Közlenen ateşin başında bağdaş kurmuş oturuyordu. Gece sessizdi, hava ıslak ve serindi, nehir durgundu. Çattığı kütükler tütüyordu. Gökte yükselen koyu kıvamlı duman simsiyah tüller halinde dağılıyordu. Ateşin odunların derisini yalayarak acısını yatıştıran okşayıcı sesi geliyordu derinden. Belli belirsiz bir mırıltı. Kütükler kıpkızıl kor parçaları. Işıltılar. Binlerce kor parçası. Ve binlerce ateşten alem saklıydı binlerce korun yüreğinde. O ateşi seyrediyordu, ateş de onu. Birbirlerinin yüzlerine öylece bakıyorlardı. Ateşin titrek kızıllığı şefkatle dokunduğu yüzünde oynaşıyordu. Kim olduğunu bilmiyordu.
Düşündü. Türkçe haricinde başını gözünü yara yara biraz Farsça ve biraz da sınır boylarında öğrendiği Nemçe dilinde konuşabiliyor, sağrısında daima bir ay lekesi taşıyan kula atını dizginlere hiç dokunmadan sadece dizleriyle kımıldatarak on fersah doludizgin sürebiliyor, Demirkazık’a bakarak yönünü, ayın menzillerine bakarak da talihini tayin edebiliyor, bir dikişte hiç soluksuz on insan ömrüne karşılık gelecek şarabı midesine indirebiliyordu. Kıl çadırından, ata yadigarı kabzası oynayan kılıçtan ve yedi baş koyunla iki bodur attan başka hiçbir şeyi olmayan göçebe bir ailenin oğlu olarak asırlardır ne bir ademoğlunun ne bir havvakızının ayak bastığı, yağız yerde eğleşen kimsenin hatırlamadığı, perilerin uğrağı bir dağ geçidinde doğmuştu. Çocukluğu babasıyla yabanda eşkıyalık yapıp avlanarak geçmişti. Bu sayede kılıç savururken, ıslık çalarak hedefe ilerleyen okunu yayından salarken ya da sevişirken nefesini tutmanın nefes almaktan daha önemli olduğunu henüz bıyıkları terlemeden öğrenmişti. Duhul mührüydü onun. Parmakları çulu parçaladığında sağanaklar inerdi.
Sırtına keçi postunu ve astarı altın işlemeli samur kürkünü atar, nevahisinde olan yöreleri vurup bozar, yağmalar, talan eder, geyik peşinde tenha korularda gezerken zemherinin ortasında gece renginde zağarlarıyla koyun koyuna beline kadar gelen kara gömülüp uyumayı tercih ederdi. Gümüş mahmuzlarına kan bulaştığında öfkeden deliye dönerdi. Akarsular onu kucaklayıp göğsüne işlerdi. Babasına göre darağacının altında idam mahkumu nasıl duruyorsa o da doğduğundan beri gökyüzünün altında öylece duruyordu. Kınındaki kılıç hep kan dökmeye niyetliydi. Hiddetlendiğinde yanakları sıtmaya tutulmuş ateşlerle kıpkızıl yanardı. Annesinin gözünde bulutlara yükselen anka kuşundan bile güzeldi. Bıyıklarını burup çenesine sarkıtır, saçlarını özenle kazır ama Tanrı öldüğünde yapışıp göklerdeki cennetine çeksin diye tepesinde ecel perçemini bırakırdı. Kırlarda su içtiği antik yalakların pas tutmuş kurnalarına ağzını iştahla dayamadan önce heybetini, kurt çalımını izlemeyi severdi. Karnında bir ziya kaynayarak işveyle toprağa sürtünürdü. Bel suyunu yırtarak dumanlar yükselirdi. Taverna orospularına, köylü kızlara yumuşak davrandığı, cebindeki son kuruşu da onlara verdiği, hatta salonlarda, meydanlarda kol kola dans ettiği için kadınları kendine hayran bırakırdı. Kürkünü aşıklarının sunduğu çiçeklerle süslerdi. Haline gülenlerin bağırsaklarını bir hamlede deşip zemine dökerdi. Bütün hatıralarını kılıcının kör tarafında biriktirmeyi huy edinmişti. Ateşin homurtusunu yoğurmayı bilirdi. Kahinler arasında yüzünü tersinden tırmandığı gün ölüme varacağı söylenirdi.
Göğsünde ve omuzlarında çiçeklerle ve tıraşlanmaktan mavileşmiş yüzüyle Tanrıbilmez, önce ilk gençliğinde babasıyla, sonrasında da kendi yoldaşlarıyla Osmanlı mülkünü baştan sona kat etmişti. Babası Kabresığmaz Bölükbaşı ve obasıyla Diyarbakır, Erzincan, Tebriz havalisinin yağmalarında büyümüş, kabına sığmaz olunca beylerinin icazetiyle yirmi arkadaşıyla beraber avarız akçesi toplayan Dergah-ı Ali çavuşlarını soymaya, Rumeli yöresini talan etmeye gelmişti. Yeryüzü denilen sonsuz kitabın harfleri onun için kan ve alevle, çığlık ve hırçınlıkla yazılmıştı. Annesi ona duyduğu özlem yüzünden Kızılırmak kıyılarına gözlerinden kanla karışan yaşlar akıtmıştı. Tanrıbilmez’in gözleri annesinin koyu kahverengi gözlerine benzemezdi çünkü gözlerinin rengi damarlarında akan arçura kanı yüzünden kızıldı. Lanetlenmiş orman cini gözleriydi bunlar. Bir kulağı göçebe olan babasının babasının kulağına, diğer kulağı ise yatuk olmuş annesinin babasının kulağına benziyordu. Bu nedenle her iki kulağı da dünyaya tümüyle sağırdı. Geceleri yıldızlı göğün altında uykusundan birden uyanır, kendisi hayatı boyunca faniliğe meyletmiş olsa da bir vakitler onu inatla bakiliğe çağırdığından hiddetlenip nihayet kellesini uçurduğu sivri külahlı dervişin sözleri hatırına düşerdi: “Sonun evveline dönecek! Olmadan önceki gibi olacaksın!” Ve kendi kendine sorardı: “Şimdi neyim? Olmadan önce neydim?”
Kim olduğunu bilmiyordu.