Allah'ın Yüzüncü Adı

Közlenen ateşin başında bağdaş kurmuş oturuyordu. Gece sessizdi, hava ıslak ve serindi, nehir durgundu. Çattığı kütükler tütüyordu. Gökte yükselen koyu kıvamlı duman simsiyah tüller halinde dağılıyordu. Ateşin odunların derisini yalayarak acısını yatıştıran okşayıcı sesi geliyordu derinden. Belli belirsiz bir mırıltı. Kütükler kıpkızıl kor parçaları. Işıltılar. Binlerce kor parçası. Ve binlerce ateşten alem saklıydı binlerce korun yüreğinde. O ateşi seyrediyordu, ateş de onu. Birbirlerinin yüzlerine öylece bakıyorlardı. Ateşin titrek kızıllığı şefkatle dokunduğu yüzünde oynaşıyordu. Kim olduğunu bilmiyordu.

Düşündü. Türkçe haricinde başını gözünü yara yara biraz Farsça ve biraz da sınır boylarında öğrendiği Nemçe dilinde konuşabiliyor, sağrısında daima bir ay lekesi taşıyan kula atını dizginlere hiç dokunmadan sadece dizleriyle kımıldatarak on fersah doludizgin sürebiliyor, Demirkazık’a bakarak yönünü, ayın menzillerine bakarak da talihini tayin edebiliyor, bir dikişte hiç soluksuz on insan ömrüne karşılık gelecek şarabı midesine indirebiliyordu. Kıl çadırından, ata yadigarı kabzası oynayan kılıçtan ve yedi baş koyunla iki bodur attan başka hiçbir şeyi olmayan göçebe bir ailenin oğlu olarak asırlardır ne bir ademoğlunun ne bir havvakızının ayak bastığı, yağız yerde eğleşen kimsenin hatırlamadığı, perilerin uğrağı bir dağ geçidinde doğmuştu. Çocukluğu babasıyla yabanda eşkıyalık yapıp avlanarak geçmişti. Bu sayede kılıç savururken, ıslık çalarak hedefe ilerleyen okunu yayından salarken ya da sevişirken nefesini tutmanın nefes almaktan daha önemli olduğunu henüz bıyıkları terlemeden öğrenmişti. Duhul mührüydü onun. Parmakları çulu parçaladığında sağanaklar inerdi.

Sırtına keçi postunu ve astarı altın işlemeli samur kürkünü atar, nevahisinde olan yöreleri vurup bozar, yağmalar, talan eder, geyik peşinde tenha korularda gezerken zemherinin ortasında gece renginde zağarlarıyla koyun koyuna beline kadar gelen kara gömülüp uyumayı tercih ederdi. Gümüş mahmuzlarına kan bulaştığında öfkeden deliye dönerdi. Akarsular onu kucaklayıp göğsüne işlerdi. Babasına göre darağacının altında idam mahkumu nasıl duruyorsa o da doğduğundan beri gökyüzünün altında öylece duruyordu. Kınındaki kılıç hep kan dökmeye niyetliydi. Hiddetlendiğinde yanakları sıtmaya tutulmuş ateşlerle kıpkızıl yanardı. Annesinin gözünde bulutlara yükselen anka kuşundan bile güzeldi. Bıyıklarını burup çenesine sarkıtır, saçlarını özenle kazır ama Tanrı öldüğünde yapışıp göklerdeki cennetine çeksin diye tepesinde ecel perçemini bırakırdı. Kırlarda su içtiği antik yalakların pas tutmuş kurnalarına ağzını iştahla dayamadan önce heybetini, kurt çalımını izlemeyi severdi. Karnında bir ziya kaynayarak işveyle toprağa sürtünürdü. Bel suyunu yırtarak dumanlar yükselirdi. Taverna orospularına, köylü kızlara yumuşak davrandığı, cebindeki son kuruşu da onlara verdiği, hatta salonlarda, meydanlarda kol kola dans ettiği için kadınları kendine hayran bırakırdı. Kürkünü aşıklarının sunduğu çiçeklerle süslerdi. Haline gülenlerin bağırsaklarını bir hamlede deşip zemine dökerdi. Bütün hatıralarını kılıcının kör tarafında biriktirmeyi huy edinmişti. Ateşin homurtusunu yoğurmayı bilirdi. Kahinler arasında yüzünü tersinden tırmandığı gün ölüme varacağı söylenirdi.

Göğsünde ve omuzlarında çiçeklerle ve tıraşlanmaktan mavileşmiş yüzüyle Tanrıbilmez, önce ilk gençliğinde babasıyla, sonrasında da kendi yoldaşlarıyla Osmanlı mülkünü baştan sona kat etmişti. Babası Kabresığmaz Bölükbaşı ve obasıyla Diyarbakır, Erzincan, Tebriz havalisinin yağmalarında büyümüş, kabına sığmaz olunca beylerinin icazetiyle yirmi arkadaşıyla beraber avarız akçesi toplayan Dergah-ı Ali çavuşlarını soymaya, Rumeli yöresini talan etmeye gelmişti. Yeryüzü denilen sonsuz kitabın harfleri onun için kan ve alevle, çığlık ve hırçınlıkla yazılmıştı. Annesi ona duyduğu özlem yüzünden Kızılırmak kıyılarına gözlerinden kanla karışan yaşlar akıtmıştı. Tanrıbilmez’in gözleri annesinin koyu kahverengi gözlerine benzemezdi çünkü gözlerinin rengi damarlarında akan arçura kanı yüzünden kızıldı. Lanetlenmiş orman cini gözleriydi bunlar. Bir kulağı göçebe olan babasının babasının kulağına, diğer kulağı ise yatuk olmuş annesinin babasının kulağına benziyordu. Bu nedenle her iki kulağı da dünyaya tümüyle sağırdı. Geceleri yıldızlı göğün altında uykusundan birden uyanır, kendisi hayatı boyunca faniliğe meyletmiş olsa da bir vakitler onu inatla bakiliğe çağırdığından hiddetlenip nihayet kellesini uçurduğu sivri külahlı dervişin sözleri hatırına düşerdi: “Sonun evveline dönecek! Olmadan önceki gibi olacaksın!” Ve kendi kendine sorardı: “Şimdi neyim? Olmadan önce neydim?”

Kim olduğunu bilmiyordu.

5 Beğeni

Ellerinize sağlık. İlgi çekici ve çok akıcı bir metin. Zengin ve kendini tekrarlamayan bir dili var. Devamını okuyacağım şimdi.

2 Beğeni

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Sene-i mezburenin şabanının gurresi ki çeharşenbihtir, kelimetullah hem ruhullah Mevlana Fe Efendimiz Hazretleri’nin şehit edilerek irtihal-i dar-ı beka eylemesinin altmış altıncı senesi olup Hicret-i Nebeviyye’nin sekiz yüz altmış dördüncü yılı, bu mübarek sene kıran-ı akdem-i sebainin yüz seksen dört bin beş yüz altmış üçüncü yılı, ve tarih-i halife-i İbrani’nin beş bin yüz yetmiş altıncı yılı ki, melikülmüeyyed hesabıyla yedi bin seksen altıncı senedir ve tufan-ı Nuh’un dört bin sekiz yüz kırk dördüncü yılıdır ki müneccimler hesabında iki yüz yetmiş dokuz sene noksan üzeredir ve kıran-ı azam-ı ulvinin iki bin altı yüz yetmiş yedinci yılı ve Buhtunnasır tarihinin iki bin iki yüz sekizinci yılı ve İskender tarihinin bin yedi yüz yetmiş birinci senesi ve tarih-i milad-ı İsa’nın bin dört yüz altmışıncı yılı ve tarih-i Kıpti’nin bin yüz yetmiş altıncı yılı ve tarih-i Yezd-i Gird’in sekiz yüz yirmi dokuzuncu yılı ve Celali tarihinin dört yüz üçüncü senesi ve kıran-ı evsat-ı ulvinin otuz yedinci yılıdır. Ukul-i kasıra erbabından bir güruh zannettiler ki Mevlana Fe Efendimizin şehadeti üzerinden altmış altı sene tamam olunca kıyamet kopa… Yahut altmış altıyı geçerse tefavüt-ü kameriye olan otuz seneyi tecavüz etmeye… Ve bu hususta devr-i kamerin müddeti nihayete ermek gibi birtakım yersiz ve yalan mütalaalarda bulundular.

Ey ilahi sırların talibi! Kainat, kaf ve nundan yaratılmıştır. Kaf ve nun ve dahi cümle 28 ve 32 harf, noktalardan mürekkeptir. Var olan her şey başlangıçta bir noktadır. Elif, yedi noktanın birleşiminden, kaf ve nun da dahil diğer tüm harfler ise elifin keder, marifet ve hayretle kıvrılıp bükülmesinden ortaya çıkmıştır. Nokta, zatın tecellisidir. Hattın, çizginin yahut çemberin varlığı hayaldir. Hakikatte var olan sadece noktadır. Nokta, ilahi sırdır. İlahi sır, insanın sırrıdır. İnsanın sırrı ise bütün eşyanın sebeb-i kıvamıdır. Nasıl ki bütün harfler nokta ile kaim ise bütün mevcudatın künhü de insandır.

Cüppenin altında Allah’tan başkası yoktur.

Celvetimin halvetinde karanlık yarlarda, dehşetli uçurumlarda, ıssız ormanlarda, soğuk mağaralarda feri sönmüş gözlerimden kan akıtarak ismini haykırıyordum. Ben bağırdıkça elif, lam ve he, bir kükreyişle çağlayarak parıltısının izini tepelerde bırakıyordu. Terazinin bir kefesinde Yakup’un hüznü, bir kefesinde benim hüznüm tartılsa vallahi Yakup’un hüznü kuş tüyü hafifliğinde kalırdı. Yakup’un hüznü, oğluna kavuştuğu anda nihayet bulmuştu. Benim hüznüm ancak Allah’a kavuşmakla son bulabilirdi. Bu aşkın kemale ermesi de mümkün değildi. Bu nedenle benim hüznüm asla dinmeyecekti. Eyüp’ün havsalası benim başıma gelen felaketleri idrak etmeye kabil olamazdı. Eyüp’ün uğradığı kaza ve belalar cismaniydi. Cismani olan her şey sonludur. Benim gamım ve kederim ise ruhaniydi ve dolayısıyla felaketimin sonu yoktu.

Elif, lam ve he, dumanlı rüyaların bulanıklığı altında ışıldıyordu. Bazen bir karganın mevsimleri taradığı gergin kanatlarında, bazen kulağımın dibinden vızıldayarak uçan kara sineğin pisliğe bulanmış kabuğunda, bazen bir atın burnundan bıraktığı nefeste, bazen bir çocuğun gülüşünde, bazen olgunlaşmış bir elmanın otlara düşüşünde, elif, lam ve he parlıyordu. Ama sevgilim tecelli edip bir türlü ortaya çıkmıyordu. Yalvardım, yakardım, derisinden soyunan bir yılan gibi varlığımı ardımda bıraktım. Nihayet yokluğun hududundayken batınımı gördüm. Akras-ı berş yutup baygın nehrin sularına boş gözlerle bakarken, halvetimin celvetinde, o makamda zatımı O’nun zatı buldum. Elif, lam ve he, yüzüme nakşedilmişti. Yüzümdeki harfler bana “Sen sensin, sen yokluksun. Sen O’sun, O ebediyen vardır” diye fısıldıyordu.

Ayrılığı kaldırarak zatıyla nefsimi birleştiren Allah’a şükürler olsun! O’nu müşahede ederken kendimi kaybediyorum. O’nu benden ayıran bedenime yazıklar olsun! Vah ki hala kendimi buluyorum. Beşeri hayattan kurtulmak ebediyettir. Aşk uğruna ölmek ve canını sevgilide fani kılmak gerektir. Eğer aşk uğruna ölmeyeceksem yaşamanın manası yoktur. Harfler, mananın cüzüdür. Ben, Allah’ın cüzüyüm. O’nsuz bedenim, mana mezarlığıdır.

Üzerimdeki örtü bendim.

2 Beğeni

Çok etkileyici. Metin başka yerde de paylaşılmamış. Umarım bilinen bir yazarın bir kitabından alıntı değildir. O kadar iyi yazılmış ki insanı şüpheye düşürüyor. Devamını merakla bekliyorum. Ayrı ayrı konu açarak değil de aynı konu altında yeni mesajlar olarak paylaşırsanız metninizi okumamız kolaylaşır. Ellerinize sağlık.

2 Beğeni

Merhaba, öncelikle ilginiz için çok teşekkür ederim, çok mutlu oldum. Kusura bakmayın, forumda sıklıkla bu şekilde paylaşıldığını gördüğümden herhalde usulü budur dedim ama, haklısınız.

Asıl konuya, eh, elbette sevindirici olan kısma gelince bir kez daha teşekkür etmek isterim. Bu noktada belirtmek gerekiyor: İkinci bölümün girişi Naima tarihinin girişinden hikayenin geçtiği 1460’a uyarlama, onun haricinde İbn Arabi, Bayezid Bistami ve Cüneyd Bağdadi gibi mutasavvıfların sözlerine atıflar var. Fakat bilinen bir yazarın herhangi bir kitabında kurgulanmış bir bölüm olduğunu sanmıyorum.

2 Beğeni

Doğduğundan beri yüreğinin sınırına gömülmüş ağır bir sır gizliyordu. Bu sırrı kalbinin donmuş toprağını tırnaklarıyla kazıp gözlerinin dipsiz çukurunda nicedir birikmiş yaşlarının tuzuyla arıtarak oradan çekip çıkarmak, küplere doldurmak ve Süleyman’ın mührüyle mühürleyerek denizlerin dibine atmak istiyordu. Sır, her adımında, her soluk alışında ah ediyor, ruhunu keskin dişleriyle kemiriyordu. Ruhunda açılan gedikler, boşluklar büyüyor, yerini tarif edilemez bir açlığa bırakıyordu. Hiç tanımadığı birileri gizli kapaklı bir cesedi gömercesine gömmüştü sanki kalbine bu sırrı. Oysa, her ne kadar henüz bilmiyor olsa bile, kalbinde gömülü olan yalnızca kendisiydi. Kalbindeki yük yüzünden artık bir sıçrayışta çevik bir biçimde atına binemez, hızlı adımlarla caka satarak yürüyemez hale gelmişti. Dizlerinin dermanı birdenbire tükeniveriyordu işte. En güzel şellafelerin kollarında nefessiz kalıyor, gözleri kararıyordu. Bereketli bel suyu, damarları setle kapanmış gibi kesilmişti. Kokusu bile kendisini ayartmaya yeten şarabı içmekten de artık keyif almaz olmuştu, bazen kadehini yudumlarken dudaklarına yabancı ruhların özütünün bulaştığını düşünmeye başlamıştı. Aynalarda bir anlığına bin yaşında çürümüş bir adam ölüsüne dönüşüyordu yüzü. Çünkü yüzü artık sonsuzluğun eşsiz melodisine karışıyordu, bilinmedik harfler gözeneklerine sızarak, varlığını emerek inceltiyordu cildini. Günler geçiyor, yükü içinde giderek kök salıyordu. Tanrıbilmez soluyordu, acıklı bir mum gibi.

Dişlerini acıyla kenetleyerek, dudaklarını kanatırcasına ısırarak, öldürmekten, işretten, gönül eğlendirmekten ve çapula çıkmaktan vazgeçerek tuzak kurdu bu sırra, hileleriyle aldatıp bu meşum sırrın en sonunda kalbinin yüzeyine çıkarak kendini faş edeceğini düşündü kendince. Sanki gaddarlığına sırt çevirirse sırrı da insaf edecek, dile gelecekti. Ama tüm bu çabalarının sonucunda olan şey şu oldu: Yoldaşları onunla alay ederek terk ettiler, aşağıladılar, bir başına bıraktılar onu. O günden sonra Tanrıbilmez’in yüreğinde gömülmüş halde bekleyen sır külçeleşti, taşlaştı. Bedeni ayaltı aleminin korunaklı köşelerinden çekilip çıkarıldı, kargış ve ilence batırılarak kovuldu ve tekinsiz rüyalar alemine sürgün edildi. Ondaki bu değişikliği ilk olarak düşüp kalktığı fahişeler gördü. Sapsarı yüzlerle koşturarak kaçar oldular. Çok geçmeden olanları işitmeyen kalmadı, çayhanelerde, kahvehanelerde, meyhanelerde çıldıran, abdallık marazına tutulan bir zamanların ürkütücü eşkıyasının hikayesi, onu gördüğünde önceleri dizlerinin bağı çözülenler tarafından gülerek anlatılmaya başlandı. İki kaşının arasında, alnında sırrının ölgün ölgün ışıyan yaldızı belirdi. Mertekle karıştırmayanlar bu yaldızın elif olduğunu bildiler. Daha da bilgin olanlar ise “Bu ademin alnındaki elif, lam ve he’den ayrı düşmüş eliftir” diyerek nedamet getirmeye başladılar. Buna mukabil işret ehli “Bileği bükülmez, bıyığını balta kesmez Tanrıbilmez meğer Kalenderilere karışmış, harabelerde adembaba donunda gelene geçene kilidini anahtarla açtırır olmuş,” diyordu, alkol buharı ve afyon dumanlarıyla yıkanmış dişlerinin arasından sızan şenlikli, çın çın çınlayan kahkahalarıyla. Göçebe olan sol kulağını Vidin’den gelen Bulgar bir deri tüccarıyla, yatuk olan sağ kulağını ise Karay Yahudisi Kaleb veled-i İlyas Afendopolo ile takas etti. Kaleb’in aslında kurnazlık yapıp kerrubiyunun kanat çırpışlarını işitebilen kendi sağ kulağı yerine Tanrıbilmez’e asırlardır Büyük Sinagog’un genizasında kavanozda saklanan, bir Hazar kağanına ait olan ve pahası kendisininkine oranla hayli düşük balmumu sürülmüş kulağı verdiği de söylenir.

Gerçek ne olursa olsun, artık dünyayı duymak istiyordu.

2 Beğeni

“Dudaklarımdaki yangını dudaklarınıza bastırarak söndürmeme müsaade eder miydiniz, benim iyi yürekli beyim?” diye sordu kız, parmaklarının uçlarında kalkarak.

Tanrıbilmez’in Karay kulağı, doğanın fısıltılarına dikkat kesilerek bükülmüştü. Kızın sorusunu yalnızca Bulgar kulağı işitebildi. O dahi güçlükle duyabildi çünkü öteki kulağının çeperinde nehrin şırıltısı uğuldamaya, hatta fokurdamaya başlamıştı. Köpükler dağılırken neredeyse anlamlı sesler bırakıyordu geride. Ürkerek kızın dudaklarına uçucu bir öpücük kondurdu, hanın çift kanatlı kapılarına omuz vurarak etrafa ışıktan çok is ve kurum yayan pis kokulu donyağından mumların aydınlattığı salona girdi.

İçerideki uzun masanın baş ucunda yüzünü aşı boyasıyla boyamış bir cadı oturuyordu. Cadı, tabağındaki geyik boynuzlarını kırarak ağzına dolduruyor, şişen avurtları çatırtılarla kemiği çiğniyordu. Bakışları Tanrıbilmez’e kayınca ağzına doldurduklarını salya ve balçıklı safra suyuna bulanmış vaziyette tabağına geri tükürdü. Mutfak kapısında yemek kokularını aldığı için kuyruk sallayıp acı acı uluyan köpeğe döndü ve damağında titreşerek kabaran ıslığıyla köpeğin kalbini hedef aldı. Islık dudaklarından döküldüğü anda köpek iç paralayıcı bir inlemeyle cansız bir halde yere yıkıldı.

“Otur,” dedi kadın. “Kötü talihini sen ondan kaçana dek oyalayarak etekliğimin altına hapsetmemi istersen üç akçe… Cinlerinle düzüşüp senin için iyi bir talih doğurmamı istersen on akçe.” Dişsiz ağzını göstererek gülümsedi ve etekliğini kaldırdı. İçinden çürümüş yosun ve likenlerin sızdığı, buğuların tüttüğü, nemli, çamursu, turbalık yeşili renginde rahmini adama sergiledi. Tanrıbilmez hiçbir şey söylemeksizin ifadesizce otururken kürkünden yere baygın, ısınmış şakayıklar döküldü.

Kadın, teklifini tekrar yinelediğinde ağzında dil yerine çatal çatal balık sırtı biçiminde örülmüş gür saçların olduğunu fark etti: “Ne diyorsun? Benden istediğin hangisi?”

“Bil ki hatun, ben ne kötü talihten kaçarım ne de iyi talihi kovalarım. Ben sadece kim olduğumu bilmek istiyorum.”

Düşüncelere dalan büyücü, parmağının ucuyla dokunduğu geyik boynuzunu küle çevirdi. Geriye yağlı, pis bir birikinti kaldı tabakta sadece. “Bu sana pahalıya mal olur,” dedi sonunda.

“Ödemekten sakınacağım bir paha yeryüzünde yoktur,” diye yanıtladı kadını.

“Sana kim olduğunu söyleyeceğim,” dedi kadın, bir kez daha, üstelik daha büyük, taşkın bir keyifle dişsiz ağzını göstererek gülümsüyordu, “ama adın bundan sonra benim olacak.” Şişkin keselerle dolu kemerinden boş bir kese aldı, kesenin ağzını çözdü ve adama uzattı. “Ruhundan bir parça tükür içine. Adını barındıran parçayı.”

Tanrıbilmez, gözünü kırpmadan kesenin içine tükürdü. Sıvının içindeki kıvamlı bir parçanın can çekişen, eciş bücüş, kanlar içinde kalmış bir cenin olduğunu sandı.

“Gördüğün şey ismindi. Sana artık bu alemde yer yok. Bana kim olduğunu soruyorsun, sana söyleyebileceğim tek şey herkesin bildiği ve hiç kimsenin bilmediği olduğundur. İsmin felaketin olacak.”

“Bu da ne anlama geliyor? İsmimi sana verdim, nasıl felakete uğrayabilirim?”

“Bana verdiğin ismin değil, bana sorduğun ismin seni mahvedecek.”

Gitmesini buyuran bir işaret yaptı kadın sonra, o da ikiletmedi. Hanın önüne çıktığında kapıcı kız hala oradaydı. Kızı belinden kavrayıp kucağına aldı. Uzun, su değmemiş, cansız saçlarını eliyle kulağının arkasına taradı. “Kulağını kulağıma yasla,” diye emretti. Gözlerini sımsıkı yumdu. Kızın kulağı serin, yumuşak ve kadife gibiydi, derinliklerinde geceleri yerin rahminin yokuşlarında duyduğu müşfik seslere benzeyen sesler çağlıyordu.

Kızı yere indirdi, gözlerini açmıştı. “Sizi aldatmadı efendim,” dedi kız, bakışlarını çizmelerinin burnuna dikerek.

“Benim dağlara sırt çeviren ödlek Tanrıbilmez olduğumu bilmiyor musun?”

“Biliyorum. Bu yüzden sizden kaçmadım ve bu yüzden sizi öpmek istedim. Hem artık Tanrıbilmez Bey de değilsiniz siz.”

“Ben kimim peki?”

“Bilmiyorum. Ben yağmurun ne zaman yağacağını, ineklerin ne zaman yavrulayacağını bilirim, bahardan önce gökten toprağa düşen korun kokusunu alırım. Kadın da bilmiyor. O da saklı hazinelerin, şansın veya bedbahtlığın kokusunu alır. Ha, bir de gözbebeklerine bakarak bakire olup olmadığını anlar. Bir kişi hariç sizin kim olduğunu hiç kimse bilemez. Üç yıldır Meriç kıyılarında sudaki yansımasını seyreden bir derviş var. Onu bulabilirseniz muradınıza erersiniz. Ama dikkatli olun benim kudretli beyim, çünkü cadının da söylediği gibi isminiz felaketiniz olacak. Dudaklarımın yumuşaklığını lütfen hatırınızdan çıkarmayın.”

Vedalaşmak için adamın alnının yaldızlı kavisine, kabe kevseynine, mezarın davet ettiği bir zavallıya acır gibi çekingen bir tavırla dokundu kız. Temasın şiddet ve lezzetine dayanamayarak derin bir elemle çarpıldı yüzü.

2 Beğeni

Muazzam. Henüz hiçbir şey olmadı ama ben zaten dilinizi sevdim ve zevkle okudum. Anlatıcı birinci tekil iken daha iyiydi sanki ama sanırım hikaye yavaş yavaş açılsın diye alim-i mutlak anlatıcıya geçtiniz.

2 Beğeni

Ben de çok merak ediyorum. Kaç parça daha kaldı? Ona göre okuyacağım tamamını.

3 Beğeni

Değerli yorumlarınız için tekrar çok teşekkür ederim. Esasında bu biraz da birinci tekil anlatıcıda kendimi daha yetersiz görmemden kaynaklı, pek içime sinmiyor bu formda kaleme aldıklarım. Renklendirmek adına nadiren bazı bölümlerde kullanmayı tercih ediyorum yalnızca.

2 Beğeni

Merhaba, zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkürler. Aslında sorunuzun yanıtını ben de bilmiyorum, bunu bir novella olarak tasarladım kafamda fakat yalnızca ofiste boş kaldığım zamanlarda, çalışmaktan bunaldığımda yazıyorum. Bitse dahi (iştahla her şeye başlayıp yine aynı iştahla hiçbir şeyi tamamlayamadığımdan ve asıl 2018 yılından beri son olarak 300 sayfa civarına gelmiş bir romanla boğuştuğumdan) novellanın tamamını da burada paylaşır mıyım, onu da bilmiyorum.

2 Beğeni

“Eşhedü en la ilahe illa Fazlullah ve eşhedü enne Ademe halifetullah ve eşhedü enne Muhammeden resulullah…”

İhtiyar adamın sesindeki harfler, etrafını çevreleyen gerçekliğin dokusunu yırtarak sönüp gitti.

Kaynayan bulutlar, yuvarlanırcasına evin üstünde toplanarak secdeye durdu. Mat renkli sis katmanları pencerelere çarparak dağılıyordu.

Adamın yüzünde tuhaf ışık çakıntıları geziniyordu, soluk maviler ve yeşiller, suratına kazınmış elif, lam ve he’yi perdeleyerek alacakaranlığa karışıyordu.

Döşeğin yanı başındaki pirinç mangal sönmeye yüz tutmuştu. Dizlerinin üstünde put gibi bekleyen adam, elindeki çırpıyla mangalın küllerini karıştırdı. Sessiz sessiz ağlıyordu, yanaklarında sicim gibi akıyordu gözyaşları.

“Efendi hazretleri,” diye fısıldarcasına seslendi döşekte yatan ihtiyara. “Şeyhim, ruhum, ocağımdaki ateşin harı, soluğumun rüzgarı, kanımın uğultusu, gözümün feri. Bizi terk mi edeceksin, başsız mı bırakacaksın?”

İhtiyar adamın yüzü bir gülümsemeyle ışıldayarak ona döndü, oyulmuş, boş göz yuvarlarını ona dikmişti.

Mevlana Fe Efendimiz’e İsfahan’daki mağarada inanan yedi kişiden biriydi o.

Yüz yaşını aşmıştı.

Fe Efendimiz’in kafası kesildiğinde de oradaydı, derisi yüzülen Nesimi sır olduğunda da, binlerce müttaki, helalhor kul, ateşlere atılıp yakıldığında da…

Burucerdli Şeyh Rükneddin, ömrü boyunca takke yaparak geçimini sağlamış, dünya malına tamah etmemiş, nuruyla yollarını aydınlatan bir güneş olmuştu onlar için.

Sorusunun yalnızca bir gülüşle yanıtlanması müridi iyiden iyiye hırçınlaştırmıştı: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?”

“Oğlum, akıbet bizim, hüsran şeytanındır. Dünyaya talip olan ahiretten binasip olur. ‘Men arefe nefsehu’nun sırrına ulaşmayan şirk-i hafidedir. Allah’ın dediği olur. Bana bir asırdan fazla ömür verdi, ben de dünyayı müşahede, harfleri mütalaa ettim. Ölüme değil, hayat-ı cavidana gidiyorum…”

“Ama niçin gidiyorsun?”

Şeyhin gülümsemesi genişledi. “Maran Şah, meşrebi saf olanlardan beş yüz kardeşimizi diri diri yaktığında isyan etmemeyi öğrendim. Anladım ki, bütün bu felaketlerden sonra hala yaşıyor olmamın bir sebebi, bir hikmeti var. O da bir sonraki mehdi-yi zamanı, sahib-i devranı beklemek… Onu görmekle teşerrüf edemesem de Hazreti Mehdi’ye kethüdalık edebilmek… Mevlana Fe Efendimiz’den sonra ademoğullarının ve havvakızlarının yüzleri karardı, izzet ve şeref dünyadan çekildi, gitti. Harfler okunmaz oldu. Ama şimdi, tekrar okuyabiliyorum, gözümle olmasa da kalbimle sezebiliyorum yüzlere yazılmış harfleri, altın yaldızlı, çift aharlı ve mühreli bir kağıdın üstüne hünerle yazılmış gibi… Kıyamet vakti yakındır. Arzın yedi katının ömrü tükendi. Cehennem külhanlarında tereler filiz verdi. Sekiz cennetin kapısı açıldı. Perde düştü, alem secdeye davet olundu. Hak didarı cuma günü ikindi vaktinde görünecek, o tek gün bin yıl sürecek, Kuran-ı Kerim, Adem suretinde zahir olacak. Yüzler yekpare hale gelecek. Harfler yeryüzünden silinecek. Eğer bu sırrı namahreme faş edersen, eğer bu sırrı ehlinden ve talibinden esirgeyip zalimlerden olursan, eğer bu sırra sırt çevirip dünya ehlinin arasına katılırsan Allah’ın laneti üzerine olsun, ahiret sana haram kılınsın.”

Şeyh, ciğerlerini dolduran bir soluk aldı.

“Eşhedü en la ilahe illa Fazlullah ve eşhedü enne Ademe halifetullah ve eşhedü enne Muhammeden resulullah…”

Yüzündeki harflerin parlaklığı silindi.

Arzın merkezini cemal aşkından tavaf eden güneş, ay ve yıldızların ışığı, gözlerinin oyuntularına damladı.

Selam, Allah’a tabi olanlara olsun.

2 Beğeni

Tavuk Ormanı’nda, yeşil meraların, dağsümbüllerinin, gölsoğanlarının, yılanyastıklarının, çınarların, akkavakların, karanlık çalıların, balçığın, çamurun ve Tunca’nın fısıldayan suyunun derinliklerinde saklı nice harika vardı. Onlardan biri, kurt başlı altın tokasında çağlardan beri bir Got savaşçısının kalbinin dağları delen külünkler gibi güm güm öttüğü altın kemerdi. Valaris’ti adı. Otuz yedi kış görmüştü. Karısı ve beş çocuğuyla Tuna’nın öte yakasında yaşardı. Bereketli nehirde balık tutar, ormanda geyik avına çıkar, tuzaklarına takılan kunduz ve sincapların kürklerini güneşin hiç doğmadığı diyarlara giden uzun sakallı, başı takkeli tüccarlara satardı. Bir gün kuzeydeki uçsuz bucaksız bozkırlarda tuhaf ateşler gördüler, tabanlarının altındaki asırlardır suskun toprağı titreten nalları işittiler. Çok geçmeden şafağın sislerinin ardında atlarının boyunlarını emip kanlarını içerek kuvvetlenen şeytanlar belirdi.

Keçi kemikleri ve göğün, suyun ve yerin cinleri, göçü öğütledi onlara. Kırların, nehrin ve şimşeğin müjdesiyle Fritigern başlarına geçti, Tuna’yı aştılar. Valaris’in meme emen oğlunu ve daha nice Got’u Tuna’nın karanlık suları yuttu. Kuzgunların ötüşü önlerinde de arkalarında da onları sinsice bekleyen ölümü haber veriyordu. Öyle de oldu. Yurtlarından kopan yüz bin Got, Roma’nın lanetli ve dönek topraklarındaydı. Yüz bindi sayıları, ama her biri de yapayalnızdı.

Onları hapsederek etraflarını çeviren kazıkların ardındaki kampta odun kırıp ot yolarak çile dolduran Valaris’in gözlerinden yaralı bir aslanın çığlığı sızıyordu. Kamptaki ilk günlerinde iki çocuğunu tanrılar, günahlarının kefareti olarak aldı. Ölü bedenleri küçücüktü, öyle ki, ölülerini bodur bir meşe ağacının akşama doğru düşen gölgesine gömdü. İkisinin bedeni de bu gölgeye sığmıştı. Günler geçti… Valaris, tokası kurt başlı altın kemerini daha çok sıkar, karısı lejyoner çadırlarını daha çok ziyaret eder oldu. Günler geçti… Açlığın ve ölümün pençesine düşen karısı, en sonunda güzelliğini yitirdi. Romalılar onu koynuna almaz oldu. Valaris, ölmemek için beş libra çürümüş köpek eti karşılığında hayatta kalan iki evladını Romalılara köle olarak sattı.

Got kızlar, vücutları tazeliğini kaybedip sıtmayla lekelenince bu sefer son çare olarak saçlarını satılığa çıkardı. Romalıların hünerli hizmetkarları bu sarı saçlardan çekildiği vakit güneşin altında altın gibi parlayan yay kirişleri yapıyordu. Valaris de bu işin simsarlığını yürütmeye başladı, komisyon karşılığı kızların siyah, kızıl, ay tozu beyazı, ama en çok da sarı saçlarını devşiriyor, derleyip toparlıyor, çuvallara doldurup Romalılara satıyordu artık. İrisinin çelik mavisi enginliğinde kükreyen yaralı aslan şimdi susmuştu. Herhalde ölmüş olacaktı. Avuçlarına alarak kalın, nasırlı parmaklarıyla narince okşadığı su değmemiş, cansız saçlar sayesinde rüyasında ona göz kırpan ölümü atlattığı her gün gülümseyerek uyanırdı. Benzi daha da solmuştu. Kendi yüzüne anlam veremezdi ama yine de yüzünü severdi. Kemerinin altından kurt başı şeklinde tokasını kamp ateşlerinin ışığında özenle parlatırdı. Çatal çatal inen örülmüş sakalı ve ağzını örten bıyıkları boz ayı leşlerinin yağmur yiyerek şişmiş tüylerine benzerdi. Çürümüş köpek etini artık dinmek bilmez bir iştahla yiyor, gece yarısı zamanın durduğu an derin derin göğüs geçiriyor, kemerinden yükselen çığlıklara kulak vermemeye çalışıyordu. Zamanın özellikle gece yarıları birdenbire durmayı sevdiğini keşfetmişti. Otuz iki gece sonra çığlıklara dayanamayıp kemerini belinden çıkardı ve tokası tam kalbinin üzerine gelecek şekilde gövdesini kemerle sardı. Kemer sessizdi şimdi. Kalbinin atışlarını dinleyerek yatıştığı için artık yas tutmuyordu. Uğursuz madeni soğukluğuyla kalbine dokunarak her sabah onu uyandırıyordu ve her sabah Valaris’in gözlerinin gördüğü ilk şey kemerinin altın tokası oluyordu.

Bir gün Valaris uyurken karısı onu dürttü, çadırın dışında bir adam onu bekliyordu. Sabazios’tu adamın adı, çadırdan çıkan Valaris’i görür görmez gülümsedi ve gülümsemesi genişlerken bir yandan da keyifle kendi dişlerini çiğneyip yuttu. Bağdaş kurdu, Valaris’e de oturmasını işaret etti, oturduğunu görünce ona şarap dolu bir kırba uzattı. Kurumuş dudaklarına en son ne zaman şarap değdiğini hatırlamıyordu, kana kana içti. Onun şarap içmesini seyreden ziyaretçisi, heybesinden çıkardığı bir çanak bala bir parşömen batırıp ısırarak yemeye koyuldu. Sabazios’un sol eli bronzdandı. Altı parmağından birincisinin boğumlarında mücevher kakılmış taçlar ışıldıyordu, dördüncü parmağının olması gereken yerde gagasını takırdatıp kanatlarını geren bir kartal vardı. Valaris tedirgin olmuştu, ödeyemeyeceği bir bedelin omuzlarına yükleneceğinin farkındaydı. İçinde bir fırtına uğuldamaya başladı ve Valaris, konuğunun yapabileceklerinden ürktü. Dili dişlerinin arasında şişerken birden alev aldı. Sabazios ayağa kalktı ve ona yaklaştı. Ağzını açtı ve dilinin yerinde duran yedi kuyruklu deri kamçı ıslık çalarak Valaris’in suratında şakladı. Valaris zamanın durduğu o anın geldiğini hissetti. Sabazios’un insan etinden yapılmış sağ elinin işaret parmağı göbek deliğine girdi. Ağzının içinde yumuşak ve kaygan bir şey hissetti, korkuyla açtığı ağzının içinden tıslayan bir yılan fırladı. Pırıltılı pullu derisini arkasında bırakan yılan, ay ışığında otların üstünde kahırla sürünerek kayboldu.

Valaris, Fritigern’in ve Gotların dehşetli ayaklanmasında kahramanca ölmedi.

Sabazios, Valaris’i ayak bileğinden kavrayıp Tunca Nehri’nin sularına sürükledi. Nehrin çamurlu tabanı Valaris’in bedenini sararak yuttu.

Valaris, ölmedi.

Tavuk Ormanı’nda, yeşil meraların, dağsümbüllerinin, gölsoğanlarının, yılanyastıklarının, çınarların, akkavakların, karanlık çalıların, balçığın, çamurun ve Tunca’nın fısıldayan suyunun derinliklerinde saklı nice harika vardı. Onlardan biri, kurt başlı altın tokasında çağlardan beri bir Got savaşçısının kalbinin dağları delen külünkler gibi güm güm öttüğü altın kemerdi. Bir diğeri ise kemerin sahibi olan ve yüzyıllardan beri hala ölmeyi bekleyen Got savaşçısının kendisi. Valaris’ti adı. Boğazını parçalayan çığlığı, ancak yüzlerin bilmecesinin çözüldüğü gün duyulacaktı.

1 Beğeni