Adam, Likör ve Kadın

Realist teknikle, sade bir dille yazdığım öykülerden. Her türlü yoruma açığım.

Adam, Likör ve Kadın

Sandalını sahile çektikten sonra olta takımını topladı. Tam tepesindeki güneş kumları kavururken adam, balık tutamamanın kederiyle kumsalda ağır ağır yürüyordu. “Başka zamana.” diye düşündü. İki haftadır denize açılıyor, öğlene kadar bir şey yakalayamadan geri dönüyordu.

Kıvırdığı pantolon paçalarını indirip hasır şapkasını eline aldı. Sahil boştu. “Başka zamana.” Sahilin ileri yakasındaki iskelede, otel müşterilerinin denize atlayışlarını seyretti. İki genç yan yana durmuş, önlerinde uzanan suya bakıyordu. Soldaki atladı. Tecrübesizdi. Karnının üstüne, kurbanlık bir koyun gibi düştü. İskelede onu izleyen arkadaşı güldü. Ardından o da atladı. İskelenin kumsala uzanan kısmında şezlonglarda yatan insanlar; soğuk bira, viski, kokteyl içen insanlar; ayakta duran veya tahta sandalyeye oturmuş, birbirleriyle muhabbet eden insanlar ve tatile gelmiş olmanın sevinciyle yerinde duramayan çocuklar vardı.

Denizler de parsellenmişti. Plajın halka açık kısmı en onlarak yüz metre ya var ya yoktu. Bu ağılın sınırlarını iki otelin dubalara bağlanmış ipleri belirliyordu. Adamın sağındaki otelin sularında iki sürat teknesi ve bir jet ski, kıyıdaki küçük iskelenin ayağına bağlanmıştı. Hudutun otel tarafında, halka açık plajı görecek şekilde bir tabela asılıydı: Buraya geçmeyiniz.

Adam, plajın girişine dikilmiş şezlonglarda yatan gence el işareti yapıp yanına çağırdı. Sandalı barakaya koymasını tembihledikten sonra ona beş lira verdi. Sandalın yanına giden gence göz attıktan sonra plajdan çıkıp çakıllı yolda yürüdü. Zincirle bağladığı bisikletini direkten aldı. Olta takımı sırtında, kanal ve sazlıkların süslediği yolda ilerlemeye başladı. Beldeyi çıkınca kavşaktan sola sapıp kanalları takip etmeyi sürdürdü. Kanalların kenarında durmuş arabalar, arabalardan inip kendisini dağlardan gelen soğuk kanal suyuna atan çiftçiler, kanalların bittiği yerlerde yükselmeye başlayan saman balyaları, inekler, kerpiç ve kumdan yapılmış evlerin doldurduğu yolda, Toros eteklerini dolduran garig ve makiler eşliğinde bisikletini süren adam, Boğazkent’in virajlı ve dar yollarını geçerken eriyen asfaltın kokusu alabiliyordu.

Boğazkent’i geçip anayola geldiğinde ikindi olmuştu. “Likör içmeli.” dedi kırmızı ışıkta beklerken. “Buzlu bir likör, bu havanın ilacı.” Yeşil ışık yandı. Adam kaldırımla yolun birleştiği yerden ilerledi. Kaldırımın bitişiğindeki mağazadan sağa sapıp mahallesine girdi.

Mahallenin sağı, solu, her yanı seralarla, tarlalarla, zeytin ağaçlarıyla, kümeslerle doluydu. Yol bozuktu fakat, asfaltı yenilemek yerine yolun üstüne yama yapılmıştı.

Adam, pedallamayı bıraktı. Evine gelmişti. Demir kapıyı açıp bahçesine girdi. Bisikletini odunluğa, çardak denir buralarda, yerleştirip olta takımı tekrar sırtlandı. Adamın karısı, ikinci katın balkonundan kocasının geldiğini gördü.

“Yine mi yok bir şeyler?” diye sordu kadın.
“Yok.” diye hayıflandı adam. “İki haftadır yok. Mayıstaki balıkların hiçbiri yok.”
“Şanssızlık.” elindeki kahve fincanını masaya bıraktı. Adam, karşısında oturuyordu. Eski, kısa kollu, mavi bir gömlek; ince, keten, gri bir pantolon; hasırdan bir şapka; beyazlamış seyrek sakallar ve beyaz, gür saçlar… Adam kıyafetlerinin içinde küçülüyordu.

“Kahve?” diye sordu kadın. Fakat adam cevaplamadı. Esen lodosun tatlığı ve denizin verdiği yorgunlukla mayışmıştı. Gözleri kah açılıyor, kah kapanıyordu. Kadın fincanı göstererek tekrar sordu:
“Kahve?”

Adam uykudan aniden uyandırılmış gibi sarsıldı. Birkaç saniyeliğine boş bakışlarla karısını ve karısının elindeki kahve fincanını izledi:

“Hayır, hayır. Likör içeceğim.”
“Getireyim mi?”
“Valla çok iyi olur.” kadın kalkıp mutfağa girince arkasından seslendi:
“Narlı olandan. Buz da koy lütfen.”

Adam likörünü yudumladı, gözlerini kapattı. Alkolü özümsüyordu. Kendi likörünü kendisi yapıyordu. Bardağı sallayıp buzların bardağa çarpışını dinledi. Gömleğinin cebinden bir sigara paketi çıkardı. Karısıyla beraber sigara yaktılar.

“Balık tutamadığın için üzülme, değmez.” dedi kadın. Sigarasından bir nefes aldı.
“Zırva.” adam likör bardağında kalanı içti.
“Sorun bende mi, denizde mi? Bende mi? Sanmıyorum. Yemlerimi kaç kez değiştirdim. Ekmek içiyle barajda avlanırken kefal falan geliyordu.” sigarasını kül tablasından alıp derin bir nefes çekti.
“İlk önce ırmaktan balık gelmemeye başladı. Bezelye, kurt… Denedim, olmadı. Denize gittim. Öğlene kadar bekliyor, ufak tefek alıyordum. Ardından açılıp büyük bir kuzu tutunca, aha dedim şansım döndü. Ama yok.”
“Suları mahvettiler.” dedi kadın. “Kabahat sende değil. Sadece kuruntu yapıyorsun.” adam, kadının suratına dikkatlice baktı.
“Emekli olduk. Sen balığa gittin, ben oturdum. Kimi zaman bir balıkla döndün, kimi zaman eli boş…”
“Sadede gel.” diye çıkıştı adam. Karısının yaşlandığını ima edeceğinden besbelli korkuyordu.
“Likör ister misin?” kadın ortamı yumuşatmak istiyordu.
“Hayır, sen anlat önce.”
“Uzun lafın kısası… Kuruntu yapıp duruyorsun. Eve geliyorsun, surat beş karış. Yemek yiyoruz, surat beş karış. Allah’ın belası balık, oltana vurmuyor diye değil bunlar.” birkaç saniyeliiğine durakladı.
“Boşluğa düştüğünü biliyorum. Oğlumuzu göndermek zorunda kaldığını, engelleyemeyeceğimizi bildiğini biliyorum.”

Adam, yaşlılığına dem vurulmadığı için bir nebze sevindi. Fakat bunu karısına belli etmemek için ciddi görünmeye gayret etti.
“Hepsi geçer.” dedi kadın.
“Geçer mi?” diye şüpheyle sordu adam.
“Mutlak olmasa da geçer.”
“Çok umutlusun.”
“Öyle olmak zorundayım.”
“Neden?”
Kadın sigarasını söndürdü:
“Çünkü bir kadınım.”
“Biz erkekler, pek umutlu olamıyoruz.”
“Neden?”
“Önce likör.” dedi adam. Gülüştüler. Bardağını kadına uzattı. Kadının balkon kapısından mutfağa girişini seyretti.

Kadın, likör dolu bardağı adama uzattı. Adam, kafasıyla teşekkür etti.
“Devam etsene.” dedi kadın.
“Neye?”
“Erkekler neden umutsuz olur?”
“O mesele.” adam liköründen küçük bir yudum aldı. Elinin tersiyle ağzını sildi.
“Çünkü gerçekleri bilirler.”
“Bu kadar mı?”
“Biraz da içgüdüsel. İşin kötü biteceğini bilmek genlerimizde var.”
“Ya biz?” diye sordu kadın. Birbirlerine baktılar.
“Biz gerçekleri göremez miyiz?”
“Görüyor musun?”
“İstemiyorum.”
“Ben de.”
“Ama gördüğünü söylemiştin.”
“İstemesem de engel olamıyorum.”

Adam likörünü içmeye devam etti. Kadın, kendisine bir bardak çay doldurdu, bir küp şeker attı.
“Kılıç balığı avlayabilir misin?” diye sordu kadın. Adam homurdandı. Lodosun uçurduğu bulutları seyrediyordu.
“Bilemem.” dedi. “Çok açılmak lazım.”
“Açılamaz mısın?”
“Tek başıma zor.”
“Şansının döneceğine inanıyorum.”

Adam, kadının bakışlarını süzdü. Dalga mı geçiyor, diye düşündü. Dalga geçmez, demek ki inanıyor. Benim gibi bir sefilin umudu var mıdır ki? Tek başıma, küçük bir sandalla açılmak mı? En azından motorlu bir botum olsaydı.

“Belki üstesinden gelebilirim.”
“Benim için yapabilir misin bunu?”
“Nereden çıktı bu?”
“Yapabilir misin diye merak ettim. Kızma.”
“Kızdığımdan değil.” dedi adam. “Aniden isteyince şaşırdım.”
“Benim için yapar mıydın diye düşünmüştüm.” dedi kadın.
“Yapardım.”
“Onu alt edebileceğine inanıyor musun?”
“İnsanlar pes etmek için yaratılmadı. Savaşmak için yaratıldı.”
“Öleceğini bile bile savaşmak mantıklı mı?”
“Savaşarak ölmedikten sonra ne anlamı var ölmenin? Feda olmaksızın kupkuru yaşamanın mezarda yatmaktan ne farkı var?”
“Mesele yalnızca yaşamak değil mi? Yalnızca yaşamak.”
“Aptalca.” dedi adam. “Yaşamak ile hayatta kalmak arasında çok fark vardır.”
“Ama senden umutluyum.” dedi kadın.
“Neden?” diye sordu adam. Kadın cevaplamadı. Adam, elini karısının saçları arasında daldırdı. “Kadın olduğun için mi?”
“Hayır.” dedi kadın. Elini, saçlarının arasında gezinen elin üstüne koydu.
“Sana inandığım için.”
“Balık konusunda mı inanıyorsun?” diyince adam, kadın kahkaha attı. Adam sadece gülümsedi. Likörünü yudumladı. “Kılıç balığı konusundaysa…” gözlerini belertti adam. “Yaşlanmış olabilirim. Ama denemeye çekineceğimi sanıyorsan hata edersin. Şimdi bile açılabilirim.”
“Öylesine söylemiştim. Zaten kılıç balığı avlayan birisini duymuştum. Balığı yakalayıp sandalına bağlamış fakat kıyıya ulaştıramadan köpek balıkları balıkçının avını hiç etmiş.”
“Ya!” adam gülümsedi fakat çekinmişti.
“Sen getirebilir misin ki?”
“Bilemem.” diye cevapladı adam. Likörünü bitirdi. Karısının yanağını öptü.
“Bu yaz gününde narlı narlı ne güzel kokuyor bu.”

Adam likör bardağını kadına uzattı. Kadın, likör doldurmak için içeriye tekrar gitti.

1 Beğeni

Merhaba,

Kısa cümlelerin art arda bu kadar sık kullanılması beni biraz rahatsız etti. Belki birkaçı birleştirilebilir.

Çok alakasız gibi gelebilir ama söylemeden geçemeyeceğim: Yama metodu yol bakım ve onarımı işinde sıklıkla kullanılan bir metoddur. Bozuk her yol baştan yenilense bunun maliyeti epey fazla olurdu :slight_smile: Eğer size göre yol yamayla kurtulunamayacak kadar fazla yerden deformasyona uğramışsa, ben burada bir tık fazla ayrıntı ve betimleme görmeyi beklerdim.

Ünsüz yumuşaması konusunda birkaç hata gördüm. “Pakedi” değil “paketi”, “sadete gel” değil “sadede gel” olmalıydı.

Adam ve karısının konuşmalarını bana biraz yapay geldi. Gözümde yaşlıca bir çift canlandı ve bu kadar süredir birlikte olan bir çiftin böyle felsefi konuşmalar yapması pek olası değil diye düşünüyorum; özellikle “Kadınlar neden umutludur, erkekler değildir” kısmı. Ben bu tarz bir konuşmayı yeni tanışan genç bir çifte yakıştırırdım.

Sade anlatımı çok severim, siz bu konuda fazlasıyla başarılıydınız. Başladığım anda aklıma - elbette - “Yaşlı Adam ve Deniz” geldi; öykünün sonundaki göndermeniz, yalnızca bu kitabı okuyam birinin anlayabileceği çok hoş bir değinme olmuş.

Elinize sağlık.

1 Beğeni

Yorumunuz için çok teşekkürler. Eleştirilerinizi büyük bir dikkatle okudum, hepsini göz önüne alacağım.

Bizim oralarda yollar yıllardır yamalanıp durduğu için belirtmek istemiştim. Dediğiniz gibi daha iyi anlatabilirmişim.

Tekrardan teşekkür ederim.

1 Beğeni