2. Bölüm - Kafka ile Sonsuzluğa Yürüyüş

Üzerlerine zift dökülmüş çirkin çakıl taşlarının alaycı kahkahalarını duyuyorum.

Beni sevdiğime kavuşturacak yol bu mu?

Nefes nefese, hızlı adımlarla yürüyorum.

Attığım her adımla biraz daha yükseliyor, aşılması imkansız bir dağa dönüşüyor.

Öfkeli güneş beni kül etmek için ant içmiş, üzerime alev topları yağdırıyor.

Sanki sevdiğime ulaşma azmimi sınıyorlar.

Artık ayaklarımın üzerinde duramıyorum.

Bir sürüngen gibi göğsüm, avuç içlerim yerde çaresiz geri dönüyorum.

Başladığım yere dönüp başka bir yola yöneliyorum.

Sağında ve solunda üst üste yığılmış, simsiyah kayalarla kaplı bir yol…

Kayaların arasından kafalarını çıkarmış, çatal dilleriyle nanik yapan binlerce yılan, hain bakışlar fırlatarak tökezlenip yere düşmemi bekliyorlar.

Bakışları ruhuma işliyor, tıslamaları kulaklarımı sağır edecek.

Buradan gitmeliyim!

Kendimi iyi hissetmiyorum, içimde bir şeyler oluyor.

Göğsüm sıkışıyor, nefes almakta zorlanıyorum.

Hayır!

Yılanlar ruhuma nefret zehri zerk etmiş olmalı.

Niyetleri beni parçalamak değilmiş meğer!

Zehrin, ruhuma yayıldığını hissediyorum.

Sevgi ışığım sönüyor.

Karanlık, bedenime hükmetmek istiyor.

Ayak parmak uçlarımdan geliyorlar.

İçimde, ışık ile karanlık arasında bir meydan muharebesi yaşanıyor.

Nasıl karşı koyacağımı bilmiyorum.

İçimde yaşayan her bir sevgi hücresi feryat ediyor.

Bir şeyler yapmalıyım!

Kalbime, aşkımın mabedine kadar ulaşmalarına izin vermemeliyim!

Beni tamamen ele geçirdiklerinde neler olacak?

Ölecek miyim?

Bir canavara mı dönüşeceğim?

Gözlerimden yaşlar boşalıyor, sevdiğimin yüzünü hayal ediyorum, kokusunu çekiyorum içime.

Karanlık yükselmeye devam ediyor, aşkımın al yanaklarını görüyorum.

Karanlık, verdiğim nefesle dışarı fırlıyor.

İçeride direniş başladı, sevgi ışığı parıldadı.

Gecenin içinde ay gibi parlayan yüzünü görüyorum sevdiğimin.

Bağlantıyı koparmamalıyım.

Kiraz dudaklarını öpüyorum kadınımın. Direniş güçlenerek büyüyor, takviye kuvvet geldi, sevgi zafere koşuyor.

Karanlığın iblislerine yıldızlar fırlatıyorlar, bedenimde yaşam belirtilerini hissediyorum.

Karanlık kuvvetleri bozguna uğradı.

Sevgi kazandı, aşk kazandı.

Görüntüsünü kaybetmedim sevdiğimin, alnından öpüyorum onu. Koruyucu meleğim diyorum.

Yanağımı yalamaya başlıyor sevdiğim! ‘‘Ne yapıyorsun meleğim?’’ diyorum, cevap vermiyor.

Ani bir hareketle karnıma yumruk atıyor.

(terler içinde karnımı tutarak soluk soluğa uyanıyorum)

Kabus gördüğümü anlayan altın sarısı, Golden cinsi köpek dostum Rex, yüzümü yalayarak uyandıramayınca, patileriyle göbeğimin üzerinde zıplamış.

  • Off! Oğlum in aşağı ya! Öhöhö nefesim kesildi.

(Rex, pembe dili dışarıda, şapşal bir ifadeyle bakıyor)

-Oğlum biz kazanmıştık ne diye uyandırıyorsun ki? Senin yüzünden meleğime sarılamadım doya doya!

Yine kavuşamadık! Ben de ölmeden kavuşamayacağız belli ki…

Rüyamda, gözümde canlandırmaya çabaladığım hayalinin hayaliyle bile kavuşamıyorum.

  • Huzur içinde uyu meleğim, kızımıza iyi bak, ‘‘baban yakında gelecek’’ de.

-Tamam gel buraya gel, kederli kaderdaşım, tek dostum…

Biz ne bahtsız, bedbaht adamlarız be Rex.

Evlenmiştik, eşim hamileydi. Hamile olduğunu öğrendiğimizde evde bayram havası vardı.
Kedimiz Bobo ve papağanımız Mimi’ye arkadaş geliyordu, çekecekleri vardı kızımızın elinden.
Her şey o kadar güzeldi, o kadar heyecanlıydık ki sabahlara kadar gözümüze uyku girmiyordu.
Hayaller kuruyorduk, cicili bicili elbiseler ne güzel yakışırdı bebeğimize.
Aşağılık kamyon hayallerimizi, mutluluğumuzu aldı elimizden. Trafik kazasında kaybettim bebeklerimi.
‘‘Siz çıkmayın, ne istiyorsan ben gelince alırım’’ demiştim.
‘‘Aşkım sıkıldım evde, Bobo ile Mimi de hava alsın azcık hem’’ dedi.
‘‘Bekle o zaman beraber çıkalım, iyi şoför değilsin’’ dedim.
‘‘Biz seni alırız işimiz bitince’’ dedi, kapattı telefonu.

Gün sayıyorduk, beşinci ayımıza girmiştik. Eşim, doğmamış bebeğimiz ve Mimi oracıkta can vermiş. Ellerimle verdim toprağa hepsini. (ağlıyor)
Bir tek Bobo yaşıyordu, cam parçaları gözlerine batmış, kör olmuştu.
O kamyon şoförünü orada öldürüp, parçalamak istedim!
Canım çok yanıyor, daha fazla anlatamayacağım.
Mutlu bir yuvam, sevgi dolu bir ailem olsun istemiştim hep…

Rex’le kaderlerimiz aynı sayılır. İkimizin de ailesi yok. Aslında benim var da yok.
Onların ailem olması için çok çaba harcadım. Derdimi anlatamadım, iletişim kuramadım bir türlü.
Anlamadılar, anlamak istemediler. ‘‘Biz böyleyiz, sen gereğinden fazla duygusalsın’’ dediler.
Küçük bir çocuktum. Ben onlardan çikolatalar, şekerler, oyuncaklar, giysiler istememiştim.
İstediğim tek şey sevgiydi.
İçimde fırtınalar, kasırgalar estiğinde sığınacak şefkatli bir limandı istediğim.
Sevgi dilendim onlardan ağlayarak. Babama ‘‘beni sevmiyorsunuz’’ dediğimde, ‘‘aşağılık kompleksi var bu çocukta’’ demişti.
Ruhumdan koca bir kütlenin koptuğunu hissettim o an.
Sarılıp ‘‘canım oğlum, seni çok seviyoruz’’ demedi, demediler hiçbir zaman.

Onlar birbirlerini de sevmiyorlardı. Sürekli tartışıp, birbirlerine hakaret ediyorlardı. Onlar kavga ederken ben kendimi odaya kitleyip ağlıyordum.

Bir gün semt pazarında civciv satıldığını görmüştüm. Param olsaydı hepsini satın alıp kurtarmak isterdim satıcı adamın elinden ama param sadece bir tanesini almaya yetti.

Civcivi alıp eve geldiğimde bana çok kızdılar. ‘‘Git çabuk geri ver şu hayvanı’’ dedi annem.
Ağladım, çok ağladım. ‘‘O zaman götür bahçede besle, evde beslemene izin vermem’’ dedi.
‘‘Daha bebek bu, bahçede yaşayamaz’’ dedim, ağladım.
‘‘Zırlatma şunu, bırak arka balkonda beslesin’’ dedi babam.
Balkonda beslememe izin verdi sonra.

Onun için kartondan yuva yapmıştım. Ellerimle besliyordum minik arkadaşımı.
Geceleri bazen bir kaç kez uyanıp kontrol ediyordum, uyuduğunu görünce içim rahatlıyor ben de uyuyordum.

Bazen odama alıyordum onu, birlikte oyunlar oynuyorduk. Şefkatle sarılıp öpüyordum.
Arka balkona mutfaktan geçiliyordu. Minik arkadaşım yolu öğrenmişti.

Bir sabah odadan fırladı mutfağa doğru koştu, ben de peşinden koşturuyordum.
Annem, yüzü mutfak tezgahına dönük halde kahvaltı hazırlıyordu.
Civciv, annemin ayaklarının arasına doğru yönelmişti.
Sesimizi duyan annem arkaya doğru geri adım attığında, arkadaşımın üstüne basarak onu feci şekilde öldürdü.

Kulaklarımda, kafamın içinde tiz bir çınlama sesi duymuştum. Gözlerim kararmıştı, duygusal travmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimliyordum yine.

Çok ağladım, günlerce yasını tuttum. Bana sarılıp teselli etmesini beklemiyordum artık ama onun da üzgün olduğunu görmek istemiştim. Üzülme ifadesi göremedim, öfkeden başka bir şey yoktu yüzünde.

Yalandan bile olsa üzgünüm demesini de kabul ederdim ben. Acı bir talihsizlik der, yıllarca taşımazdım bu yarayı ruhumda.

Koşturmasaymışım ben de ayağının altına doğru, ne yapsaymış! O gün ve her zaman suçluluk psikolojisi ektiler ruhuma hep.

Arkadaşımı bahçeye götürüp toprağa gömmek istediğimde zorla elimden alıp çöpe attı zavallı arkadaşımı.

Büyüdüm, evlendim, eşimi kaybettim. Sözde ‘‘ailemin’’ evine gittim, ‘‘daha gençsin, yine evlenirsin’’ dediler.

Sevginin, şefkatin, empatinin olmadığı bir aileyi reddettim, reddediyorum.
Ruhumu en çok yaralayanlar ‘‘ailem’’ olmuştur. Hayatım irili, ufaklı travmalarla dolu.

Bobo da öldü sonra, onu da ellerimle verdim toprağa.
Evlenmeden önce Bobo ve Mimi ile yaşadığımız evimi sattım, terk ettim o uğursuz, kötü şehri.

İnsan nüfusunun az olduğu, bir tarafımızda şehir merkezi, bir tarafımızda köy evleri olan, yüksek bir tepenin üzerine yaptırdığım müstakil bir evde yaşıyoruz Rex’le birlikte.
Yaşamak denirse tabii buna…

Nerede yaşadığımı bilmiyorlar. Senede bir iki defa özel numaradan ablamı arıyorum sadece.
Çok üzgün olduklarını, ağladıklarını söylüyor.

Komşuları ‘‘oğulları terk etmiş’’ diyorlarsa belki benim gidişime değil, düştükleri bu durumdan dolayı kendilerine üzülüyordur onlar.

Aile olmak, anne-baba olmak sadece cinsel birleşmeyle çocuk sahibi olmakla olmuyor değil mi?

İnsan sadece fiziki beden değildir, insan ruhtur özünde. Bu ailede, bu bedende doğmak benim tercihim değildi. Bana sormadı kimse!

Belki de melek, ruhumu yanlış bedene üfledi bedenim yüz yirmi günlükken.

Bu ailede, bu dünyada suçlu olarak açtım ben gözlerimi. Neyin cezasını çekiyorum, neyin intikamı alınıyor benden!

Çocukluğumdan yetişkinlik dönemime kadar içimdeki aile boşluğunu doldurmak için anne ve baba figürleri aradım kendime hep.

Edebiyatçılar ve sanatçılarla doldurmaya çalıştım bu boşluğu.
İnsanın içinde aile boşluğu olunca hayata baştan yenilmişlik duygusuyla başlıyor.

Yıllarca bir tarafım eksik, ruhumda sayısız yarayla savaştım hayatta. Çileli de olsa sayısız zaferim oldu. Şimdi burada yaşıyorum; nispeten daha temiz kalabilmiş, tam dönüştürülememiş insanlar var burada.

Ne insanlar tanıdım, çok azı temiz kalabildi. Bir süre sonra onların da dönüştürüldüğüne şahit oldum.
Seni de dönüştürebilirlerse ‘‘uyumlu’’ olursun onların gözünde.

Yılanlar, onların da temiz ruhlarına nefret, hırs tohumları ektiler. Sevgiye inançlarını korusaydılar, ışıkları sönmezdi.

Çok azı sevgi ışığını koruyabiliyor. Onların da kimisi benim gibi kaçıyor, kimileri de odalarda edebiyatla ve sanatla parlatmaya uğraşıyorlar ışıklarını.

Rex’le burada tanıştık. Onun hikayesi de çok trajiktir.

Onu şehir merkezinde alışveriş yaptığım kasabın önünde görüyor, kafasını okşayıp içeri giriyordum.
Bir gün merak edip hikayesini sordum kasaba. Tabii o zamanlar adı Rex değildi henüz.

Yalnız yaşayan yaşlı bir kadın varmış. Kasap onun evine sürekli et siparişleri götürüyormuş.
Biraz aksi, asık suratlı bir kadınmış ama iyi bahşiş verirmiş.

Bir gün yine sipariş götürdüğünde kadın bu kez kucağında küçük bir köpekle, gülücükler saçarak açmış kapıyı.
‘‘Köpek, kadına iyi gelmişti’’ demişti kasap.
Yaşlı kadının başka bir şehirde yaşayan kızı, annesi kendini yalnız hissetmesin diye getirmiş bu köpeği.

Kasap ‘‘Kızı vefasız evlatmış ki annesini yanına almıyor, buralarda yalnızlığa mahkum ediyordu kadıncağızı’’ demişti.

Bir gün yaşlı kadın 1 hafta boyunca sipariş vermeyince, merak eden kasap, kadının evine gittiğinde onun ölüsüyle karşılaşmış.Çilingire açtırmışlar kapıyı.

Sahipsiz kalan köpeği de kasap sahiplenmiş.
Sonra çevre esnaflardan birinin dişi Golden köpeğiyle çiftleştirmişler.
Dokuz tane yavruları olmuş. Anne köpeğin sahibi, yavrulardan altı tanesini alıp, anneyi ve üç yavrusunu kasabın karşısındaki marketin sahibine bırakmış.
Market’in köşesinde, duvara bitişik kulübeleri vardı Rex ve ailesinin.

Kasabın önünde beklemesinin nedeni, günlük istihkakını alıp yuvasına götürmekmiş, sonradan öğrenmiştim.

Rex’i, Rex yapan korkunç felaketin yaşandığı gün, ben yine alışveriş için şehir merkezine indiğimde o yine kasabın önünde bekliyordu.

Ben onu severken kasap elinde poşetle çıkarak poşeti ona verdi.
Yemeği aldıktan sonra yolun karşısına geçmek için araç geçişlerini kontrol ederken biz de gülerek onu izliyorduk.

Yolun karşısında babalarını gören yavrular bir anda yola fırladılar, onları durdurmak için peşlerinden anneleri de fırladı. İşte o an yaşandı acı felaket. Bir kamyon, üç yavruyu ve Rex’in eşini ezerek paramparça etti.

Bu acı manzaraya bakmayı yüreğimiz kaldırmadı, elimizi yüzümüze götürerek gözlerimizi kapattık.
Rex’in feryatlarını, çığlıklarını duyunca tekrar açtık.

Acılar içinde, çocuklarının ve eşinin parçaları arasında koşturuyordu. Bu manzara karşısında ben de şoka girmiştim. Kulaklarım sağır olmuştu sanki.

Nedendir bilmiyorum; kafamın içinde sadece Mozart’ın, Rex tremendae majestatis eseri yankılanıyordu o an. O gün zavallı dostuma adını koydum.

Rex’e bu yüzden kaderdaşım diyorum işte. Daha önce benim yaşadıklarımı yaşıyordu şimdi zavallı.
Onu benden iyi kimse anlayamazdı.

Tam bir vahşetti bu. Rex’e sarıldım, sakinleştirmeye çalıştım. İkimiz de tir tir titriyorduk, hüngür hüngür ağladık birlikte. O günden sonra beraber yaşamaya başladık.

O günün travmasını hala atlatamadık. Bazen göz göze geldiğimizde, birbirimizin gözlerinde o acılı günün izlerini görüyoruz hala.

Benim tek dostum, ailemin tek üyesi Rex’dir. Ruhlarımızda taşıdığımız kanayan yaralarla yaşıyoruz.
Belki de o olmasaydı, hayata bu kadar güçlü tutunamazdım. Kaderlerimiz, kederlerimiz buluşturdu bizi.

Yaşlı sayılır artık, en fazla beş sene daha yaşar. Ben de 32 yaşımdayım, öldüğünde 37 olurum en fazla. Evimde birilerinin beni ölmüş halde bulacağı yaşta olmuyorum yani.

İntihar filan edersem belki… Ona sorsam onun da yaşamaya pek gönlü yoktur aslında.

Bazen Rex’le ormanda yürüyüş yaparken keşke bir canavar gelse de ikimizi aynı anda öldürse diyorum. Bir zahmetten kurtulurduk bari.

Sahi bugün orman gezisi günümüz. Öğlen olmuş! Gidip duş alayım, üzerimi giyinip şehre inelim.
Rex kahvaltısını çoktan yapmıştır da benim karnım zil çalıyor. Kahvaltıdan sonra şehirde dolaşır, akşama doğru ormana gideriz.


Şehir merkezi çok kalabalıktı bugün. Malum, yaz tatili, okullar kapandı…
Her sene bu zamanlar akın akın yerli ve yabancı turistler geliyor buraya.

Bir kaçı fotoğrafımızı çektiler. Memleketine dönünce arkadaşlarına gösterip ‘‘ne kadar sefiller değil mi?’’ diyecekler. Belki biri ‘‘köpek sevimli ama’’ diyecek.

Yerli gezgin bir ailenin çocuğu Rex’i sevmek için yanımıza geldi.
Peşinden annesi de geldi. Yüzüme, gözlerime bakmadan, kibirli bir ses tonuyla ‘‘aşılarını yaptırıyor musun? Isırmasın çocuğu’’ dedi.

‘‘Isırmaz korkmayın’’ dedim. Gözlerini ayakkabılarımdan, üzerimdeki giysilerime, boynuma kadar gezdirip ‘‘ayh! bitli, pireli olmasın!’’ dedi. Kadına dik dik baktım. Ona baktığımı anlayınca kafasını kaldırıp gözlerime baktı.

Kadının gözlerinin içinden pis, ucuz ruhuna inip ‘‘senin gibi aşağılık bir canlı değil’’ dedim.

Kadın, kulaklarıyla duymasa da mesajı almış olacak ki ‘‘ayh! enerjimi düşürdüler iki dakikada, köpeği de kendisine benzetmiş’’ diyerek çocuğunu da alıp uzaklaştı.

Parkta oturmuş, dondurma yiyen genç sevgililer gördüm.
Kızın elindeki dondurmanın neyli olduğuna baktım. Vanilya, kakao koydurmuş külaha.

Benim bebeğim Vanilya, kakao, çilekli dondurma severdi.
Çocuklar gibi ağzının kenarlarına bulaştırarak yerdi.
Peçeteyle ağzını siler, ‘‘aşkım bakayım bir şey kalmış mı’’ der, dudaklarından öperdim.
‘‘hımm biraz çilek kalmış’’ derdim, gülerdik sonra.

Ben bunları hayal ederken sevgilisinin dondurmasına baktığımı gören adam ‘‘nereye bakıyorsun sen ya!’’ deyince kendime geldim.

Kız ‘‘ay yazık karınları aç herhalde’’ dedi.
Cebinden para çıkarıp bize doğru gelen gence ‘‘hayır hayır yanlış anladınız, çok üzgünüm, iyi günler’’ diyerek uzaklaştık oradan.

Parkın çayırlarına bağdaş kurmuş, şarkı söyleyen gençler vardı. Bir tanesi gitar çalıyordu.
Yanlarına yaklaştık. Bir iki dakika sonra bizi fark eden bir kız, yanında oturan arkadaşının kulağına fısıldayarak bizi işaret etti.

Yüzlerine irrite olmuş bir ifade takınarak bize baktılar. Elimi sakalıma götürdüm, üzerime baktım. Üzerimdeki kıyafetler biraz yerel kıyafetler olsa da irrite edecek kadar kötü değillerdi oysa ki.

Pis de değildim, ben çok titiz biriyim halbuki.
Kızların dikkatle bize baktığını gören gitarcı genç, şarkıyı kesip ‘‘gider misiniz buradan?’’ dedi.
Özür dileyerek ayrıldık oradan hemen.

En az o gitarcı gencin yaşı kadar müzisyenlik geçmişim vardı benim.
Jazz barlarda, doğaçlama müzik yaptığımız jazz trio grubumuz vardı.
Özel bir müzik okulunda müzik teorisi derslerine giriyordum.
Bir kaç reklam şirketi için reklam müzikleri yapıyordum.
Eşimi kaybettikten sonra müziği de bıraktım.
Bütün müzik aletlerimi satıp eşimin mezarını yaptırdım.

İnsanların sana verdiği değerin ölçüsü ancak gözleriyle görebildikleri kadardır. Kimse hikayenle ilgilenmez.

-Hadi Rex gidelim artık buradan. İnsanlar bizden rahatsız, biz onlardan…

Ormanı bu yüzden çok seviyoruz. İnsanların olmadığı huzurlu bir kaçış yeri bizim için orman.
Gerçi son zamanlarda göl kenarında ateş yakmış, tek başına oturan bir adam görüyoruz.
Belli ki o da bizim gibi huzur bulmak için gidiyor oraya.
Bir kaç kez yanına gidip tanışmak istesem de rahatsız edeceğimizi düşünerek vazgeçtim.
Hikayesini dinlemeyi çok istiyorum açıkçası.
Eminim onun hikayesi de bizimki gibi acılarla doludur.
Belki de psikopatın tekidir. Her iki ihtimalde de tanışmaya değer.
Psikopat olması bizim işimize gelir aslında. Belki bizi öldürüp göle atar da kurtuluruz.

-Hadi Rex daha hızlı yürüyelim. Meçhul adamla tanışmak istiyorum bu akşam.

İşte adam yine orada!

Her zamanki gibi ateş yakmış oturuyor. Onun olduğu yere doğru yönelince bizi fark edip ayağa kalktı.
Kısa boylu, zayıf, çelimsiz, sinek kaydı tıraşlı bir adam.

Meleğim, beni sakallı görmek istemezdi,’‘yüzüme batıyor’’ derdi. Sakal sevmiyordu, her gün tıraş olurdum. Ben de sevmezdim zaten sakallı olmayı.
Şimdi iki ayda bir ancak tıraş oluyorum. Benim için pek anlamı olan bir şey değil artık tıraş olmak.

Aramızda on beş metre var, ağır ağır yaklaşıyoruz. Avuç içimi göstererek ‘‘Merhaba’’ diye seslendim.

Aramızda on metre mesafe kaldı. Cevap vermedi. Yüzüne doğru bakıyorum.

Kafasını bir bana, bir Rex’e çevirip bakıyor. Yaklaşmaya devam ediyoruz. Beş metre kaldı aramızda.

Sanki bizden korkmuş gibi bir hali var.

‘‘Sizi rahatsız etmek istemiyoruz ama sizinle birlikte oturmamıza izin verirseniz seviniriz’’ dedim.

Yine cevap vermedi. Üzerinde siyah takım elbise var.
Ceketinin yakasını yukarı kaldırmış, yakasının iç astarı görünüyordu.
Üzerinde açık mavi renk şeritleri olan beyaz bir gömlek var.

Önüne kadar geldik, durduk. ‘‘özür dilerim, galiba rahatsız ettik sizi’’ dedim.

‘‘yok hayır buyurun, şaşırdım sadece’’ dedi.
Ürkek bir tavrı vardı. Elimi uzatarak kendimi ve Rex’i tanıttım.

‘‘Memnun oldum, ben de Kafka’’ dedi. ‘‘İsminiz güzelmiş’’ dedim, teşekkür etti.
Nazik bir beyefendiymiş Kafka. Hiç psikopata benzemiyor.

Büyük kaya parçasını işaret ederek ‘‘oraya oturabilirsin’’ dedi.
Sonra kendisi de oturup bir sigara yaktı, bir tane de bana uzattı, ben de yaktım bir sigara.
Rex de yanıma, toprağın üzerine oturdu.

Kafka, ateşe bir kaç odun parçası attı.
Uzun bir değnekle ateşi karıştırmaya başladı. ‘‘akşamları serin oluyor buralar’’ dedim.
Ses çıkarmadan kafasını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı.

Elimi Rex’in başına uzatarak onu sevmeye başladım.

Cırcır böcekleri, kurbağalar, yanan odun parçalarının çatırdaması ve ince ince esen rüzgarın oynattığı yaprakların hışır hışır çıkardığı sesler birbirine karışıyor, Kafka’nın sessizliğine
doğal bir fon müziği oluşturuyordu.

‘‘Sizi şehirde ya da köyde gördüğümü hatırlamıyorum, burada mı yaşıyorsunuz?’’ diyerek sessizliği bozdum.

Bir süre cevap vermeden, elindeki değnekle ateşi karıştırmaya devam etti.
Sanki konuşmak istemiyor gibi bir hali var.

(Kafka) Köy evlerinin sol tarafında kalan tepenin üzerindeki küçük evde yaşıyorum.

(Ben) Öyle mi? Biz de köyün sağ tarafında kalan tepenin üzerindeki evde yaşıyoruz.

Tepki vermeden, elindeki değnekle ateşle oynamaya devam etti.
Ateşi karıştırmak gerekmiyordu aslında, öylesine kendini ateşle meşgul ediyordu.

Bana güvenmiyor, o yüzden konuşmak istemiyor diye düşünüyorum.

Sanki benim anlatmamı bekliyor.
Göz göze geldiğimizde, gözlerini hemen kaçırıyor, göz teması kuramıyordu.
Ruhunun derinliklerindeki suçluluk psikolojisini gizlemeye çalışıyordu.

Tahmin ettiğim gibi onun da ruhu acılarla doluydu.

(Ben) Kafka, istersen ben biraz kendimizden bahsedeyim.

(Elindeki değneği kenara koyup, ellerini bağlayarak, bakışlarını bana yöneltti. ‘‘Nihayet’’ der gibi…)

Ta çocukluğumdan başlayarak, buraya neden kaçtığım, Rex’in hikayesine, bu akşam buraya gelmeden önce şehirdeki insanların bize davranış biçimine kadar her şeyi anlattım Kafka’ya.

(Ben) İşte böyle sevgili Kafka. Biz şehirde gördüğün ya da köydeki insanlardan değiliz.
Biz acılar içinde kıvranan, birilerinin bizi öldürmesini bekleyen yaralı, zayıf ruhlarız.

Kafamı kaldırdığımda, Kafka da ağlıyordu. Ayağa kalkıp yanıma geldi. Ben de ayağa kalktım.

Bana sarıldı, şaşırdım. Ben de Kafka’ya sarıldım. ‘‘Hoş geldiniz dostlarım, hoş geldiniz’’ dedi.

Bizim ayağa kalktığımızı görünce Rex’te ayağa kalkmıştı. Kafka, beni bırakıp onun önünde eğilerek,
başını iki elinin avuçları arasına alıp onu alnından öptü.

Tam anlamıyla şimdi kabullenmişti bizim yanındaki varlığımızı.

‘‘Biliyor musunuz benim can dostumun adı da Max. Rex ve Max, benzerlik işte’’ dedi Kafka.

Ben ‘‘Öyle mi? Onun cinsi ne? Yoksa Golden mı o da?’’ deyince, Gülerek ‘‘hayır, o bir insan’’ dedi ve yerine oturdu. Gülüştük.

Bana bir sigara daha uzattı. Bu defa çok daha içten ve istekli uzattı sigarayı.
Önce benim sigaramı sonra kendi sigarasını yaktı.

Eline değneği alarak ateşle oynamaya başladı yine. Bir değnek de ben alıp bende ateşle oynama başladım. Bir elimizle sigara tüttürürken diğer elimizle ateşle oyalanıyorduk.

Bir kaç dakika sessizce devam ettik öyle. Sonra ceketini çıkarıp katladı, çantasının üzerine koydu. Değneği tekrar alarak ateşle oynamaya devam etti.
Sigarasından derin bir nefes çekerek dumanı ateşe doğru üfledi.

Yanan ateşe bakan gözlerini bana çevirdi, göz göze bakıştık bir iki saniye, sanki bir kaç dakika önceki sessizliğimizde aramızda bir anlaşma sağlanmışçasına başını aşağı yukarı sallayarak anlaşmayı onayladı.

Birazdan konuşmaya başlayacak gibi kısa kısa öksürdükten sonra;

(Kafka)

Bir keresinde gece vakti ‘‘su’’ diye sesleniyordum anneme, babama. Vücudum terler içinde, dehşet verici bir kabustan uyanmıştım.

Elbette yataktan kalkıp suyu kendim alabilirdim.
O an en çok muhtaç olduğum şey koruyan, kollayan, yanımda olduğunu hissettiren, alnımdaki teri silip, şefkatle sarılan, merhametli bir anne-baba kucağı idi.

Birkaç dakika sonra hızlı adımlarla, koştururcasına babam girdi odama.
Kolumdan sertçe kavrayıp beni sürükleyerek, üzerimdeki incecik gecelikle balkona savurdu küçük bedenimi.

‘‘bir daha gecenin vaktinde kendi suyunu kendin alıp içmez, bağırıp bizi uyandırırsan seni balkona değil ahıra kilitlerim’’ diye tehdit ederek, kapıyı sertçe kapatıp, beni oraya hapsetti.

Yaklaşık bir saat sonra annem gelip sert bir ses tonuyla ‘‘çık hadi dışarı, yatağına yat, bir daha da bağırma gece gece!’’ dedi.

Bu olayın içimde açtığı ağır tahribatla, yıllar sonra bile, beni en çok sevmesi gereken adamın yani babamın gözünde böylesi bir hiç olduğumu düşünerek azap çektim.

Anlamsızca su isteyip durmanın bana göre doğallığıyla, küçük bir çocuğun balkona hapsedilmesinin olağan dışı korkutuculuğunu, kendi doğam gereği hiçbir zaman doğru ilişki içine sokmayı başaramadım.

Psikolojik şiddetin türlü çeşidini ailemden gördüm ben. Hiçbir zaman, hiçbir şeye itiraz edemedim. Konuşmayı unuttum. ‘‘tek bir itiraz yok!’’ tehdidi ve yanı sıra kalkan el, o zamandan beri bırakmadı peşimi.

Tıkanan, kekeleyen bir konuşma tarzı edindim.
Sonunda sustum, önceleri belki inattan, daha sonra ise onların karşısında ne düşünebildiğim ne de konuşabildiğim için.

Ve benim asıl eğitmenim ailem olduğu için de, hayatımın her alanını etkiledi bu.

Birkaç defa evlilik girişimim oldu.
Gerçekte evlilik girişimleri, ailemden kaçmak için en görkemli ve umut verici bir çabaya dönüştü.

Ailemden aldığım eğitimin bir yan sonucu olarak betimlediğim tüm olumsuz güçlerde, yani zayıflık, öz güven yoksunluğu, suçluluk psikolojisi de, neredeyse öfkeyle birleşiyor ve evlilikle benim arama
tam anlamıyla bir zincir çekiyordu.

Hatta bir defasında aynı kadınla iki defa nişanlanmama rağmen, evlilik girişimim yine başarısızlıkla sonuçlandı.

Evlenmek, bir aile kurmak, gelecek tüm çocukları kabullenmek, onları bu güvensiz dünyada yaşatmak ve hatta biraz da yol göstermek, benim inancıma göre bir insanın başarabileceği en yüce şeydir.

Bir gün, tam da aşka olan inancımı ve tüm umutlarımı kaybetmişken, Milena ile karşılaştım.
İçimde sönen aşk ateşi yeniden alevlendi, umutlarım yeniden yeşerdi.

Milena, melek yüzlü Milena’m! Onu görünce olduğum yerde, kaldırımda donup kalmıştım.

İki eliyle büyükçe bir tencerenin askısına sarılmış, taşımakta zorlanarak bana doğru yaklaşıyordu.

Aramızda birkaç metre kalmıştı. Tencereyi yere koyup, ellerini beline götürdü.
Aşkın, içimde yarattığı coşku ve öz güvenle yanına gittim. ''Merhaba, ben Kafka.

İzin verirseniz tencereyi taşımanıza yardım etmek istiyorum’’ dedim.

‘‘ah çok teşekkür ederim ama zaten gideceğim yer çok yakın’’ dedi.

‘‘lütfen izin verin size yardım edeyim’’ dedim tekrar.

Gülerek ‘‘peki o zaman’’ dedi.

Kaldırmak için tencereye elimi attığımda ben de kaldırmakta zorlandım.

Adım bile atamıyordum, çok utandım.
Düştüğüm durum nedeniyle utandığımı fark eden Milena, tencereyi tutarak ‘‘birlikte taşıyalım’’ dedi.

Birlikte taşımaya başladık. ‘‘bu arada benim adım da Milena’’ dedi.

Bir yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalışıyormuş.

Evsizlere, yardıma muhtaçlara yemek ve giyecek yardımları götürüyorlarmış.
Birlikte, yoksul bir ailenin evine bıraktık yemeği.

Onun da benden hoşlandığını hissetmiştim. Sık sık görüşmeye başladık. Bir ay sonra sevgili olduk.

Onunla evlenmek istiyor fakat evlenme teklif etmeye cesaret edemiyordum.

Reddedilmekten korkuyordum. Bir başarısızlığı daha kaldıramazdım.

Neyse ki Milena onunla evlenmek istediğimi fakat ona söylemeye cesaret edemediğimi anlamış, o bana evlenme teklif etmişti.

Birkaç gün sonra evlendik. Çok mutluyduk.

Evlendikten beş ay sonra üç ay arayla önce babam sonra annem öldü.
Hayatımda Milena varken, onların ölümüne üzülmedim bile.

Evlilik yıl dönümümüz yaklaştığında , civardaki en nezih restoranları araştırıyor, ne hediye alacağımı düşünüyordum.

Yıl dönümümüz gelmişti.Her şey hazırdı, hediyesini evde vermek istiyordum.

Hazırlanmasını söyleyerek, hediyesini almak için dışarı çıktım.

Döndüğümde, itfaiye araçları ve meraklı halk topluğu doluşmuştu evimizin önünde.

(Kafka ağlayarak anlatmaya devam ediyor)

Irkçı faşistler evimizi kundaklamış. Milena’mı diri diri yakmışlar.

(Kafka) Buraya ölmek için geldim ben sevgili dostum.

Bu gölün kenarına her geldiğimde bu defa ayaklarıma taş bağlayıp atlayacağım diyorum ama bunu bile yapamıyorum.

Böyle de korkak biriyim işte.

(Ben) Kafka, çok üzgünüm dostum. İnan ben de daha fazla yaşamak istemiyorum.
Artık dayanacak gücüm kalmadı benim de.
Her gece yattığımda, rüyamda eşimi görebilmek için çabalayıp duruyorum.
Olmuyor, başaramıyorum.
Her sabah uyandığımda acım katlanarak çoğalıyor.
Rex olmasaydı bu güne kadar çoktan intihar ederdim ben.

(Kafka) Tanrının varlığına inanır mısın? Ona hiç neden tanrım diye sordun mu?

(Ben) Tanrının var olduğuna inanıyorum fakat hiç bir sorumun cevabını alamadım.

(Kafka) Öyleyse gidip soralım dostum.

(Ben) Kafka, ben zaten dünden razıyım ama Rex ne olacak?

(Kafka ile birlikte gözlerimizi Rex’e çevirdik)

(Kafka) İstersen Rex, tek dostunun, yani senin ölümünü izler sonra o da bir kamyonun altına atar kendini, acılar içinde kıvranarak ölür. İstersen onu da yanımızda götürürüz. Karar sizin.

(Ben) Peki nasıl yapacağız?

(Kafka çantasını eline alıp içinden çıkardığı dosyaları ateşe atıyor)

(Kafka) Bunlar benim yazdığım kitaplar sevgili dostum.
Yakması için Max’e bırakacaktım ama ona güvenmiyorum.
O bir insan neticede, köpek değil. Ben öldükten sonra bunları yakmaya kıyamayıp yayımlar o.

(Kafka, dosyaların hepsini yaktıktan sonra çantanın içinden halatlar ve balıkçı ağları çıkarıyor)

(Kafka) Bu ağların içine kaya parçalarını dolduracağız, halatların bir uçlarını belimize, diğer uçlarını ağlara bağlayacağız. Üçümüz yan yana bağlı halde önce ağları atacağız göle, peşinden de biz atlayacağız.

(Ben) Tamam hadi başlayalım. Gel buraya Rex! Canım dostum benim. Sonunda eşlerimize kavuşacağız.

Her şeyi hazırladık. İçleri taşlarla dolu ağları göl kenarına taşıdık.
Taşları ayağımızla itip, ağlarla birlikte Kafka solda, Rex ortamızda, ben de sağ tarafta, taşların ağırlığıyla gölün dibini boylayacağız.

Halatları kendimize sıkıca bağladık.

(Kafka) Sizlerle birlikte sonsuzluğa yürümekten çok mutluyum dostlarım. Biraz sonra kadınlarımıza kavuşacağız. Kadınlarımız acılar çekerek öldüler, onların acısı gerçekti ama bizim acılarımız daha fazlaydı.

Rex’i sıkı sıkı tutup Kafka ile beraber aynı anda taşları ayağımızla göle ittik.

Taşlar gölün içine dalar dalmaz üçümüz aynı anda atladık göle.

Su çok soğuk!

Gözlerimi kapattım. Çocukluktan kalan bir alışkanlık olacak ki nefesimi de tuttum.

Rex çırpınıyor.

Kafka’ya dokunamıyorum.

Nefesimi daha fazla tutamayacağım.

Ayaklarımız yere değdi.

Zemin çok yumuşak.

Ayaklarım gömülüyor.

Rex hareketsizleşti.

İşte yine kafamın içinde Rex tremendae duymaya başladım.

Cennette görüşeceğiz dostum.

Nefesim tükendi.

Ölüyorum.

Meleğim, geliy…

2 Beğeni