Alaz3.txt

Beyaz kulenin ucu ufukta göründüğünde 3 haftadır yolculuk ediyordum. Suyum bir gün önce tükenmişti. Tuzlanmış et vardı yanımda, ama su yokken yemek imkansızdı. O susuzluk içerisinde kule tek umudumdu, yorgun adımlarımı kuleye yönelttim. Uçsuz bucaksız bir tuz çölünün ortasında bu fildişi kulenin ne aradığıysa çok sonradan aklıma gelen bir soru olmuştu. Kuleye yaklaşınca tanımadığım bitkilerle dolu düzenli ve bakımlı bir bahçeyle çevrelendiğini gördüm. Uzun boylu bitkilerin arasından kır saçlarıyla yaşlıca bir adam çıktı. Susuzluktan çatlamış sesimle selam verdim: “Toprağın bereketli olsun”. Sesimi ben bile zor duyuyordum ama o beni anlamıştı. “Uzun yaşayasın yabancı. Ölü gibi görünüyorsun. İçeri gel, su var, yahni de ocakta; o hazır olana kadar peynirle açlığını bastır.” Konuşacak mecalim yoktu, adamla kuleye yürümeye başladım. Yakından bakınca kulenin yekpare fildişinden oyulmuş olduğunu farkettim. Zihnim o zaman bulanıktı, hatıralarım pek net değil. Ama dişinden bu devasa kulenin oyulabileceği hayvanın büyüklüğünü tahmin etmeye çalıştığımı hatırlıyorum hayal meyal. İçeri girince yaşlı adam bana içindekini gösteren büyükçe bir kap verdi, sonuna kadar içtim. İkram ettiği peynirden yedim. “Gel, sana yatacağın yeri göstereyim.” dedi yaşlı adam zihnimi okumuşçasına. Başımı salladım, gösterdiği yere yattım.

Uyandığımda loş odada yatağımın yanında küçük bir oğlan duruyordu. 7-8 yaşlarında olmalıydı. Basit bir gömlek ve keten pantolon gitmişti. Saçları yoktu, kafa derisi ve yüzü yanık izleriyle kaplıydı. Gözleriyse… Sanki ağlamaklıydılar. Aynı zamanda biraz da boş. İnsanı biraz rahatsız eden ama kötü niyet hissettirmeyen bir bakıştı bu.

Şakağımdaki sürgün damgasına bakıyordu çocuk. “Adın ne?” diye sordu usulca. Sesi çocuk sesiydi. “Ben… Bilmiyorum. Sürgünlerden isimleri alınır.” “Anladım.” dedi çocuk. “Adım Alaz. Kulemi senin yoluna ben taşıdım. İmparatorunuza bir mesajım var.” Çocuk delirmiş olmalıydı. Ama nedense ona inanıyordum: “Ben bir sürgünüm, imparatorla konuşmak bir yana, hiçbir insana yaklaşamam bile”. “Demek öyle”. Kısa bir süre gözlerini kıstı, düşünceli bir yüz ifadesine büründü. “O halde şu anda iki seçeneğimiz var gibi görünüyor Bartek. Evet senin adın buydu. Ya seni değiştiririm ya da ben konuşmaya bizzat giderim. Ne diyorsun?” “Ben… Ben artık oraya dönmek istemiyorum.” “Anladım. O halde ben şafakta yola çıkacağım. Ben dönene kadar misafirimiz olabilirsin. Sonrasındaysa… Sonrasını düşüneceğiz.”


In medias res sevdamı sequel yerine prequel yazarak taçlandırdığım bu muhtemelen ilki kadar berbat devam(?) metnini de buraya utanmadan salıyorum.

4 Beğeni

Kaleminize sağlık. :slightly_smiling_face:

1 Beğeni