https://galaktikgazete.com/resim/galaktik.jpg
Öncelikle merhaba; oluşturduğum kitabı bir çok yerde paylaştım fakat yeterli ilgiyi bulamadım desem yeridir. En azından yorum olarak. Öncelikle şunu demeliyim ki kitabım hakkında bir web sitesi yapıyorum. Bir şekilde twitter gibi bir yer sayesinde kitabın karakterleri ile iletişime geçebilmeleri olsun, ya da insanların kitabın evreninde geçen şirketler kurabilmeleri, ev alabilmeleri, birbirleri ile konuşabilmeleri olsun. Bu fikir başlarda hoş gelmesine rağmen sanırım ilgi görmeyişi yüzünden kendimi sürekli kaçarken bulduğum bir konu oldu çıktı. Her neyse; kitabımı paylaşmanın beni ileri götüreceğini düşünerek paylaşmak istiyorum. Kitabı yazıyor olmama rağmen hala geri dönerek bir şeyler eklemeyi düşünüyorum, bölümler de bazı değişiklikler yaparak onları da genişletmeyi düşünüyorum.
Hikayemiz John isimli karakterin oldukça uzun hayatını ve yeniden doğuşlarını anlatıyor. John insanların uzaya çıkmalarına ve müthiş teknolojiler elde etmelerine yardım ederek evrene yayılmalarını sağlar. Sonrasında kurduğu düzenin başına kendisi geçer, görünüşte Demokrasi ile yönetilen bu gezegenler topluluğu aslında hiç de o şekilde yönetilmemekle beraber John’un karısı ise her geçen gün ölmektedir. Bu yüzden John karısının beynini bir bilgisayara koyarak tüm evrenin yönetimini ona bırakır ve geçmişte geriye giderek onu kurtarmanın yollarını aramaya başlar. Bu bilgisayar evrende yapılmış ilk bilgisayardır, karısı onu hiç bir zaman sevmemiştir.(Karısı ile olan hikayesini daha sonraları anlatmayı düşünüyorum.)
Güncelleme: Sonunda sitenin büyük kısmını bitirdim, ehehehe burada söylediğim çoğu şeyi gerçekleştirdim. Düzenlediğim kitabın kalitesinden de pek emin değilim ama bu konuda sizlere güveniyorum diyebilirim. O yüzden onu buraya ve siteye ekliyor, eti ve kemiği sizindir diyorum.
Tür: Bilim Kurgu, Fantastik, Suç, aksiyon
Site Linkleri;
Bölüm 1 - Her Zamanki İşler
Bölüm 2 - Marley (Karakter sınırı yüzünden koyamadım, aşağı ekleyeceğim)
Bölüm 3 - Buluşma (Karakter sınırı yüzünden koyamadım, aşağı ekleyeceğim)
Bölüm 1 - Her Zamanki İşler
Fötr şapkasını iki eliyle bastırıp sağa ve sola sallayarak kafasının hemen üzerindeki saltanatını garanti altına aldı, böylece iri yağmur tanelerini yüzüne çalan rüzgâr onu özgürlüğüne kavuşturamayacaktı. Kafasını kaldırdı, görüşünün yarısını kaplayan şapkanın altından gökyüzüne uzanıp giden binaların arasında astım nöbeti geçirircesine nefes alabileceği bir boşluk aradı. Uzak diyarlardan gelen kirli yağmur taneleri alnındaki ve dudaklarındaki çatlaklardan kayıp yere düştüler. Her biri farklı bir sırrı saklıyor gibiydiler. Yağmur damlaları siyah pardösüsünün üzerinde açık renkte lekeler bırakırken ağır adımlarla boylu boyunca uzanan kaldırımı arşınlamaya başladı. Bir yandan ıslak kaldırım taşlarına düşen ve buğulu bir camın ardından bakarmış gibi görünen ışıkları izliyor, diğer yandan da insanlarla göz göze gelmekten kaçınıyordu. Onu hiç istemiyormuş gibi tuttuğu şemsiyesi ise yağmurda ıslanan bir köpeğe benziyordu.
Onlarca boş bakışlı insan etrafından katran gibi kıvrılarak akarken yanından geçen gür sesli arabalar üzerinde adımlar attığı kaldırımı titretiyor, egzozlarından çıkan grimsi duman ona havanın ne kadar soğuk olduğunu hatırlatıyordu. Her şeye rağmen bu zehirli kokuyu değişik buluyor, hatta seviyordu. Yolculuğu sürerken zihninin bir köşesinde; Sessiz ve sakin bir sürü, kıyamet kopuncaya kadar yürü. Kurak tarlalara ekinler eker, ekinlerin olgunlaşmasını sabırla bekler. Gökyüzü mavi, gözleriyle sorgular. Öksüz ve sakin bir sürü, ekinler kopuncaya kadar yürü. Diye tekrarlıyordu. Bu kelimeler onu sakinleştiriyor, nihai amacına varması için onu hazırlıyordu.
Kelimeler bir süre daha tekrarlanmaya devam etti, sonra duraksadı, döndü ve şemsiyesini kapattı, kuruması için tam karşısında duran hâkî renkteki kapının kenarına yasladı. Bulutların biraz da olsa açılarak güneşe yol vermesiyle üzerine küçük bir ışık düşen şemsiyenin rengi esaretten kurtulan bir köle gibi gülümseyerek, siyah bir jaguar gibi canlandı. Yağmur biraz olsun hafiflerken ceketinin iç cebinden sigara paketini çıkardı, paketi avcuna vurarak içine bir sigara düşürdü, sonra paketi tekrar yerine koydu. Sigaranın ucuna eliyle siper ederek pardösüsünün yan cebinden çıkardığı gümüş çakmak ile onu yaktı, ilk nefeslerini alırken göz ucuyla baktığı sigaranın yanışını patlayan bir volkana benzetti. Çevresinde yaşayan herkesi yok etmişti…
Kızılca kıyametin üzerinde adımlar attığı sigarası bir insan gibi yaşlanırken önünde uzanan kapıyı hafifçe iterek kafeye bir adım attı. Gri fayans ve sarı duvarların arasında oldukça sırıtan kapalı kahverengi masa ve sandalyeleri göz ucuyla süzerek, Nereye oturmalıyım? Sokağı nereden daha iyi görebilirim? Diye düşünmeye başladı. Ardından kapanan kapının sesi ve yüzüne vuran sıcak rüzgâr onu bir rüyadan uyandırırken, hemen önünde dikilen ve her halinden garson olduğu anlaşılan kız "Kahvaltınızın yanında kahve de ister misiniz?” diye sorduğunda, ancak aniden uykudan uyandırılan bir kişin yaşayacağı o kafa karışıklığıyla “Ç-çay…” diyebildi.
Garson kız arkasını dönüp mutfağa doğru yürürken o da sol tarafa doğru hareketlendi. Cam kenarına oturdu. Oturduğu bu yerden hem kafenin içini hem de dışarıyı oldukça rahat görebiliyordu. Dirseğini masaya, başını da avcunun içine yasladı. Sigarasının üzerinden yer çekimine karşı koyan dumanı ve onun hemen ardında cama vuran yağmur tanelerinin aşağı kayışını izlemeye koyuldu.
Çayının masaya konduğunu değişen kokudan anladı. Yanan tütünün kokusu yerini oldukça kaliteli kokan çaya bırakmıştı. Bu çayın Afrika’dan geldiğini tahmin etti. Bir an için kafasını kaldırıp garson kızın gözlerine baktı ve gülümsedi. Garson kız da omuzlarına kadar uzanan dalgalı saçları ve üzerindeki bebek mavisi önlükle ona gülümsediğinde yüzünde bir gül açmış gibiydi.
“Bir insan böyle bir mekânda ne diye mavi giyer ki?” diye düşündü bir süre kafasını kaldırıp. Sonra tekrar sağında duran cama baktı, geçip giden arabaların seslerini çok rahat duyuyordu. Çok geçmeden 64 model bir İmpala gördü. Bu arabanın sesini nerede olsa tanırdı. Öyle tanırdı ki bu sesi her duyduğunda vücudu kasılmak ve ağrımak isterdi. Bu araba ona babasını ve çocukluğunu hatırlatıyordu. Bu ses dünyada onun hem çok sevdiği hem de onu en çok rahatsız eden sesti. Babası bu arabalardan birinin fabrikasında çalışıyordu ve aynı zamanda da kullanıyordu.
Kafasında çay yerine kahveyi tercih edebileceğini düşündü, tam bu sırada demin gördüğü İmpala’nın da renginin bebek mavisi olduğunu fark etti. Bu bağlantı onun düşünerek kafasını yormak istemeyeceği kadar tipikti. İşi gereği burada bir süre daha oturması gerekiyordu. Çayını bitirmeye yakın fincanı masaya bırakıp elinin tersiyle güzelce itti. Fincan sanki içinde dalgalanan çayın sıcaklığıyla birlikte yorgun ve eskimiş parmaklarına hafif bir masaj yapmıştı. Buruşuk parmaklarıyla gazetesini açıp okumaya başladı. İçini kaplayan kapana kısılma duygusunu bastırmak için ara sıra gazetesini indirip yola bakıyor, geçip giden insanları ve arabaları süzüyordu.
Bu sırada yüzüne çarpan soğukla irkildi, açılan hâkî kapıdan içeri kırmızı takım elbise giymiş, oldukça diri ve genç görünen bir adam girdi. Garson kız ona oturacağı yeri göstererek yardımcı oldu. Kendisi gazetesini okumaya devam ederken garson kız yanına gelerek, “Çayınızı yenilememi ister misiniz efendim?” diye sordu. Başını evet dercesine sallayarak onayladıktan sonra garson kız yarısı dolu fincanı alarak oradan ayrıldı. Kısa süre sonra mutfaktan bebek mavisi bir fincanın yanında kırmızı bir fincanla çıktı ve kırmızı fincanı yavaşça yeni gelen adamın önüne bıraktı. Sıra kendisindeydi. Garson kız ağır adımlarla ona doğru yürürken gazetesini hiç bozuntuya vermeden okumaya devam etti. Garson kız bakımlı elleriyle bebek mavisi fincanı önüne koyduğunda teşekkür edercesine başını salladı. Bir ara karşısında oturan adamın yaralarla kaplı yüzü dikkatini çekse de bunun da oldukça önemsiz olduğunu düşündü.
Gazetesini bir kenara bırakıp, karşısında oturan genç adamı rahatsız etmemek adına yola doğru bakmaya başladı, çünkü gözü sürekli ona takılıyordu ve ara sıra göz göze geliyorlardı. Genç adamın sert ve duygusuz bakışları onu sindirmişti. Bir yandan da masanın üzerinde duran fincanı eline almış, biraz yudumlamıştı bile. Yağmur giderek hızlanıyordu. Arabalardan gelen lastik sesleri daha da fazla duyulmaya başlamıştı. Kafede ise “Y en Eso Llegó Fidel” adlı şarkı çalmaktaydı. Amerika’nın ortasında, özellikle de o tarihte; bu oldukça garip bir şeydi. Dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı sayılabilirdi. Bu yüzden de önce garson kıza ve sonra da biraz daha sol tarafta oturan genç adama doğru çevirdi kafasını. Garson kız her zaman ki gibi işiyle meşguldü, fakat kafasını genç adama çevirdiğinde yüzüne dayanmış bir silahın namlusunu gördü. Son gördüğü şey de o oldu. Silah bir altıpatlardı. Büyük bir gürültüyle yaşlı adamın yüzüne doğru patlamasına rağmen, yağmurun ve araçların gürültülü sesinden dolayı dışarıdakilerin hiçbir şeyden haberi olmamıştı. Kan ve et parçaları kafenin duvarlarına sıçramış, garson kız ise oldukça panik olmuştu. Genç adam kırmızı bir mendil çıkararak silahının namlusunu temizledi, daha sonra da takımına sıçrayan birkaç parça kanı ve eti… Kırmızı deriden eldivenleri silahı tutmasını kolaylaştırıyordu. Silahını yavaşça beline geri yerleştirdi. Yere düşen adamın pardösüsünü aralayarak cüzdanını çıkardı. Cüzdanın içini açıp yaşlı adamın kimliğini kırmızı ceketinin iç cebine yerleştirdi ve cüzdanı bir çöp gibi kanlar içinde yerde yatan adamın üzerine attı. “O pahalı takıma gerçekten yazık oldu John…” diye söylendi.
Arkasına dönerek garson kızın korku dolu gözlerinin içine baktı ve “Özür dilerim…” dedi ona doğru ağır adımlarla yürüyerek. Garson kız geriye doğru ağır adımlar atıyor, ondan uzaklaşıyordu. Genç adam ise onun üzerine yürümeye devam ediyordu. Aralarında yaklaşık on adım kaldığında garson kız sırtını aniden arkasında duran tezgâha çarptı ve düşmemek için iki elini arkasında duran tezgâha koyarak destek aldı. Genç adam onun gözlerine bakarak üzerine doğru yürümeye devam etti. Aralarında sadece birkaç adım kaldığında eldivenlerini çekerek düzeltti. Tam garson kızın önüne geldiğinde oldukça geniş olan elleriyle onun boğazını sertçe kavradı. Ona kahvesini getiren bu kızın adını merak etti ve onun yakasında asılı duran karta bir göz attı. “Jane…” diye sayıkladı kısık bir sesle onun gözlerinin içine bakarak. “Ziller senin için çalıyor Jane…” dedi kısık bir sesle. Genç kızı boğarken onun tam gözlerinin içine bakıyordu. Yağmur durmuştu. Genç kızın boğazını öyle sert sıkıyordu ki neredeyse boğazındaki kemikler kırılacaktı, kız yavaşça ellerinin arasından kayarak yere doğru yıkılmaya başladı. Kız ellerinin arasında bir puding gibi erimeye devam ederken o da kızla beraber çömelerek onun boğazını daha da sert sıktı. Ta ki kız son nefesini verene dek. Genç kız öldüğünde avcunun içiyle onun gözlerini yavaşça kapadı, yüzünü iki elinin arasına alarak onu alnından öptü ve ayağa kalkıp kapıya doğru yöneldi.
Kapıyı tam açtığında karşısında kendisini gördü. Kendisine tıpatıp benzeyen bu adam, kendisiyle tamamen aynı giyinmişti, ancak ceketi ve eldivenleri bebek mavisiydi. Neler olduğunu anlamıştı. Artık işi bitmişti. Karşısında duran bu adam elindeki teknolojik lazer silahını gözlerini bile kırpmadan onun kafasına dayadı ve onu boğazından kavrayarak sertçe içeri soktu. Kafenin tam ortasında yere çöküp ellerini kaldırdı. Teslim olmaktan başka şansı yoktu. Adam silahını onun kafasına dayadı. Tetiği çekmeden önce; “En güzel tarafı etrafın hiç kirlenmeyecek olması…” dedi. Silahı tam da genç adamın alnının ortasına dayayarak. “Şimdi bana o kimliği ver.” diye ekledi sertçe. Bu sırada ışın silahının enerjisi doluyor ve garip, elektronik bir sesle ötüyor, titriyordu. Kafasının içinde bir ileri bir geri yankılanan silahın sesi ve sıklaşan titreşim oldukça sinir bozucu olmaya başlamıştı. Bir eliyle biraz önce çaldığı kimliği cebinden aldı ve elini tekrar havaya kaldırdı. Başına silahı dayayan kişi kimliği onun elinden alarak tetiğe basmakta hiç gecikmedi. Genç adamın alnının ortasında oldukça büyük bir delik açıldı, yere düşmedi. Elleri havada olduğu gibi kaldı. Kafasının arkasından kıvılcımlar çıkıyordu. Elektronik bir makine gibiydi. Bu onu öldüren kişiyi hiçte şaşırtmamıştı. Tüm bunlara aşinaydı.
Kimliğe şöyle bir baktı, öldürülen yaşlı adamın isminin John olduğunu fark etti. “John… Beni aramayı hiç bırakmayacaklar öyle değil mi?” Silahını beline yerleştirdi, kimliği de bebek mavisi ceketinin iç cebine. Telsizini çıkardı, “Kod T0201” diyerek telsizi tekrar beline yerleştirdi. Mekândan ağır ama emin adımlarla çıktı, o sırada tam mekânın önünden geçen bir kadına şapkasını kaldırarak selam vermeyi ihmal etmedi, kadın ise onun gözlerinin içine şehvetle bakarak kıkırdadı. Yağmur tekrar hızlandı, yavaş ve ağır adımlarla Central Park’a doğru yürürken, üzerine düşen küçük yağmur tanelerinin bebek mavisi ceketinden kayıp düşüşünü hiç umursamadı. Yağmurdan da saklanacak değilim ya! Diye sitem etti.
Attığı her adımda yağmur yüzünden ıslanan zeminde bir davula vururcasına ses çıkarıyor, bu sesin yağan yağmurun gürültüsüyle karışması ise yüzüne küçük bir gülümseme koymaya yetiyordu. Biraz daha hissedebilmek için adımlarını yağmura göre ayarladı ve belirli bir ritimle yürümeye başladı, sanki yağmur ile düet yapıyordu. Köşede her zaman uğradığı küçük kahve dükkanını görene dek böyle devam etti. Kahve dükkanının kapısını ıslak eldivenleri ile iterek açtı, yine sıra vardı… İnsanlar yağmurdan kaçarak buraya sığınmıştı. Şaşılacak şey değildi bu aslında. Kendisi de sıraya girdi. Sırada dördüncü kişiydi. Beklerken dışarıyı izlemeye koyuldu, bu içerideki insanların saçma sapan konuşmalarını dinlemekten çok daha iyi bir alternatifti. Kısa süre sonra sıra kendisine geldiğinde Marley’nin gözlerine bakıp ona sıcak bir “Merhaba” dedi. Marley; sarışın, beyaz tenli ve balık etli bir kadındı. O da “Merhaba John!” diye yanıtladı. John her zaman insanların onu bir yaratık gibi gördüklerini düşünür, onlara fazla yaklaşmak ya da temas kurmaktan oldukça kaçınırdı. Bu konuda ön yargılıydı, herkes ona zarar vermek isteyebilirdi. Marley John’dan cevap alamayınca “Her zaman ki gibi mi olsun?” diye sordu içtenlikle gülümseyerek. John başını sallayarak onayladı ve parayı bahşişle beraber sessizce önünde duran koyu yeşil tezgâha bıraktı. Kısa süre sonra kahvesi hazırdı. Görüşürüz dercesine başını hafifçe eğdi. Marley de “Görüşürüz John, yine gel lütfen…” diye gülümseyerek onu yanıtladı. Sağ avcunda duran kahvenin sıcaklığı eldivenlerini geçerek avcuna nüfuz ediyor ve elini ısıtıyordu. Bu soğuk günde avcunun ısınmasını çok sevmişti.
Sol eliyle kapıyı yavaşça iterek dışarı çıkmak üzereyken ondan önce birinin daha çıkmak istediğini fark etti ve hafifçe hızlanarak bu kişiye kapıyı açtı. Hemen ardından da kendisi çıktı dışarıya. Ondan önce çıkan kişi oldukça garip renkte kahverengi kazak giymiş bir erkekti. Altında gri kot pantolon vardı. Şemsiyesi ya da şapkası yoktu. Ona kendini nedense yakın hissetmişti. Adam hızlıca üzerine gelen arabaların arasından koşarak karşıya geçti ve gözden kayboldu. John dalıp gitmiş ve bu adamı izlerken dükkândan bir kişi daha çıktı. Çıkan kişi “Pardon.” diye seslenince John kapının önünde durduğunun farkına vararak bir hışımla yoldan çekildi.
Kesin bir hareketle sağa döndü ve dümdüz ilerlemeye başladı. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Yavaş yavaş yürürken dükkanlara kaçışan insanları izliyor, diğer yandan da kahvesini yudumluyordu. Hemen yanından geçtiği bir adam, dükkanlardan birinin tentesinin altına sığınmış ve elini yukarı kaldırarak orada bile üzerine gelen yağmurdan korunmaya çalışıyordu. İçinden “Orada üzerine ne kadar yağmur gelebilir ki?” diye düşündü yürürken, kahvesinden bir yudum daha içerek. “Ne diye bu kadar kaçıyorlar ki yağmurdan? Bu kadar korkulacak ne var?” dedi içinden.
Çok geçmeden olmak istediği yere varmıştı. Central park. Hiç acele etmeden önünde uzanan yoldan karşıya geçti. Her adımında şehrin gürültüsü biraz daha geride kalıyordu. Parkın içlerine doğru ilerleyerek yağmuru tamamen engelleyen kocaman bir ağacın yanına geldi. Ağacın hemen altında bir bank ve onun hemen sağında mavi bir telefon kulübesi vardı. Telefon kulübesine yakın oturdu ve kahvesini içmeye devam etti. “Bu köşeyi öyle çok seviyorum ki… İnsan burada her şeyden kaçabiliyor, adeta yok olabiliyor.” Diye söylendi kahvesini içerken. “Bu yaşlı, büyük ağaç hepimizin hikayesini biliyor olmalı öyle değil mi? Kim bilir ne büyülü şeyler görmüştür yüzlerce yıldır…” diye sordu yanında duran bebek mavisi telefon kulübesine. “Ama bilseydi onu keserlerdi Jimmy…”
Oturduğu yerde doğruldu, “Sen bana bakma Karbon Jimmy… her ne kadar boyaların sökülüyor ve paslanıyor olsan da eminim sen de sonsuza dek yaşayacaksın.” Dedi ve kafasını kaldırıp bulutlu gökyüzüne bir şeyler ararcasına baktı.
“Deme öyle Jimmy, o kadar da yalnız değilsin. Buraya mutlaka enden başkaları da geliyordur…” diye ekledi gökyüzündeki bulutlar hareket ederken.
Aniden çalan telefonun sesiyle irkildi, “Ah, işte beklediğim mesaj da geldi…” diyerek oturduğu yerden telefonun ahizesine uzandı. Ahizeyi kulağına dayadığı zaman bazı şifreli anahtar kelimeler kulağında yankılandı, “Alfa, Foxrot, Beta, Gama, Foxrot…” daha sonra ahizeyi yerine koydu, kelimeleri ise aklına not etti. Duyduğu kelimelerden çıkardığı koordinatları gps cihazına girdi, bu sırada şiddetle yağan yağmur birdenbire dindi. Sanki peşlerinden koşan kıyametten birbirlerini ezerek kaçan halkın gürültüsünün yerini bir mezarlığın sessizliği almıştı. Yakınlarda bir ağacın üzerinde öten kuşların sesini duyabiliyordu. Koordinatlar ise onu parkın diğer ucuna yönlendiriyordu.
John yavaşça oturduğu yerden kalkarak üzerini iki elinin tersi ile silkti. Parkın diğer ucuna doğru ağır adımlarla yürümeye başladı, fazla uzaklaşmadan arkasını dönerek; “Görüşürüz Jimmy!” diye çok da yüksek olmayan bir sesle bağırdı. Yürürken yanından geçtiği bir çöp kutusuna biten kahvesinin çöpünü bir basketbol oyuncusu gibi fırlattı, “Evet!” diye bağırdı. Tam on ikiden vurmuştu. Yürümeye devam ederken “Bir kahve daha içmek için neler verirdim, oysa ki bir evim bile yok…” diye söylendi. Yüzü ruhsuz ve duygusuz bir hal almış, dudakları ise dümdüz olmuştu. “Evim yok…” Tüyleri çam yaprakları gibi oldu, yumruğunu sıktı. Ayak seslerini etraftaki kuşların sesleriyle birleştirmeye çalıştı ama başaramadı. En sonunda kuşlar da ötmeyi bıraktılar, evlerine gidip sabah çaylarını içmeye başladılar. Kapalı hava onu yeryüzü ile gökyüzü arasında sıkıştırıyor, daraltıyordu. Yakasını çekiştirerek kravatını gevşetti.
Gideceği yere vardığında yapayalnız bir bankın üzerinde öylece duran bebek mavisi çantayı gördü. Çantaya doğru ağır ve isteksiz adımlarla ilerledi, saçlarından yüzüne dökülen damlaları silmek için sağ yanağına uzandığında yüzünde bulunan yara izlerini hissetti. Çantaya doğru eğildi ve saçlarından çantaya damlayan su damlalarının eşliğinde gerekli şifreyi girerek çantayı açtı. Bu eski bir evrak çantasıydı, tutacak yeri koparılmıştı. Çantanın içinden bir adet not çıktı.
Dikkat-Dikkat Ajan B10125 içindir!
Lütfen saat tam 24’te bu kâğıt ile birlikte
45 E 18th St, New York, NY 10003, ABD
Adresinde, Old Town Bar’ın önündeki bankta olun.
Dikkat-Dikkat Ajan B10125 içindir!
Notu cebine koydu ve çantayı kapattı, kolunu kaldırdı ve ceketini hafifçe yukarı çekerek saatini kontrol etti. Sabah on bir buçuktu. “Sanırım birkaç saat uyusam çok iyi olacak…” diye söylendi. Sonra gideceği mekânın bulunduğu sokakta bir otel aramak üzere yola koyuldu. Çantayı kolunun arasına alıp, önünden geçtiği bir çöp kutusuna bırakıverdi. Yerler ıslak olduğu için ayaklarının altından şapur şupur sesler geliyor ve bu sesler onun sinirini bozmaya devam ediyordu. Tüm bu seslerin yağmur yağarken gölgeler gibi gizlendiğini düşündü içinden. Elbette ki varlardı ama başka seslerle karışıp güzelleşiyorlardı…
Parka girdiği yerden geri çıkmıştı, bu ona tekrardan kahve dükkanının önünden geçme şansı verdi. Biraz yürüdükten sonra kapalı yeşil tentelerin altında duraksadı, dükkâna ve içindeki insanlara uzunca bir süre baktı. Yağmurun dinmesiyle dükkân boşalmıştı, midesi guruldadı. Önünde duran kapıyı yavaşça iterek içeri girdi. Şapkasını eğerek Marley’e selam verdi ve ona doğru yaklaştı.
“Bana hamburger yapabilir misin?” diye sordu, yüzünde hiçbir ifade yoktu.
Marley onun gri gözlerinin içine baktı, “Her zaman ki gibi mi olsun? Yani mayonez, ketçap ve hardallı?” diye sordu.
Duraksadı, ilk kez konuşmak istemişti. İki elini birleştirdi ve “E-evet, elbette. Şey, öyle olsun.” dedi. Yüzü bir kiremitin üzerinde renk değiştiren bukalemun gibi kızarmıştı.
Marley gülümseyerek, “Cam kenarı boş John, istersen oraya oturabilirsin. Ben sana yemeğini getiririm.” diye yanıtladı. Başını sallayarak cam kenarına oturdu. Ceketinin iç cebinde duran kitabı çıkardı (Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?) ve okumaya başladı. Bu bir cep kitabı olduğu için kolayca yanında taşıyabiliyordu. Bir yandan da dışarıyı izlemeye başladı. Saat sabah 11 olmasına rağmen oldukça karanlıktı. Yağmurun dinmesiyle beraber geçen araba sayısı da azalmıştı. Oturduğu masa ise oldukça küçük ve yuvarlaktı. Karşılıklı iki sandalye vardı. Ayaklarını nereye koyacağına karar veremiyordu, omuzları ve yüzü gerildi. Kitabını sürekli bir o yana, bir bu yana yaslıyordu rahat okuyabilmek için. “Tanrım! Bu şehirde rahat olan bir yer yok mu?” diye söylendi sessizce.
Kısa süre sonra Marley gülümseyerek, elinde iki adet tabakla ona doğru yürümeye başladı. Yüzü bembeyaz olmuştu, bacaklarını ve kollarını birbirine kilitledi. “Yok artık! Şimdi de Marley ile öğle yemeği yemek zorundayım öyle mi? Hem de bu sıkışık masada. Marley nasıl olur da benimle öğle yemeği yemek ister? Yemek benim için oldukça kutsal bir eylem, bir de şu olana bak şimdi! Düşünecek zaman bulabildiğim ender aralıklardan biri yemek yediğim zamanlar. Ayrıca birinin beni yemek yerken izleyecek olması da hiç hoş değil! Tanrım! Ketçap her yerime bulaşacak.” Tüm bunları düşünürken kaskatı kesildi, zaman sanki yüz kat yavaş akıyordu. Panikle kitabını ceketinin iç cebine koymayı denedi ama beceremedi, kitap sırt üstü yere düştü. Kitabın tozlandığını düşününce gözleri doldu. Bu sırada Marley tabakları masaya koymuştu bile ve yüzündeki gülümsemeyi bir an bile düşürmeden John’un gözlerine bakarak yavaşça önünde eğildi. Kitabı alarak tozlanan kısımları hafif ıslak olan tezgâh beziyle temizledi. Sonra kitabın ismine bakarak John’a geri uzattı.
John kitabı almak için yavaşça uzandığında Marley gülümsedi, “Bu kitabı oldukça seviyorum, ben de nadiren bulduğum boş zamanlarda kitap okuyorum. Umarım seni rahatsız etmedim.”
John kitabı iç cebine dikkatlice koyduktan sonra Marley’in zaten karşısına oturmuş ve yemeğini yemeye başlamış olduğunu gördü. Bu konuda söyleyecekleri neyi değiştirecekti ki? İçinden “Hayır, etmedin…” diye fısıldadı ve bu konuda konuşmaktan vazgeçerek konuyu değiştirdi.
“Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye soruverdi. Marley’in yüzü biraz ekşimişti, ayrıca hafifçe kızardı. Diğer yandan John hamburgerini eline alıp üzerinden küçük ve kibar bir ısırık aldı, ama korktuğu başına gelmiş ağzının kenarına sos bulaşmıştı. Paniğe kapılıp peçete ararken, Marley uzanıp dudağının kenarını nazikçe sildi. John ona doğru baktı ve başını sallayarak teşekkür etti.
Marley ağzındaki lokmayı bitirdikten sonra cevapladı; “Günde on iki saat, fakat çalıştığım diğer işleri düşündüğümde bu iş oldukça rahat geliyor.” John şaşırmamıştı, fakat yine de kendini böyle bir işte bu kadar fazla çalışacak biri olarak görmüyordu. İçinden, “Üç kuruş para için mi?” diye düşündü. Oysa ki herkes onun gibi değildi, bu kadar az para bile başkaları için oldukça önemliydi.
Marley hamburgerinden birkaç lokma daha aldıktan sonra “Ee, peki sen bugün ne yapacaksın?” diye sordu John’a.
John bir süre dışarıyı izleyerek ağzındaki lokmayı bitirmeyi bekledi. Sonra “Ben… Ben bir otel bulacağım. Gitmem gereken bir işim var. Bir otel bulup işimin saati gelene dek orada uyuyacağım. Böyle işte…” diye cevap verdi.
Marley şaşkın bir bakışla “Ne diye otelde kalıyorsun ki? Evin yok mu?” diye sordu.
John çoktan yemeğinden bir ısırık almış ve onu çiğnemekteydi. Cevap vermek istemedi. Zaten hali hazırda pencereden dışarı bakıyordu. Öylece kaldı. Fakat çiğneme hızı oldukça yavaşlamıştı. Lokmasını bitirmek istemiyordu. Kollarındaki damarların bile acıyla yandığını hissetti, tüm vücudu ağrıyordu… Derin, oldukça derin bir acıydı bu.
Aradan biraz zaman geçmiş, Marley yemeğini bitirmişti. John ise sonuna yaklaşıyordu. Marley dışarıya doğru dalıp giden John’un kolunu dürterek onun dikkatini çekti. John dönerek onun gözlerinin içine baktı. “Bugün ben de kalabilirsin.” dedi Marley. “Bugün erken çıkacağım, beraber gidebiliriz. Yani benim evimde kalmanda bir sakınca görmüyorum.” Diye ekledi. John’un gözleri parlamıştı ve yüzündeki şaşkınlığı belli etmemeye çalışsa da Marley bunu fark etti. Marley’in gözlerinin içine baktı, gülümseyerek onun bembeyaz, kare şeklindeki yüzünü, gözlerini ve çene kemiklerini bir süre süzdü. “Gerçekten mi? Çok sevinirim.” diye yanıtladı.