarından çantaya damlayan su damlalarının eşliğinde gerekli şifreyi girerek çantayı açtı. Bu eski bir evrak çantasıydı, tutacak yeri koparılmıştı. Çantanın içinden bir adet not çıktı.

Dikkat-Dikkat Ajan B10125 içindir!

Lütfen saat tam 24’te bu kâğıt ile birlikte
45 E 18th St, New York, NY 10003, ABD
Adresinde, Old Town Bar’ın önündeki bankta olun.

Dikkat-Dikkat Ajan B10125 içindir!

Notu cebine koydu ve çantayı kapattı, kolunu kaldırdı ve ceketini hafifçe yukarı çekerek saatini kontrol etti. Sabah on bir buçuktu. “Sanırım birkaç saat uyusam çok iyi olacak…” diye söylendi. Sonra gideceği mekânın bulunduğu sokakta bir otel aramak üzere yola koyuldu. Çantayı kolunun arasına alıp, önünden geçtiği bir çöp kutusuna bırakıverdi. Yerler ıslak olduğu için ayaklarının altından şapur şupur sesler geliyor ve bu sesler onun sinirini bozmaya devam ediyordu. Tüm bu seslerin yağmur yağarken gölgeler gibi gizlendiğini düşündü içinden. Elbette ki varlardı ama başka seslerle karışıp güzelleşiyorlardı…

Parka girdiği yerden geri çıkmıştı, bu ona tekrardan kahve dükkanının önünden geçme şansı verdi. Biraz yürüdükten sonra kapalı yeşil tentelerin altında duraksadı, dükkâna ve içindeki insanlara uzunca bir süre baktı. Yağmurun dinmesiyle dükkân boşalmıştı, midesi guruldadı. Önünde duran kapıyı yavaşça iterek içeri girdi. Şapkasını eğerek Marley’e selam verdi ve ona doğru yaklaştı.

“Bana hamburger yapabilir misin?” diye sordu, yüzünde hiçbir ifade yoktu.

Marley onun gri gözlerinin içine baktı, “Her zaman ki gibi mi olsun? Yani mayonez, ketçap ve hardallı?” diye sordu.

Duraksadı, ilk kez konuşmak istemişti. İki elini birleştirdi ve “E-evet, elbette. Şey, öyle olsun.” dedi. Yüzü bir kiremitin üzerinde renk değiştiren bukalemun gibi kızarmıştı.

Marley gülümseyerek, “Cam kenarı boş John, istersen oraya oturabilirsin. Ben sana yemeğini getiririm.” diye yanıtladı. Başını sallayarak cam kenarına oturdu. Ceketinin iç cebinde duran kitabı çıkardı (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?) ve okumaya başladı. Bu bir cep kitabı olduğu için kolayca yanında taşıyabiliyordu. Bir yandan da dışarıyı izlemeye başladı. Saat sabah 11 olmasına rağmen oldukça karanlıktı. Yağmurun dinmesiyle beraber geçen araba sayısı da azalmıştı. Oturduğu masa ise oldukça küçük ve yuvarlaktı. Karşılıklı iki sandalye vardı. Ayaklarını nereye koyacağına karar veremiyordu, omuzları ve yüzü gerildi. Kitabını sürekli bir o yana, bir bu yana yaslıyordu rahat okuyabilmek için. “Tanrım! Bu şehirde rahat olan bir yer yok mu?” diye söylendi sessizce.

Kısa süre sonra Marley gülümseyerek, elinde iki adet tabakla ona doğru yürümeye başladı. Yüzü bembeyaz olmuştu, bacaklarını ve kollarını birbirine kilitledi. “Yok artık! Şimdi de Marley ile öğle yemeği yemek zorundayım öyle mi? Hem de bu sıkışık masada. Marley nasıl olur da benimle öğle yemeği yemek ister? Yemek benim için oldukça kutsal bir eylem, bir de şu olana bak şimdi! Düşünecek zaman bulabildiğim ender aralıklardan biri yemek yediğim zamanlar. Ayrıca birinin beni yemek yerken izleyecek olması da hiç hoş değil! Tanrım! Ketçap her yerime bulaşacak.” Tüm bunları düşünürken kaskatı kesildi, zaman sanki yüz kat yavaş akıyordu. Panikle kitabını ceketinin iç cebine koymayı denedi ama beceremedi, kitap sırt üstü yere düştü. Kitabın tozlandığını düşününce gözleri doldu. Bu sırada Marley tabakları masaya koymuştu bile ve yüzündeki gülümsemeyi bir an bile düşürmeden John’un gözlerine bakarak yavaşça önünde eğildi. Kitabı alarak tozlanan kısımları hafif ıslak olan tezgâh beziyle temizledi. Sonra kitabın ismine bakarak John’a geri uzattı.

John kitabı almak için yavaşça uzandığında Marley gülümsedi, “Bu kitabı oldukça seviyorum, ben de nadiren bulduğum boş zamanlarda kitap okuyorum. Umarım seni rahatsız etmedim.”

John kitabı iç cebine dikkatlice koyduktan sonra Marley’in zaten karşısına oturmuş ve yemeğini yemeye başlamış olduğunu gördü. Bu konuda söyleyecekleri neyi değiştirecekti ki? İçinden “Hayır, etmedin…” diye fısıldadı ve bu konuda konuşmaktan vazgeçerek konuyu değiştirdi.

“Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye soruverdi. Marley’in yüzü biraz ekşimişti, ayrıca hafifçe kızardı. Diğer yandan John hamburgerini eline alıp üzerinden küçük ve kibar bir ısırık aldı, ama korktuğu başına gelmiş ağzının kenarına sos bulaşmıştı. Paniğe kapılıp peçete ararken, Marley uzanıp dudağının kenarını nazikçe sildi. John ona doğru baktı ve başını sallayarak teşekkür etti.

Marley ağzındaki lokmayı bitirdikten sonra cevapladı; “Günde on iki saat, fakat çalıştığım diğer işleri düşündüğümde bu iş oldukça rahat geliyor.” John şaşırmamıştı, fakat yine de kendini böyle bir işte bu kadar fazla çalışacak biri olarak görmüyordu. İçinden, “Üç kuruş para için mi?” diye düşündü. Oysa ki herkes onun gibi değildi, bu kadar az para bile başkaları için oldukça önemliydi.

Marley hamburgerinden birkaç lokma daha aldıktan sonra “Ee, peki sen bugün ne yapacaksın?” diye sordu John’a.

John bir süre dışarıyı izleyerek ağzındaki lokmayı bitirmeyi bekledi. Sonra “Ben… Ben bir otel bulacağım. Gitmem gereken bir işim var. Bir otel bulup işimin saati gelene dek orada uyuyacağım. Böyle işte…” diye cevap verdi.

Marley şaşkın bir bakışla “Ne diye otelde kalıyorsun ki? Evin yok mu?” diye sordu.

John çoktan yemeğinden bir ısırık almış ve onu çiğnemekteydi. Cevap vermek istemedi. Zaten hali hazırda pencereden dışarı bakıyordu. Öylece kaldı. Fakat çiğneme hızı oldukça yavaşlamıştı. Lokmasını bitirmek istemiyordu. Kollarındaki damarların bile acıyla yandığını hissetti, tüm vücudu ağrıyordu… Derin, oldukça derin bir acıydı bu.

Aradan biraz zaman geçmiş, Marley yemeğini bitirmişti. John ise sonuna yaklaşıyordu. Marley dışarıya doğru dalıp giden John’un kolunu dürterek onun dikkatini çekti. John dönerek onun gözlerinin içine baktı. “Bugün ben de kalabilirsin.” dedi Marley. “Bugün erken çıkacağım, beraber gidebiliriz. Yani benim evimde kalmanda bir sakınca görmüyorum.” Diye ekledi. John’un gözleri parlamıştı ve yüzündeki şaşkınlığı belli etmemeye çalışsa da Marley bunu fark etti. Marley’in gözlerinin içine baktı, gülümseyerek onun bembeyaz, kare şeklindeki yüzünü, gözlerini ve çene kemiklerini bir süre süzdü. “Gerçekten mi? Çok sevinirim.” diye yanıtladı.

2 Beğeni

Galaktik İmparatorluk ismini görünce aklıma direk Isaac Asimov’un Vakıf’ı gelmedi desem yalan olur :slight_smile: .

3 Beğeni

Şahsi görüşüm kitabınız biraz daha tanındıktan ve okunduktan sonra böyle bir site işini girişmeniz. Site kurmakta oldukça büyük bir emek yatıyor, hele de bahsettiğiniz gibi bir sitede. O yüzden biraz daha tanındıktan sonra yaparsanız hem daha çok insan siteyi keşfeder hem de site kitabın önüne geçmemiş olur. Tabi sizin kararınız, belki de site ilgi çeker ve kitabın okunurluğunu arttırır.

1 Beğeni

:slight_smile: Dediklerinize tamamen katılıyorum. Kitabın ismini değiştirmek istemiyorum desem yalan olur aslında. Vakıf serisini kitabı yazmaya başladıktan çok sonra gördüm ve okumak istediğim kitaplar arasında gerçekten yüksek sıralarda. :slight_smile: Kitabın yüzde sekseni bitti, aslında sitede dağıtmak istiyordum ama hiçbir yayın evinin bunu kabul etmeyeceğini söylediler. Ben de siteden kaldırdım ve en baştan düzenlemeye başladım. Şöyle düşünüyorum ki, eğer yayın evlerine yollarsam ve kabul edilirse (Ekonomik sıkıntılar bir bitsin de) benim için güzel olur. Kabul edilmezse de çok mutlu olurum çünkü o zaman özgürce paylaşabilirim. :smiley: Hem her iki türlü de insanlar kitabı okuduktan sonra siteye girerlerse daha mantıklı olur. Site işine gelince de zaten yavaş yavaş, kimseye söylemeden yapıyorum sitenin çeşitli bölümlerini. Link olarak bir tek ben biliyorum, üstelik sitenin yapım aşamasında olmasının da kötü gözüktüğünü düşünmeye başladım, çünkü zaten anlaması zor bir şeyi daha da zorlaştırıyor. Siteyi de aynı söylediğiniz şekilde hikayelerimi yazmak için kullanıyorum. Oldukça haklısınız. Çünkü bu sefer bir çevrimiçi oyun gibi olacak. Kitap ve site birbirlerine denk olmadığı için insanlar bir şeyler anlamakta zorlanacaklar. Yaklaşık bir senedir üzerinde çalışıyorum, eh tabi okul ve diğer işler yüzünden çokta fazla yoğunlaşamıyorum, yine de oldukça fazla zaman alıyor gerçekten.

Bu arada incelediğiniz için gerçekten çok teşekkür ederim :slight_smile:

1 Beğeni

Konu hoşuma gitti. Umarım bir aksilik olmadan kitabınızı çıkartırsınız ve bizler de okuma şansını elde ederiz.

1 Beğeni

Umarım, bir yayınevi olmasa bile internette mutlaka yayınlayacağım. Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. :slight_smile:

1 Beğeni

Henüz daha hazırlık aşamasında, tamamen içinize sinene kadar başlık konusunu bir düşünün derim. Misal Ray Bradbury’nin en tanınır romanlarından biri olan Fahrenheit 451 ilk başta hikaye şeklinde yazılmıştı. İsmi zaman zaman İtfayeci oldu, Gece Yarısından Epey Sonra oldu, sonra yazar daha fazla kelime ekledi ve kurguyu genişletti roman oldu, en sonunda da adını Fahrenheit 451 koydu. Başlık konusunda kararsızmış, üniversiteleri aramış kağıdın kaç derecede yandığını sormak için. En sonunda itfaiye şefi kağıdın 451 Fahrenheit’ta yandığını söyleyince kelimelerin yerini değiştirmiş ve ismi böylece bulmuş. Diyeceğim o ki, isim içinize sinsin yayınlamadan önce :slight_smile: .
Hazır İthaki Yayınları Asimov Kitaplığında Vakıf Serisi’ni çıkarıyorken okumamak olmaz :slight_smile: . Oldukça sürükleyici ve ufuk açıcı bir seriydi (ilk üç kitabı okuyabildim, İthaki basınca devamını da okumayı planlıyorum). Şaşırtıcı ve etkileyici bir kurgusu vardı, tavsiye ederim.
Hadi bakalım, hayırlısı olsun.
Kitap basılınca/yayınlanınca ve ardından siteniz yayınlanınca bizimle paylaşabilir misiniz? Göz atmayı çok isterim. Biraz kişisel bir soru ancak sizin için sorun olmazsa siteyi nasıl tasarladığınızı sorabilir miyim? Şu sıralar programlama konusuna merak sardım, beynim basıyorken öğrenmek istiyorum. Az buçuk HTML, CSS, JS öğreniyorum şu anda. Aslında ilk başta çocuklar için olan sitelerden mantığını kavramaya çalıştım sonra da dillere geçtim. Öğrendiğim diller yeni başlayanlar için uygun olmayabilir ama… N’apalım, bilen biri olmayınca böyle oluyor :laughing: .
Okul ve diğer işlerinizde kolay gelsin. Okul döneminde yazmak zaman zaman zorlayıcı olabiliyor, birinci elden tecrübe. Normal zamanlarda derslerimi yapıp gece oturup hikayeleri yetiştirmeye çalıştığımı bilirim. Üstelik benim derslerim ağır dersler de değildi. Tekrardan kolay gelsin.
Ne demek, benim için bir zevkti.

1 Beğeni

Ahahaha bu hikayeyi hiç duymamıştım ama Fahrenheit 451 en sevdiğim kitaplardan biri. Kitabın adının bu şekilde bulunmuş olması bana bayağı bir ilham verdi şuan. Aslında bunu her yazarın okuması lazım. Güzel bir ders gibi. Şans ki kağıdın hangi sıcaklıkta yanacağını söyleyen kişi de bir itfaiye şefi. İyi ki şimdilik sadece söndürüyorlar. İnsanın içine sinmesi elbette çok önemli. :slight_smile:

Okul için geri döneceğim yakın zamanlarda, döner dönmez ilk alacağım serilerden biri. Ne zaman okurum bilmiyorum ama dışarıdan bakınca bile çok güzel görünüyorlar.

Elbette paylaşırım. Hem de seve seve. :smiley: Siteyi tasarımı dahil kendim tasarlıyorum. Tasarım için html ve css kullanıyorum. Fakat bana çok kolaylık sağlayan framework olan, bootstrap ile yapıyorum bunu. (Yoksa gerçekçi olayım pekte bir şeyler tasarlayabilen biri değilim. Resim ve sanatı pek beceremem. Site tasarımlarını da.) Siz de benim gibiyseniz, yani tasarımdan ziyade programlama kısmınız daha ağır basıyorsa bootstrap kullanabilirsiniz. Çok kolaylık sağlıyor. Sitenin ana programlama dili PHP, bazı kısımlarında Ajax var. O da yanlış hatırlamıyorsam Javascript’in bir değişiği. Mesela sürekli güncellenen bir ana sayfa yapmanız için hem ajax hem de javascript kullanmanız gerekiyor. Ya da bir web oyunu yapıyorsunuz ve adamın oduncu kampından odun çıktıkça, üst taraftaki odun sayısının güncellenmesini istiyorsunuz. Bunun için de hem Php/asp hem de Ajax kullanmanız gerekiyor.

Öğrenme kısmına gelirsek, benimki sırf merak. Server’lar olsun, bildiğim yazılım dilleri olsun, hep merak ederek öğrendim. Küçükken, sekizinci sınıfa giderken web üzerinde çalışan bir oyun yapmak gibi fikrim vardı. Ben de yapılmış bir oyunun kodlarını indirip kurcalamaya başladım. Kurcalaya kurcalaya gelişip kendim için bir şeyler yapmaya başladım. Mesela anime izleme sitesi (Başıma bela olur diye korkup kapatmıştım ehehehe) yapmıştım, hazır kod kullanmadan. Ya da mesela okuldaki insanların derslerini girmesi için bir web sitesi yaptım. Bundan yaklaşık bir beş yıl kadar önce finalfantasytr.com sitesini satın alıp onun yazılımını ve tasarımını kendim yapmıştım. (Sitenin ücretini ödemediğim için kapandı, girince virüs çıkıyor.) Final Fantasy Türkiye-Anasayfa Böyle gözüküyordu.

Sonra bu siteyi tekrar açtım mesela, wordpress kurdum ve onu da bayağı kurcaladım. Kısaca bana kalırsa en iyi öğrenme şekli, hazır bir şeyi açarak “Bu ne işe yarıyor? Peki ya şu ne işe yarıyor?” diye sorarak öğrenmek. İnternetteki kaynaklar oldukça kısıtlı. Özellikle de Türkçe kaynaklar. Önerim bir proje oluşturmanız. Mesela herkesin hikayelerini girecekleri bir web sitesi yapmak. (Tutmayacak bir şey olsa da olur) Sonra mesela veri tabanına nasıl veri girilir, ana sayfa nasıl yapılır, veri tabanındaki veriler nasıl aranır, listelenir öğrenmeniz. Ben size yardım ederim elimden geldiğince sorunuz olursa. :smiley:

Okul ve diğer işler için çok teşekkürler, vallahi ben biraz da haylazlık ettiğim için sabah sekizden akşam beşe kadar okuldayım bu sene muhtemelen. :smiley: O zamanlarda bile zordu, şimdi daha da zor olacak. Dediğiniz gibi uykudan vazgeçmek gerekiyor gerçekten bir şeyler yapabilmek için. Benim içinde bir zevkti, birileri yazılım dediği zaman durmadan konuşasım geliyor. :smiley:

1 Beğeni

Bölüm 2 - Marley
Marley apartman kapısını açarak John’u içeri davet etti. John başını sallayarak apartman dairesine doğru ilerlerken süt beyazı kapıyı süzüyor, üzerindeki altın renkli “15” numaraya bakıyordu. “Oldukça süslü bir kapın var…” diye belirtmeden edemedi. “Öyle…” dedi Marley, içeri doğru ilerleyen John’a kapıyı açık tutarak. Daha sonra John’un ardından kapıyı kapatarak; “Kusura bakma, ev biraz dağınık.” diye ekledi. John bir şey demeden dümdüz ilerledi. Burası stüdyo bir daireydi. Yarı aydınlık, yarı karanlık bu dairenin tek bir odası vardı. İçerisinde oldukça geniş, çift kişilik bir yatak; yatağın hemen ilerisinde kocaman bir çift pencere bulunuyordu. Boydan boya bordo ve siyah perdeleri vardı bu pencerenin. Kapıdan girerken hemen solda orta boyutta bir tuvalet, hemen yatağın karşısında ise küçük bir açık mutfak vardı. Mutfakla yatak arasında, yatağın çaprazında kalan tek kişilik bir koltuk vardı. Kapalı mavi bir koltuk. Koltuğun üzeri buruşuk giysilerle doluydu. Evin Duvarları beyazdı ve sadece duvar aydınlatmaları ve mutfağın ışığı açıktı. Gündüz olmasına karşın hem büyük binalar; hem de kapalı hava yüzünden içerisi saklambaç oynayan bir çocuğu saklamaya oldukça müsait bir sürü gölgeyle doluydu.

John yatağın üzerindeki giysileri bir süre süzdü, yerlerde rastgele atılmış giysilere basmamaya dikkat ederek geniş cama doğru ilerledi. Perdeleri hafifçe aralayıp dışarıyı süzmeye başladı, sokakta birkaç tane taksi hareket halindeydi ve dışarıda pek az insan vardı. Tek başına yatabileceği bir yer olmaması canını sıkmıştı. Diğer yandan tek başına yatmaktan zaten hiç hoşlanmıyordu. Yalnızlığın hoş bir yanı yoktu. Sanki iki kişiliğe sahipti ve ikisi de birbiriyle çatışıyordu. Yüzü dümdüz ve sıkıntılı bir hal aldı. John dışarıyı izlerken gelen hışırtılardan Marley’in ortalığı toplamaya çalıştığını fark etti. “Yardım edebilir miyim?” diye sordu ona doğru bakarak. Marley oldukça acele etmeye çalışıyordu, “Sen rahatına bak, istediğin yere oturabilirsin. Giysileri ittir gitsin.” diye yanıtladı Marley. John arkasını dönerek dışarıyı izlemeye devam etti. Sokağın bir ucu gözüküyordu, öğle yemeğine giden insanları gördü. “İnsanlar… Tanrım, ne çok koşuşturmaca var.” diye söylendi içinden.

Zaman avuçlarından akıp giderken Marley ortalığı toplamış ve mutfağa girmişti. Çok geçmeden Marley başını hafifçe mutfaktan dışarı sarkıttı ve nazik sesiyle “Hey, sana kahve yaptım.” Diye seslendi. John bir süre boyunca mutfağa doğru öylece baktı. “Gelsene şuraya!” diye seslendi Marley. John istemeyerek de olsa ayaklarını sürüyerek yürüdü. Mutfağa doğru ilerlerken ceketinin hala üzerinde olduğunu fark etti. Ceketini çıkararak yatağın çaprazındaki mavi kanepenin kolluk kısmına yasladı. Mavi ve bebek mavisi… Güzel durmuştu. Mutfağa girdiğinde beyaz bir masa ve iki beyaz sandalye ile karşılaştı. Bu gözden kaçırdığı bir ayrıntıydı. Şaşkın bir şekilde Marley’in karşısına oturdu. Masada üzerinde dumanı tüten iki fincan Türk kahvesini görünce John’un ağzı kulaklarına vardı ve gözleri parladı. Bu Marley’in meraklı gözlerinden de kaçmadı. O da gülümsedi. “Umarım şekeri iyidir.” dedi John’un eline hafifçe dokunarak. John sıcak kahvenin tadına yanmamak için hafifçe baktı ve “Oldukça iyi olmuş.” diye yanıtladı.

İkisi de kahvelerini içerken Marley gözlerini bir şeyler ararcasına John’un gözlerinin içine dikti ve “Söylesene, yüzündeki yaralar nasıl oldu?” diye sordu. John susarak kahvesinden birkaç yudum daha almayı tercih etti. Marley ise “Eğer çok özelse anlatmak zorunda değilsin…” diye ekledi. Birkaç küçük yudumdan sonra, “Savaşta oldu.” diye ekledi John. Marley şaşkındı, “Ne yani? Savaşa mı katıldın? Bunun için oldukça genç görünüyorsun.” dedi. “Görünüş yanıltıcı olabilir.” dedi John. Marley onun İkinci Dünya Savaşı’na katıldığını zannetmişti. Aslında katılmıştı. Birinci Dünya Savaşı’na da katılmıştı, ama yüzündeki yaraların sebebi bu savaşlar değildi. Marley elini uzatarak John’un yanağını avcuyla kavradı ve hafifçe sıkarak, baş parmağıyla John’un yanağının hemen üzerinde duran yarayı okşamaya başladı. John ise bir put gibi durmayı tercih etmişti. Daha önce kimse onun yaralarına dokunmamış, aksine korkmuş ya da önemsememişti. Dalga geçenler ve hatta onu yaralı bir köpeğe benzetenler bile olmuştu.

Bir süre sessiz kalarak kahvelerini bitirdiler ve John fal baktırmak adına kahve fincanını ters bir şekilde kapattı, Marley de öyle. Kahvelerinin soğuması gerekiyordu. Bu sırada masadan kalktı ve Marley’in elini tutarak onu da kaldırdı. Marley’i elinden tutarak cama doğru yavaşça sürükledi. Marley istekli bir şekilde arkasından yürüdü, John’un dokunuşundan büyülenmiş gibiydi. Daha sonra Marley’i önüne alarak bir eliyle onun beline sarıldı. Diğer elini ileri doğru uzatarak az çok gözüken yolu işaret etti. “Büyük babamın işte tam orada bir evi vardı.” dedi. Marley onun beline sarılan ele konsantre olmuştu, bu ona çok hoş hissettiriyordu. Yine de John’u dinlemiyor olmak ve ona saygısızlık etmek istemiyordu. “Peki ona ne oldu?” diye sorabilirdi ama bu oldukça saçma bir soru olurdu çünkü belli ki büyük babasının evi çoktan asfalt olmuştu bile. Bu yüzden sadece dinlemeyi tercih etti ve kendini John’a biraz daha yasladı.

John bir süre sessiz kaldıktan sonra parmak uçlarıyla Marley’in karnını okşayarak, “Evinin yeri çok güzel.” dedi. “Öyle.” diye yanıtladı Marley. “Burayı kiralamak için çok uğraşmam gerekti.” Diye ekledi kafasını geriye doğru John’un omzuna yaslayarak. Gerçekte burayı kiralayabilmesinin tek sebebi John’du, burayı kiralayabilmesi için kira bedelinin büyük kısmını John önceden ödemiş ve ona kefil olmuştu. John, “Kiralayabilmiş olmana sevindim.” diye yanıtladı. Daha sonra Marley’i bırakarak mutfaktaki masaya geri oturdu. “Gel, kahveler soğumuştur.” dedi Marley’in gözlerine bakarak. Marley de masaya oturarak John’un fincanını eline aldı ve açtı. Fincanın içindeki telvenin bir süre tabağa süzülmesini bekledikten sonra net bir şekilde içindekileri görebilir olmuştu. Bir süre fincana baktı, bir süre John’a. “Bu… Bu sanki şey gibi. Sen sanki yaşamıyorsun.” dedi sonra. John öylece onun gözlerine bakıyordu. Daha sonra fincanı John’a gösterdi. Fincanın içinde hiç telve kalmamıştı. Hepsi yağ gibi kayıp tabağa düşmüştü. Kahve fincanının içi yeni yıkanmış gibi bembeyazdı. John tepkisizce bekledi. Marley daha sonra tabağı fincana döktü ve yine aynı şey tekrarlandı. “Bu ne demek şimdi!” diye bağırdı. Yüzü sinirden ve korkudan dolayı kızarmıştı. “Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı demek.” dedi John. “Bazılarımızın geleceği ve geçmişi yoktur. Bazı insanlar zamanda bir başlangıç ve bitiş noktasına sahip değildir, bundan azat olmuşlardır…” diye de ekledi. Marley oldukça şaşkındı, fakat üstelemek istemedi. Bu sözlerden sonra daha da korkmuştu, hatta bir an için dehşete kapılmıştı. Fincanların ikisini de alarak lavaboya koydu ve onları yıkadı. Bu olayın üzerine kendi falına bakılmasını istemiyordu. Fincanları yıkarken “Bu sadece bir rastlantı olmalı, beni korkutma.” diye cevapladı John’u. John cevap vermedi, sadece gülümsedi. “Ne yani! Ölümsüz müsün? Bu kötü bir şaka John… Bu da alt tarafı telve. Bir şeyi kanıtlamaz.” diye ekledi Marley fincanları yıkmaya devam ederken. John ona doğru dönerek “Elbette kanıtlamaz.” diye cevapladı. Bu cevap Marley’i biraz olsun sakinleştirmişti.

Bulaşıklar bitince Marley John’a doğru döndü ve “Uyumak ister misin? Yorulmuş olmalısın…” dedi. John evet dercesine başını salladı ve masadan kalkarak sandalyeleri yerine yerleştirdi. Mutfak tezgahına yaklaşarak kendine bir bardak aldı ve onu ağzına kadar suyla doldurdu. Beyaz fayanslar gözünü almıştı. Birkaç yudum aldıktan sonra yarısı boşalan bardağı tekrar suyla tamamladı ve yatağın kenarında duran komidinin üzerine koydu. Bu sırada Marley ona kendi pijamalarından getirmişti. Onları alarak banyoya girdi, ılık bir duş alıp kurulandıktan sonra orada üzerini değiştirdi. Pembe pijamalar kollarının yarısını ve ayak bileklerinin biraz yukarısını açıkta bırakmıştı. Buna biraz gülümsedi. Hatta ayıcıklı olmaları hoşuna gitmişti. Beyaz ve kahverengi ayılarla süslü pembe pijamalardı bunlar. Dışarı çıktığında Marley’i yatakta uzanmış ve kitap okurken buldu (Yabancı- Albert Camus). Onun yanına uzanıp Marley kitabını okurken başını onun omzuna yasladı. “Bu kitabı çok seviyorum…” dedi sessizce. “Neden?” dedi Marley. “Oldukça beni anlatıyor, geri dönülmez kararları ve bizim etkimizin dışında olan olayları.” dedi John ve daha sonra yorganı üzerine çekerek kendini yatağa bıraktı. Yüzü Marley’e dönüktü. Yaklaşık on dakika sonra Marley kitabı bıraktı ve ışıkları kapatarak John’un yanına uzandı. Yüzü John’a dönüktü. John ona sıkıca sarıldı, o da John’a…

Bu da üçüncü bölüm, bu bölümde pek bir şey olmuyor, olayları biraz daha açıklayıp hikayeyi genişletmek için yazıldı denebilir. :slight_smile: Ehehehe okudukça o kadar da iyi olmadığını, hatta kötü bile denebileceğini düşünüyorum. Fakat internetin güzelliği bu değil mi? Gelen yorumlara göre kendimi geliştirdikçe tekrar tekrar deneyip değiştirebilirim.

Bölüm 3

Apartman dairesinin kapısı siyah eldivenli biri tarafından sessizce açıldı. Kapıyı açan eller zifiri karanlıkta kapı kolunun üzerinde kaydı ve onu sessizce kapattı. Siyah bir pardösü, pantolon ve siyah deri çizmeleri vardı. Her adım atışında ardından çamur izi bırakıyordu. Marley ve John o zehirli gölgenin karanlığa karışışını hiç fark etmemiş gibi uyuyorlardı, tek duyulan ses onların nefes alışverişleriydi. Yabancı hemen solundaki tuvalete bir bakış attı ve oranın boş olduğundan emin oldu. John ve Marley’in yatağına doğru yürüdü ve onların tam önünde durdu, ses çıkarmadan onlara doğru döndü. Belinden silahını çıkararak üzerlerine doğrulttu, zaman birden yavaşladı, önce John’u vurmaya karar vermişti, keza Marley onun için kolay bir avdı. John’a doğru nişan alarak tetiğe yavaşça asıldı. Silah patladı. Kurşun yorganın içinden geçerek yatağın sol tarafında bir delik açtı. Marley yerinden büyük bir çığlıkla fırladı. Ellerini ağzına koyup çığlık atıyor, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Adam silahını Marley’e doğrulttu. Bir patlama sesi daha geldi, Marley avazı çıktığı kadar bağırmaya devam ediyordu. Adam tam kafasının arkasından vurulmuştu. Yabancı bir süre öylece ayakta durdu, kafasının tam arkasındaki delikten süzülen dumanın altından oluk oluk kan akmaya başladı. Barut kokusu odayı doldurdu. Sonra silah bir kez daha patladı, adamın kafası tamamen açıldı. İçinden mekanik bir aksam çıktı. Adam dizlerinin üzerine düştü ve sonra da yüzüstü yere yıkıldı. Yere yıkılırken başını yatağın ucuna çarptı ve başından bir parça koparak yere düştü.

Adam yere düştüğünde John arkasında, mutakta belirdi. Giyinik ve hazırdı. Hemen yanındaki masada sıcak bir kahvenin dumanı tütüyor, bir bacağı diğerinin üzerinde, bir eliyle silahını hala ileri doğru doğrulturken diğeriyle de okuduğu kitabı tutuyordu. Evin en harika kısmı burasıydı çünkü kendisinin bile dikkatini çekmemişti.

Marley bir süre daha panik geçirdikten sonra yatağın hemen solundaki küçük komidine uzanarak üzerinde duran lambayı yaktı ve John’u daha net gördü. John kitabını ceketinin iç cebine, silahını da masaya koyarak oturduğu yerden kalktı. Marley’in gözlerinin içine bakarak, her tarafa yayılan kanların üzerine hiç umursamadan bastı ve yerde hareketsizce yatan adama doğru ilerledi. Adamın yanına geldiğinde onu daha yakından incelemek için eğildi. Marley, “Se-sen öldün!” dedi, sonra hafifçe geriye yaslandı ve yorganın John’un yattığı yere denk gelen kısmını sertçe kendine doğru çekti. “Evet, hem de kaç kere…” Dedi John yerde yatan adamı incelemeye devam ederken. Marley yorganı çektiğinde ortaya sadece birkaç yastık çıkmıştı, bu oldukça iyi düşünülmüş bir tuzaktı. John kafasını kaldırıp Marley’e baktı ve "Senin ki ilk mi olacak? diye sordu, bir yandan da adamın kafasının içindeki küçük diski almaya çalışıyordu. “Sen delirmişsin!” diye yanıtladı Marley, gözleri ateşle doluydu. John küçük diski çıkartıp havaya kaldırdı, havada ona bakarak; “İşte buradasın küçük yaramaz!” dedi gülümseyerek. Çok geçmeden ayağa kalktı ve Marley’e doğru ilerledi. Yatağın kenarına vardığında ona doğru baktı, “Merak etme… bu gerçek bir insan değil.” diye cevap verdi. Marley, “İnsan değilse ne?” diye sordu, korkudan ve sinirden titriyordu. John Marley’in kollarını sıvazlayıp ona sarıldı. Marley, başını John’un omzuna yasladı.

"Bu şeyler robot… beni arıyorlar. Merak içinde olduğunu biliyorum, fakat fazlasını öğrenmek için benimle gelmelisin.” Dedi John kısık bir sesle, neredeyse fısıldayarak. Marley’in yüzü yumuşamıştı, aslında John ile gidip gitmemek konusunda kararsız olsa da ölüm korkusu onu John ile beraber kalmaya itiyordu ve başıyla geleceğim dercesine onayladı. John bunu omzunda hissetti, çok geçmeden geri çekildi, kolunu kaldırdı ve saatine baktı. “Saat gece on bir olmuş bile. Öyleyse hazırlan, gitmemiz gereken bir toplantımız var.” dedi Marley’in gözlerine bakarak. Ardından telsizini çıkarıp “Kod T0201” diyerek telsizi tekrar beline yerleştirdi. Bu sırada Marley hazırlanmaya başlamıştı bile.

Tüm hazırlıklarını tamamladıktan sonra evden çıktılar, ev buluşma mekanına oldukça yakındı. Yağmurun hafifçe yağdığı, oldukça ışıklı güzel bir geceydi, saat tam yirmi dörtte Old Town Bar’ın önüne varmışlardı. John her zaman ki gibi giyinmişti, kahverengi bol pardösüsü yapılı vücudunu sarmış ve giydiği bebek mavisi takım elbiseyi de gizlemişti. Marley ise sarı bir yağmurluk, siyah deri bir tayt, beyaz bir t-shirt ve altına ise kahverengi botlarını giymişti. Botları dizine kadar uzanıp bacaklarını sarıyordu. Elbette parmaklarına en sevdiği yüzüklerini takmayı da unutmamıştı. Yüzüklerin her biri farklı bir anlam taşıyordu. Bir de altında yürüdüğü sarı şemsiyesi vardı fakat John o şemsiyenin altında yürümüyordu.

Old Town Bar önlerinde boylu boyunca uzanan asfaltın karşısında öylece duruyordu. Barın büyük ve kırmızı neon tabelası ikisinin de gözlerini almıştı. Patlayan bir bomba kadar parlaktı ve bir o kadar da hayat dolu. Öyle ki yağmurun hafifçe ıslatıp gizemli bir aynaya çevirdiği asfaltın üzerinden yansıyan kıyafetler bile kırmızıya boyanmıştı. Tüm bu güzelliğin içinde gözlerden kaçmayan bir detay daha vardı, uyumsuz bir detay. Barın önünde duran bankta oturmuş oldukça yapılı, kel ve siyahi bir beyefendiydi bu. Adam siyah bir deri ceket giyiyor ve olan bitene hiç aldırmadan bacak bacak üzerine atmış sigarasını içine çekiyordu. Elbette bir elinde de kitabı vardı, barın tenteleri yağmurun oraya düşmesini engelliyordu.

“İşte aradığımız kişi bu.” Dedi John kafasıyla hafifçe oturan adamı işaret ederken ve gözünü birkaç kez kırparak “Güç Kovulmuş Bu Kavrulmuş Dünyadan.” Diye fısıldadı.

Marley “Ne? O da ne demek şimdi?” diye yanıtladı.

“Okuduğu kitabın adı…” dedi John.

“İyi de nasıl gördün ki! Hem öyle bir kitap hiç basılmadı ki!” diye karşılık verdi Marley. Gözleri kocaman açılmıştı.

“Çünkü kitap bu dünyadan değil…” diye yanıtladı John asfalta adım atarken. Tam önünden kornaya sonuna kadar basan bir araba ayaklarını sıyırıp geçti. Şoför küfür de etmişti fakat John’un duymak için fazla fırsatı olmadı.

Adam oturduğu yere bir çivi gibi çakılmıştı. Oldukça sakin ve durgundu. John ona doğru yürürken şapkasına çarpan yağmur tanelerinin çıkardığı ses aklını garip bir düşünceyle doldurdu. “Bu eve giren robotun ayakkabılarındaki çamuru açıklıyor.” Dedi sessizce. Yağmur taneleri John’un şapkasından, Marley’in ise şemsiyesinden aşağı doğru süzülürken John karşısında duran adamın detaylarını dikkatlice inceledi. Yer Yer soyulmuş deri ceketini, eski gibi görünen gri kot pantolonunu, yeni gibi parlayan ayakkabılarını…

Onlar karşılarında duran adama yaklaşırken adam gözlerinin önünde büyüyor ve devleşiyordu. Bu sırada ayağa kalktı ve sigarasını yola doğru fırlattı. John ve Marley kaldırıma çıktıkları sırada hemen arkalarından bir araba hala için için yanan sigaranın üzerinden geçti. Kıvılcımlar arabanın lastiğinin ardından özgürlüğüne koşarlarken “Merhaba!” diyen kalın bir ses onları karşıladı. “Merhaba!” diye selamladılar karşılarında duran beyefendiyi ve ikisi de adamla tokalaştılar. Adam John’un gözlerine bakarak “Efendim!” dedi kaygılı ve hizmetkar bir ses tonuyla. Yüzündeki endişe okunabiliyordu. John onun omzunu sıktı ve diğer eliyle barı işaret ederek içeri davet etti. Marley John’un arkasında olan bitenleri izliyordu. Şaşkındı. Biri John’a neden efendim demişti ki? Onu yıllardır tanıyordu ama daha önce kimsenin onunla adam akıllı konuştuğunu hatta ona yaklaştıklarını bile görmemişti. Daha sonra o da John’un arkasından içeri girdi.

Üçlü bara girdikten sonra John bir süre geriye düşüp arkalarında birilerinin onları takip etme ihtimaline karşı etrafı kolaçan etmeyi ihmal etmedi. Ardından hızlanarak tekrar siyahi adamın ardındaki yerini geri aldı. Bar o gün çok sıradan, sessiz ve sakindi. İnsanlar eğleniyor, yemeklerini yiyip parlak ışıkların altında gülüyorlardı. Patlayan ışıklar yüzünden her yer altın rengiymiş gibi gözüküyordu. Masalar, sandalyeler, her şey. Hep beraber dar bir koridordan geçerek barın hemen ucundaki merdivenlerden, bir çeşit bodruma indiler. John kulağına çarpan ve zihnini esir alan (Not for Me - Bobby Darin) müziğin tınıları ile siyahi adamı takip etmeye devam etti. Siyahi adam tepesinde kocaman bir ampul bulunan yuvarlak bir masaya davet etti onları. İçerisi sigara dumanından neredeyse görünmüyor, kimsenin yüzü belli olmuyordu. Tüm bu karmaşa ve gürültünün içinde sorgu masasına benzeyen o yuvarlak masaya oturdular. Masa siyah ve oldukça eskiydi. John ve adam karşılıklı otururken, Marley John’un yanına oturdu ve koluna girdi. John da bir sigara çıkararak dirseğini masaya dayarken, Marley’in sarıldığı koluyla nazikçe cebinden çakmağını çıkararak sigarasını yaktı. Daha sonra o da Marley’in koluna sıkıca sarılırken, masaya dayadığı koluyla sigarasını içmeye başladı. Sigarası ince ve uzundu. Marley oldukça şaşkındı. Sanki o asosyal adam gitmiş ve yerine oldukça çekici başka biri gelmişti. Tüm bunlar olurken siyahi adam da bir sigara yakarak, “Adım Dion efendim. Dion Wonderfella!” diye belirtti. John onun gözlerinin içine baktı ve “Memnun oldum Dion.” diye yanıtladı.

Çok geçmeden masalarına birer kahve gelmişti bile. Garson kız oldukça gençti ve yüzündeki aşırı makyaj onu palyaçoya benzetmişti. Daha önceden burada olacaklarını biliyor gibiydi, keza henüz kimse bir şey sipariş etmemişti. Garson kız gülümsedi ve kahveleri masaya yerleştirdi, sonrasında “Bir isteğiniz var mı efendim?” dedi gülümseyerek. John sigarasını tuttuğu elinin tersini iki kez sallayarak ona gitmesini işaret etti. Sigarasının dumanı havada dalgalanmıştı, tam bu sırada sigarasından bir nefes daha çekmeyi de ihmal etmedi. Sonra elini ileri uzattı ve nazikçe sigarasını dürttü. Kül hemen altında duran kül tablasına bir şelale gibi aktı ve dirseğini yeniden masaya yasladı.

Dion hafifçe ileri doğru eğilerek, “Onun yerini bulduk efendim.” dedi kısık bir sesle.

“Nerede?” diye sordu John.

“Eski bir harabede. Koordinatlar burada.” diyerek cebinden çıkardığı sigara paketini uzattı Dion.

John sigarasından bir nefes daha çekerek, Marley’in kolunu bıraktı, sigara paketini iç cebine koyarak kendi sigara paketini ise Dion’a uzattı ve Marley’i tekrar kolunun arasına aldı. “Bu bizim adımıza büyük bir fırsat.” Dedi. Sigarasından bir nefes daha aldıktan sonra “Bunu değerlendirmeliyiz.” diye ekledi.

Sigarasını tutan eliyle nazikçe daire çizen Dion “Uçağınız sizi bekliyor olacak efendim.” dedi ve sigarasını öldürürcesine kül tablasına bastırdı. Kahvesini bitirmemişti. Kalktığı sandalyeyi düzeltti ve John’a bakıp başını sallayarak görüşürüz dedi, arkasını dönerek oradan uzaklaştı. Beyaz sigara dumanının arasında yitip giden bir ışık gibi kayboldu. Marley ise olanlara kulak misafiri olmuş ve şaşkınca kıpırdamadan izlemişti.

John Marley’e dönerek, “Benimle bir geziye çıkmak ister misin?” diye sordu.

Marley onu yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “Elbette!” diye yanıtladı.

İkisi de orada bir süre oturup, konuşarak kahvelerini bitirdiler ve daha sonra uçaklarına binmek üzere havaalanına gittiler.