Anadolu’nun Süper Kahramanları Seri̇si̇- Hayali

HAYALİ

IŞIĞA GİDEN YOLUN BAŞLANGICI

Bozkır susmuştu. Gündüz canlı olanlar gece uykuya dalmıştı. Bütün oba ateşin başında toplanmış, yüzünü ateşe dönmüş hiç ses çıkartmadan Şaman Ana’nın ayine başlamasını bekliyordu. Kutay ise ateşe sırtını dönmüş gölgesini takip ediyor, onunla oyunlar oynuyor içinden melodi mırıldanıp onunla dans ediyordu. Ay ışığını arkasına alan başka bir gölge kendi gölgesiyle karışıncaya kadar devam etti. Kafasını kaldırdığında Şaman Ana’yı ona sevgiyle bakıp, gülümserken buldu. Obanın etrafına süt ve yiyecekler bırakıp, ayinin sunaklarını halletmişti. Şaman Ana kördü ama görür gibi bakardı. Kutay’ın kafasını okşayıp yanından geçip yerini aldı. Kutay yüzünü ateşe döndü. Şaman Ana maskesini henüz takmamıştı ama yine de yüzü, üzerinde bulunan elliden fazla dövme ile gölgelerin arasında kalmış gibiydi. Maskesinin önü bir karga olsa da kulak kısımlarından dikine çıkan kartal tüyleri ile bezenmişti. Önce davulu ile ritim tutmaya başladı. Davulunun üstünde iki “çöp adam” çizilmişti. Elindeki tokmağını bir birine bir diğerine vurdu. Ateşin etrafında gırtlağından çıkan uhrevi tınılarla dönmeye, sağa sola salınmaya başladı. Elbisesinde ki yüzlerce örgüde onunla beraber havalanıyor. Metal tılsımları aynı ritimle şıngırdıyordu. Gırtlağından yaptığı müziğin tonlarında konuşmaya başladı. “Sizleri getirdim, bize yardım edin, bizimle bizim için, insan için savaşın, ışığımıza gelin! Yüzünü Kutay’a döndü. Gözlerini de onun soluna dikmişti. “Hay Hak” dedi başka bir erkek sesinden. “Senin iyi bir ruh olduğuna eminim” dedi. Bu kez de Kutay’ın sağına baktı. “Bıy, Bıy, Bıy” seslerini çıkardı. “Senden emin olamadım ama” dedi ve ayini bitirip kendi gerçekliğine döndü. Şaman bitince Kutay yine sırtını ateşe yüzünü gölgesine döndü. Kutay ismini de ateşle oynamayı çok sevdiği için vermişlerdi ona. Sevdiği aslında gölgesiydi ama ateşin başında çok kaldığı için bu ismi uygun görmüşlerdi. Kutay yani ateş parçası. Türklerde isim sonradan kişinin özelliklerine ve yaptıklarına göre verilirdi, bu nadiren bir kahramanlık olurdu. Daha on beş on altı yaşlarında, kısa boylu ortalama bir Türk genciydi. Kısık gözleri ve biçimsiz çalı gibi siyah saçlarıyla yakışıklı demekte imkansızdı. Savaşçı olma hayaliyle yanıp tutuşmaktaydı fakat doğru dürüst hayvan otlatmaktan bile acizdi. Gölgesiyle oynadığı oyunda savaş oyunuydu, yaptığı hareketlerle sanki kendini savaş alanında görüyor, gölgesinin hareketleriyle onlarca düşmanı tarumar etmiş zannediyordu kendini. Bu hayallere kapılıp hayvanları kaybettiği de çok olmuştur. Her gün obadan ayrılıp, akıncılara katılma hayalleri kuruyordu. Annesi babası olmayan bir öksüzdü. Arkasından ağlayanda olmazdı. Akıncılarsa bu bölge de görülmeyeli belki bir yıl olmuştu. Ateş azalınca oyunu son buldu, kalkıp otağına doğru ilerledi. Ay dolunaya yakındı, aydınlık sayılırdı. Gündüz oturduğu kayanın üstündeki karaltıyı seçebiliyordu. Yaklaşınca Şaman Ana olduğunu anladı. ‘Uyumamışsın Şaman Ana’ dedi. Ayın önü bulutlarla doldu, zifiri karanlık oldu bir anda. ‘Yakında toprağın kucağında ebedi uykuya yatarım’ dedi Şaman Ana. ‘O nasıl laf ana! Seni otağına götüreyim, dinlen ’ dedi Kutay. Şaman Ana kördü ama kimseden yardım istediği de görülmemişti. Hayret! ‘Götür’ dedi. Ayağa kalktı, sanki görür gibi buldu Kutay’ı girdi koluna. ‘Yarın’ dedi. ‘Işığa giden yolun var hazır ol’ dedi. ‘İyiymiş’ diye geçirdi içinden Kutay. Daha küçük olduğu için obadan çok uzaklaşmasına izin verilmezdi. ‘Yeter ki bir yerlere gidelim’ dedi. ‘Hepimiz için ışığı bul Kutay’ dedi Şaman Ana. ‘Gölgelerde kal, ışığı bul… Yarın… Yarın… Yarın ‘ diye sayıklaya sayıklaya uyudu. Kutay’da otağına geçti. Döşeğine kuruldu. “Ne güzel dedi Şaman Ana, yarın yol mu göründü bana?” Yolu düşlerken uyuya kaldı. Sabah acı feryatlarla uyandı. Fırladı dışarı. İnsanları toplaşıp ağlaşırlarken gördü. Yanlarına vardığında öğrendi ki Şaman Ana ölmüştü! Köyün en bilge kişisi yoktu artık. ‘Yakında toprağın kucağında ebedi uykuya yatarım’ Kutay’ın kulaklarında çınladı. İrkildi. Tüyleri diken diken oldu. Şaman anayı toprağın kucağına verdiler, ağıtlar yakıldı, gözyaşları döküldü… Sonra yine işlerine döndüler. Kutay sürüsünü otlattı, gün batarken getirdi. Yemekler yendi. Tabi ateş yine yakıldı, yine bütün oba ateşin başındaydı ama artık Şaman Ana yoktu. Kutay yine ateşe sırtını vermiş, gölgesiyle baş başaydı. Şaman Anayı düşündü, öleceğini bilmişti ama kendisine söylediği yol görünmemişti. Bir yandan gölgesiyle oynarken uzaktan bir at sesi işitti, sonra birkaç tane daha duydu. Sonra uzakta siluetlerini gördü. Obaya yaklaşan atlılar vardı. Herkese seslendi ‘gelenler var’ dedi. Kimse gelenlerin kim olduğunu anlayamadı. Toplanan Türk akıncıları olabilirdi. Susadılarsa su vermek gerekirdi. Acıktılarsa yemek. “Kutay bir fırsat bu” diye geçirdi içinden. Kendini gelen akıncılara beğendirmeli, aralarına katılmalıydı. Fakat gelenler İmparator Huang’ ın askerleriydi. Bunu anladıklarında artık çok geçti. Zaten önleyebilecek de değillerdi. Bu oba savaşçı değildi. Ellerinde silahta olsa işe yaramazdı. Olan silahlarına davrandılarsa da katliam başlamıştı. Bütün yaşlıları, kadınları ve çocukları hiç sorgusuz sualsiz öldürdüler. Genç erkekleri ve hayvanları birbirine bağlayıp, çadırları ateşe verip yola koyuldular. Gece gündüz çok az dinlenip yol alıyorlardı. Kutay şaşkındı. Bir gece önce mutlu mesut hep birlikte olduğu ailesi bildiği obası yok edilmişti, kendisi de esir düşmüştü. ‘Işığa giden yol’ bu muydu? Kendisine vadedilen yol bu muydu? Her yanları çamur ve kan olmuş, aç susuz vaziyettelerdi. Yalnızca ölmemeleri için verilen azık ve birkaç yudum su ile günlerce yol aldılar. Yakılan katledilen başka obalardan getirilen köleler ve hayvanlarla birlikte binlerce olduklarını fark etti. Yol devam etti ve meşhur Çin Seddinin bir kapısından giriş yaptılar. Yapı devasaydı. Ucu bucağı görünmüyordu. Belirli aralıklarla nöbetçi kulübeleri vardı. Şaşkın şakın bakarken, yanından birisi “Çin seddi derler buna” dedi. ‘Kendi obalarını savunmak için mi yapmışlar bunu?’ diye sordu Kutay. Yanındaki kırklı yaşlarda bir Çinliydi. ‘Ne savunması oğul’ dedi. ‘Buranın halkı ve köleler dışarıya kaçmasın diye yapıldı, buradaki herkes esirdir’ dedi. Bozkırda büyümüş bir genç için akıl almaz bir durumdu bu, keza köleliği boyunca gördükleriyle ancak idrak edebilecekti durumun ciddiyetini.

HUANG’ IN ESİR KAMPLARI

Her gün yeni insanlar ölüyordu ve yenileri geliyordu. Çin halkından, Türk halkından, Moğollardan … Cesetler yapımı devam eden Çin seddine tuğla oluyordu. Kutay gençti çabuk ölmezdi ama bu şartlarda çokta uzun yaşamazdı. Bataklık gibi yerlerde yatıyorlar, çok az yiyecek ile beslenebiliyorlardı. Börtü böcek ısırmaları ve yılan sokmalarından zehirlenip ölenlerde çoktu. Sıtma ciddi bir dertti sivrisineklere karşı hiçbir şey yapamıyorlardı. Biraz halden düşüp yavaş çalışanlar başlarında duran çavuşların vurduğu kırbaç darbeleriyle bile ölebiliyordu. Güneş doğar doğmaz iş başlıyor hava kararsa da geç saatlere kadar devam ediyordu. Burası devasa bir toplama kampıydı. İmparator Huang için büyük bir mezar alanı yapıldığı söyleniyordu. Öbür dünyada onu koruyacak birebir ölçülerde topraktan yapılmış binlerce asker silahlarıyla birlikte mezarın etrafına askeri nizama göre yerleştiriliyordu. Binlerce insanın sefalet içinde ölmesinin sebebi bu muydu yani? Kutay bu duruma hiç alışamadı. O Türk akıncılarıyla birlikte bu zalimlere karşı savaşma hayalindeydi ama şimdi esirdi. Kaçmak için yollar düşünmeye başladı. Bu zamana kadar kimse bunu başaramamıştı. Gidebildikleri en uzak yer Çin Seddinin aşılmaz duvarlarının önüydü. Buradan ileri gitmek imkansızdı. Gece rüyasında obadaydı. Her şey eskisi gibiydi. Mutluydu. Herkes ateşin etrafındaydı. Şaman Ana ayin yapıyordu. Bir anda sanki sadece o varmış gibi ve gözleri gerçekten görür halde Kutay’ a dönüp. ‘Işık’ dedi! Bir anda herkes yok oldu. Ateş söndü. Şaman Ana konuşmaya devam etti. Anlamadığı kelimelerde söylüyordu. ‘Şema, Nur… ‘ Kutay anlamıyordu ne dediğini. Şaman Ana son kez ‘Işık’ dedi. ‘Işığı hepimiz için bulmalısın’ dedi. Şaman Ana’ nın azalan sesiyle rüya gittikçe karardı. Zifiri karanlığın korkusuyla kan ter içinde uyandı Kutay. ‘Gitmeliyim ‘ dedi. ‘Sonu ölümse de ölüm ‘ dedi. Fırladı. Koşmaya başladı. Kaldıkları yerde nöbetçi yoktu. Koymaya da ihtiyaç duymuyorlardı. Seddi geçmek imkansızdı. Seddin üstünde ve iç tarafında devriye gezenlerse sadece bu kaçak iş gücünü toplamakla görevliydi. Kutay o kadar hızlı koşmuştu ki hangi ara seddin dibine kadar geldiğini anlayamadı bile. Çaresizce bir çıkış, daha alçak ve tırmanılabilir bir yer aradı fakat nafile… Bitmek bilmiyordu bu yer. Yoruldu. Sinirlendi. Arkasından seslenen nöbetçileri ve ellerindeki meşalelerin ışıklarını bile fark etmedi, kırbaç sırtından patlayıncaya kadar. Döndüğünde yüzüne çarpan da kendisine gelmesine yetti. Sırtına vursunlar diye tekrar arkasını döndü. Gölgesiyle yüz yüze geldi. Aynı obadaki gibi. Kırbaçlanıyordu fakat gölgesi sanki ona destek oluyormuş da acısını hafifletiyormuş gibiydi. İşler bu aşamada çok garip bir hal aldı. Gölgesi ona farklı görünmeye başlamıştı. Sanki kendi gölgesi değildi. Kendisiyle aynı şekilde de durmuyordu. Önce Şaman Ana’nın davulundaki çöp adamlara benzedi. Sonra kalınlaştı. Gölgesi şekilden şekle giriyordu. Kutay hayal gördüğünü düşündü. Herhalde ölümü yakındı, çok fazla kırbaçlanmıştı açılan yaralarından dökülen kan ölümüne yol açabilirdi. Nöbetçiler kırbaçlamayı bırakıp ellerinde meşaleleriyle iyice yaklaştılar. İkisi önüne geçip onu kollarından tutup alacaklardı. Kendi dillerinde ona sövüp sayıyorlardı bir yandan. Elinde meşale olan ise arkasına iyice yaklaştı. Kutay sabit duruyordu ama gölgesi hala hareket ediyordu. Bir anda gözlerinin akı ortaya çıktı. Şaman Ana’ nın kör gözleri gibi. Bedeninin dışına çıkmış, karşıdan kendine bakıyordu. Seddin duvarına baktı. Duvara doğru yürüdü. Duvar burnunun dibindeydi fakat durmadı devam etti. Duvarın içinden geçiyordu. Geçtiği yerdeki duvar parçalanıyordu. Duvarın karşısına geçtiğinde, bedenine hızla döndü. Nöbetçiler yoktu. Duvarda kendi boyutlarında, rahatça geçebileceği genişlikte bir delik tam karşısında duruyordu. ‘Umarım dışarı açılıyordur’ diye düşünüp deliğin içine girdi. Yürüdü, geçtiği yer ona tanıdık geliyordu. Karşıya geçti. Yerde ölü yatan iki nöbetçiyi gördü. Bunlar onu geri götürmeye çalışan nöbetçilerdi. Hiçbir anlam veremedi. Kalan tüm gücüyle devasa hapishanesinden uzaklaştı. Bir yerlerde yorgunluktan bayılana kadar ilerledi.

KUTAY’IN IŞIĞA OLAN YOLCULUĞU

Uyandığında kendi obasındakilere benzeyen bir çadırdaydı. Bu çadırda tutsak olarak sonsuza kadar kalabilirdi. İçi huzurla doldu. Motifler kendi obasındakilere çok benziyordu. Koçboynuzları, yıldızlar, suyolu, hayat ağacı… sanki yuvasındaydı. Onu buraya kimin getirdiğini bile merak etmedi. Çadırın kapısı aralandı. İçeri giren bir Moğol köylüsüydü. Yatakta doğruldu. Türkçe selam verdi. Moğol’da aynı şekilde cevap verince Türkçe bildiğini sandı. Ona teşekkürlerini sundu. Yaşlı adamda başıyla eğilerek teşekkürü kabul etti. Sanırım Türkçesi bu kadardı. Kutay kendini daha iyi hissedince dışarı çıktı, belki dilini bilen birileri vardır diye ama başka çadır yoktu. Bu yaşlı adam yalnızdı ve her an gitmeye hazırdı. Sanırım kendi obasının başına gelen, onlara da olmuştu. Adam onu dışarıda görünce dilini bilmediği halde ‘Huang’ dedi. ‘Huang’ deyişi durumu özetlemeye yetmişti. Dünyanın neresinde olursanız olun, farklı dilleri de konuşsanız, benzer acılar yaşadığınız insanlarla diliniz bir şekilde aynılaşır. Geceyi sessiz geçirdiler. Şaman Ana geldi yine rüyasına başladı ‘ışık’ demeye. ‘Şema ,Nur …’ gibi anlamadığı kelimelerde kullandı yine. ‘Işığa git, bul’ dedi. Kutay sabah gözünü açtığında adamın hazırlık yaptığını gördü. Gitmeye hazırlanıyordu. Denklerini yaşlı katırına yüklemişti bile. Birde bir gözü kör, uyuz bir eşek vardı. Onu da Kutay için hazırlamıştı. Yaşlı adam çadırını toplamadı bile. Kutay ona ‘Işık’ dedi. Yaşlı adam tekrar etti. Kutay faydası yok anlamadı diye düşündü. Adam yüzünü güneşe döndü. ‘Işık’ dedi. Kutay yönünü bulmuştu. Doğuya gidecekti. Güneşi yakalamaya. Işığı bulmaya… Yaşlıya teşekkür etti. Adam kuzeye çöle, Kutay doğuya yola çıktı. Gündüzleri seyahat etti, avlandı. Geceleri dinlendi. Aylarca doğuya seyahat etti. Yakılmış yıkılmış birçok Türk, Moğol ve Çin kasabası gördü. Herkes Huang’ a lanetler okuyup onu kendi inandığı tanrıya şikayet ediyordu. Kutay’ın seyahati bir sahil kasabasında sona erdi, daha ötesi yoktu. Kutay ilk defa denizi görmenin büyüsüne kapılmıştı. O nasıl bir şeydi Gök Tengri yere inmiş vücut bulmuş adeta. Belki bir saat ayakta bakakaldı. Yemek için oturduğu yerde sordu. ‘Buradan daha doğuda ne var?’ Seyahati boyunca Çin dilini ve başka dilleri yetecek kadar öğrenmişti. Dükkan sahibi ona daha doğuya sadece kayıkçıların gittiğini söyledi. Yemekten sonra iskeleye indi. Doğuya gidecek bir kayıkçı olup olmadığını sordu. Bir kayıkçı yarın gün doğumunda gideceğini söyledi. Para verirse onu da götürebilirdi. Avlayıp sattığı hayvanlardan biriktirdiği para sadece gidişe yetiyordu. Yine de kabul etti. Gitti kör eşeği sattı. Vicdanı da çok sızladı ama mecburdu. İlk defa da kayık dedikleri su aracına binecekti. Yeni yeni akşam olmuştu. Geldiği bu kasabada dolaşmaya başladı. Burası Şangay’dı. Kağıt fenerlerle süslenmiş caddelerde hiç görmediği bir kalabalık vardı. Sokakta müzik yapanlar. Havaya ışık fırlatanlar. Bir çeşit şaman zannettiği maskeli insanlar. Birden durdu. Ancak aşık olanlara böyle kal gelebilir. Gölge oyununu gördü. Dikdörtgen gerilmiş, kağıt çerçevede siyah beyaz figürleri gördü. Gölgeler. Birbirleriyle müzik eşliğinde danslar ediyorlar, koşuyorlar, uçuşuyorlar… Çin seddinde yakalandığında gördüğü kendi gölgesi de bu hallere ve daha nice değişik hallere girmişti. O böyle gördüğünü düşünüyordu tabi. Oyunu sonuna kadar izledi. Gidip oynatanı buldu. Bu oyunun nasıl yapıldığını kaba hatlarıyla öğrendi. Oyuncu kalırsa ona öğretebileceğini söyledi fakat o doğuya gitmek zorunda olduğunu söyleyip ayrıldı. Aklıda orda kalmıştı. Gece rüyasında kendini eşek vücudunda gördü, başı yine kendi başıydı, akşam izlediği oyunun içindeydi üstelik siyah beyaz gölge biçiminde. Sıçrayarak uyandı. Bu ne biçim rüya ki, bu rüyayı ileriki yıllarda da görmeye devam etti. Sattığı eşek vicdan azabı olmuştu ona. İskeleye indi. Denize açıldılar. Sabah gün doğumunda başlayan yolculuk gece ay ışığı altında devam etti. Kustu kustu, kalktı denize hayran hayran baktı. Yine kustu. Yakınlarından geçen devasa bir yelkenli neredeyse onları alabora edecekti. Tam diplerinde, hızla yön değiştirmişti. Çinli kayıkçı daha önce hiç böyle bir gemi görmediğini, hiçte böyle bir deniz manevrasıyla karşılaşmadığını söyledi. Dümeninde gördüğü kaptanın kıyafetleri de ilginçti, bu kıyafeti daha önce hiçbir yerde görmemişti. Burada kısaca araya girelim. Bu büyük yelkenli Barbaros Hayreddin ve Piri Reisin efsane kadırgasıdır. Şaşırdınız tabi ama onlar bizim başka bir öykümüzün kahramanlarıdır. Kutay onlarla ileride yine karşılaşacaktır. Sallanan kayıkta beşikteki bir bebek gibi uyuya kalmıştı. Rüyasına yine Şaman Ana gelmiş, ‘Gün, ışık, gün’ deyip gitmişti. Ertesi sabah gün doğumunda başka bir sahil kasabasına vardılar. İşte en doğudaydı. Yolculuğunu tamamlamanın rahatlığıyla bulması gereken ne ise onu aramaya başladı. Hiçbir fikri yoktu boş boş gezindi. Üstelik burada dilde bilmiyordu. Çok güzel bahçelerden, ağaçlı çiçekli yollardan geçti. Burasıda büyüleyiciydi. Bugün ki Osaka kenti. Ama aradığı neydi ki? Toplaşmış insanlar yine bir şeyler izliyordu. Hemen koşup baktı. Yine gölge oyunu muydu acaba? Hayır! Bu da çok ilginçti. Üç dört oyuncunun ellerinde küçük balballar (Orta Asya Türklerinin insan biçimindeki mezar taşları ) vardı. Kuklanın ne olduğunu bilmediği için onları balbala benzetmişti. Çokta gerçekçi balballardı bunlar. Kendi boyutlarında elbiseleri ve silahları bile vardı. Oynatanlar olmasa ve onlarla yolda karşılaşsa konuşmak isterdi. O kadar gerçek gibiydiler. Bu oyun bitince ilerledi başka oyunlarda gördü. Müzikli oyunlar, yavaş hareketlerle yapılan oyunlar… Bu eğlenceler için mi bulmaya gelmişti yani! Önüne çıkan ilk kişiye sordu. ‘Işık’ dedi. Karşısındaki anlamaz gözlerle baktı. Şaman Ana ne demişti? ‘Gün’ dedi. Bu sefer karşısındaki anlamıştı. İşaretle güneyi gösterdi. ‘Hay size’ dedi. Yanlış yere mi gelmişti yani. Şaman Ana onunla dalga mı geçiyordu. Rıhtıma indi. Kayıkçısını buldu. Güneye gitmek istediğini söyledi. Kayıkçı onu büyük bir yelkenliye götürdü, bununla güneye gidebileceğini söyledi. Yine yolculuk başlamıştı. İlkinde ki kadar kusmasa da bu yolculukta da midesinin bir kısmını çıkardı. Birkaç günlük yolculuktan sonra dar bir boğazdan bir nehre giriş yaptılar. Yine bir sahil kasabası. Kutay bu kez de bu gün ki, Ho Chi Minh kentindeydi. Aynı Osaka’ da ki gibi dolaştı. Suyun üstünde gezinen balbalları görünce çok sevindi. Burada gördüğü şey ise Vietnam Su Kuklasıydı. Gittikçe Şaman Ana’ya kızıyordu. “Daha güneye gitmeliyim galiba” diye düşündü. Fakat hiç parası kalmamıştı. Suyun üstündeki balballarla para kazanılabiliyorsa ilk doğuda( Şanghay’ı kastediyor.) gördüğü oyunu yapabilirdi. Burada ondan yapan yoktu. Kağıt ve ateş ihtiyacı olan buydu. Yaptığı gösteri ilgi uyandırdıda. Tek yaptığıysa iki çöp adamı karşılıklı tutup, ayindeki sesler eşliğinde hareket ettirmekti. Yolculuk için gerekli parayı toplar toplamaz da yola çıktı. Daha güneye… Vardığı yer Cava adasıydı. Burada kaba tasvirleriyle gölge oyunu yapmaya kalkınca insanlar ona güldü. Parada vermediler. Bu işin membaı burasıydı çünkü. Yine siyah hazırlanmış fakat çok daha ayrıntılı yapılmış tasvirleri gördüğünde aklı gitti. Burada yaşamını devam ettirebilirdi ama Şaman Ana yine izin vermemişti. Rüyasına girip, ‘Güneşin batıyor, bizim için ışığı bul’ dedi yine. Rahat ver be Şaman Ana! Ya da kesin bir şeyler söyle. Duramadı tabi yönünü çevirdi batıya… Vardığı yeri söyleyelim hemen bugünkü Sri Lanka. Burada bulduğu da yine gölge oyunu oldu. Bu seyahatte ışığı bulamadığından emindi ama gölgeyi bulmuştu bile. Gölge oynatıcısı, hayali ya da hayalbaz olmuştu. Şaman Ana ona yine musallat olmuş. ‘Şimal gibi parlak ışığımızı bizim için bul’ deyince Kutay mecbur rotayı kuzeye çevirdi. Boydan boya rengarenk Hindistan’ı geçti. Lafı uzatmayalım, nereye vardı biliyor musunuz? Kendi öz yurduna, doğup büyüdüğü topraklara geri dönmüştü. Kocaman bir dünya gezmişti. Eğlenceli ve rengarenk bir dünya, cıvıl cıvıl. Kendi toprakları ise bıraktığı gibi yine karanlıklar içindeydi.

KUTAY HAYALİ OLARAK SAVAŞMAYA BAŞLIYOR

Gidecek yeri kalmamıştı. Öğrendiği gölge oyunlarını oynatıp Türk illerini gezmeye başladı. Siyah tasvirleriyle Huang zulmüne karşı savaşı ve nasıl kazanıldığını anlatmaya ve canlandırmaya başladı. Tabi bu çok dikkat çekici bulundu ve izleyicisi de bol oldu. Huang’ ın askerlerinin kulağına gitmesi de uzun sürmedi. İmparatoru küçük düşürmek ve isyana teşvik etmekten idam edileceğini bilmeden oyunlarına devam etti. Turfan şehrinde oyuna kuruldu. Daha oyun başlamadan Huang’ ın askerleri yerlerini almıştı. Hayali tasvirlerle arasına ateşini yaktı daha sahneye başlamadan bir gürültü patırtı koptu. İnsanlar kaçıştılar. Perdesinin önünden gelen seslerden gelenlerin kim olduğunu anlamıştı. Tasvirleri yerine koydu. Yaktığı ateşin önüne geçip, kendi siluetini perdeye yansıttı. Kendisine fırlatılacak ok ve mızraklara hedef olmaya hazırlandı. Başka insanları öldürmelerindense onu öldürüp bu işe son vermeleri en iyisiydi. İstediği gibi de oluyordu. Yolculuğundan öğrendiği Çince ‘nişan al’ talimatını duydu. ‘Fırlat’ komutunu duyduğunda sabit durmasına rağmen gölgesinin yine hareketlendiğini gördü. Aynı Çin Seddinin önünde olan gibi, bedeninin dışına çıkmıştı. Fırlatılan okları, mızrakları görebiliyordu. Çok yavaş hareket ediyorlardı. Ya da o çok hızlı hareket ediyordu. Oklara dokunup yönlerini değiştirdi. Yapmak istediği sadece buydu fakat Huang’ ın askerlerini görüp üzerlerine gitti istemsizce. O andan itibaren sanki kendisi seyirci konumuna düşmüştü. Yirminin üstünde asker vardı. Hepsinin duvarlara çarpması saniyeler almıştı. Boyunları kırılıp ölenler, iç organları çarpmanın şiddetiyle patlayanlar, ikiye ayrılanlar… her taraf kan olmuştu. Hayali geri döndüğünde sadece saniyeler geçmişti. Kutay hala üzerine gelen oklar mızraklar bekliyordu. Yere çökmüştü. Kolundan tutan birisi onu perdenin arkasından çekip aldı. Yakınlarda bulunan bir yer altı kanalına girdiler. Bu kanallar bu gün hala Tufan bölgesinde yer alan Karız kanallarıydı. Başlangıçta sulama amaçlı yapılmışlardı, bu günlerde Türk direnişçilere gizli geçit olarak hizmet ediyordu. Suların içinde yürürken Kutay iyice kendine geldi. Neler olmuştu? ‘Sende kimsin?’ diye sordu. Yanındaki şaman yüzünü açıp, ‘Burla ben’ dedi. Bu bir kadındı. Görüp şaşırdığı ne varsa sıradanlaştı, hiç böyle güzel bir şey görmemişti. Denizden bile güzeldi. Yüzünü kapatan maskenin örtüsü sandığı şeyler meğer örgü örgü uzun siyah saçlarıymış. Yuvarlacık yüzü gerçekten de ay parçası gibiydi. Kanalda ışık çok azdı şimdilik görebildiği buydu ama yetmişti ona. ‘Senin bir adın yok mu?’ diye sordu Burla. Kutay’ ın kuruyan ağzından kelimeler çıkmak bilmedi bir türlü. Gölge oyununda olandan mı, yoksa Burla’ nın güzelliğinden mi içi yanıyordu. Kanaldaki suya attı kendini, kana kana içti, iyice serinledi. ‘Kutay’ dedi. ‘Benim adım Kutay.’ ‘Güzel’ dedi Burla. ‘Yaptığın şey çok yeni ve değişik. Halkın çok ilgisini çekti’ dedi. Onu askerlerden kurtaranın Burla olduğunu düşündü. Sırtında yayı, belinde kılıcıyla savaşçı bir Türk kızıydı. Kanal boyunca yürümeye devam ettiler. ‘Nereye gidiyoruz ?’ diye sordu Kutay. ‘Seni bir süredir takip ediyorduk. Halk seni seviyor. Seni bulup esir etmelerine izin veremezdik. Üstelik bu akşam tek başına yirmiden fazla Huang askerini öldürdün. Nasıl başardın bilmiyorum ama efsane olacaksın. Dedem Korkut senin öykülerini anlatacak.’ dedi Burla. Kutay şaşırmıştı kendisini kurtaranın Burla olduğunu düşünüyordu. Burla’ da askerleri onun öldürdüğünü. Hoşuna gitti, belki Burla’ nın ona hayran olması iyiydi. Yüzüne bir gülümseme yerleşti kaldı. Bu kanal çeşitli kollarla birbirine bağlanıyor ve beş bin kilometreden fazla uzuyordu ve dünyanın en büyük yeraltı ordusunu bir araya getiriyordu. Kollar yine kendi içlerinde kollara bölünüyor ve bölükleri oluşturuyordu. Bu bugün hala Türk askeri sistemini oluşturan onlu sisteme göre inşa edilmiş bir yer altı tünel ağı. Şimdilik sadece vur kaç yapıyorlarmış ama günü gelince kalabalık Huang ordusunu tarumar edebilecek bir güce erişeceklermiş. Yol boyunca karşılaştıkları herkes şaman kıyafetindeydi, bu da onların kamuflajlarıydı. Hepsinin kıyafetleri rengarenkti ve omuzlarındaki metal muskalardaki işaretlerden rütbeleri anlaşılıyordu. Burla geldikleri sığınakta bunları anlatırken meşalenin ateşimde yüzü iyice belirgin ve daha güzel bir hal almıştı. Siyah saçları sanki kendisinden bağımsız ve ayrı bir karaktere sahipti. Kahverengi gözleri bir Türk kızına göre çok iriydi. Hiç bu kadar iri gözler görmemişti Kutay. ‘Artık sende bizimle olduğuna göre zaferimiz çok daha yakındır’ dedi Burla. Kutay şaşırdı. Oda mı katılmıştı. Hep akıncılardan olmak istemişti, savaşan bir erkek olmak. Şimdi hayal ettiği yerdeydi.

HACİVAT

Eline kılıç verip savaştıracaklar sandı. Öyle olmadı. Direnişçilerin çevre güvenliği aldığı bölgelerde gösteriler yapmaya başladı. Gösteriler halkta büyük beğeni toplamaya devam etti. Bu esnada, ‘tek başına yirmi Huang askerini öldürdü’ efsanesi kulaktan kulağa elliye, yüze sonra binlere kadar çıktı. Ezilen Türk, Moğol ve Çin halklarında umut yeşermeye başlamıştı. Burla onun güvenliğinden sorumluydu. Tasvirleri tek tip insansı siluetlerdi, siyahtılar. Burla onunla konuştukça içi gibi onlarda yeşillenmeye başlamıştı. Ateşin isinde kararttığı deri parçalarına köyünde kilim yapılırken kullanılan yeşil kökboyası da karışmaya başlamıştı. Kutay sanatını icra ettiği için mutluydu, Burla’ da yanındaydı fakat hayal ettiği gibi cenk edemiyordu. Sıkılmaya başlamıştı. ‘Ben ne zaman savaşmaya başlayacağım’ diye sordu bir gün Burla’ya. Burla kılıcını çekip ‘hadi savaşalım bakalım’ dedi. Yakınlardaki birinin kılıcını da attı Kutay’ ın üstüne. Amansız bir kapışma başladı demek isterdik ama Burla’nın ikinci darbesinde Kutay elindeki kılıcı düşürmüştü. ‘Yüzlerce Huang askerini öldüren cengaverin bileğini büktüm, vay be’ dedi Burla gülerek. Kutay küçük düşmüş hissetti. ‘Bak’ dedi Burla, tatlılıkla anlatmaya başladı. Efsaneyi kendisi uydurmuştu. Halka umut olsun diye söyledikleri pembe bir yalandı bu fakat Kutay’ a gerçekten kılıç kullanmayı, yay germeyi, ok atmayı öğretmeye hazır olduğunu söyledi. Bir yandan gösteriler bir yandan talimler bir yandan Burla… Kutay hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Korsan gösterilerden biri daha yapılıyordu. Tasvirler perdede hayat bulmaya başlamıştı. Güvenlik üst seviyedeydi. Herhalde tarihin hiçbir döneminde sanatçıya ve sanata bu kadar önem verilmemişti! Gösteri eğlenceliydi. Oyunda konuşma yoktu ama Huang olduğu anlaşılan tasvir yeniliyor, taklalar atarak ölüyordu. Kutay çok mutluydu, buda perdeye yansımıştı. Oyun daha şen şakrak geçiyordu. Perdeyi soğuk bir çelik kesti! Kutay’ın kulağının dibinden ıslık çalarak bir ok geçti. Baskın yemişlerdi. Yapılan korsan gösteriler Huang ve komutanlarını çileden çıkartmıştı. Kendilerine karşı yapılan hazırlığında farkındaydılar. Üstelik Kutay Seddi delerek geçtiğinden beri bu çapta bir gediğin ancak barutla açılabileceği düşünülmüş ve Türklerin barutu çok ileri bir teknikle kullanmayı öğrendiği zannedilmişti. Kutay’ın bir önceki gölge çatışmasından kalan izlerde bu kanıyı iyice güçlendirmişti. Burla hızla yetişip Kutay’ı yere yatırmış, birliği güvenlik çemberi oluşturmuştu ama nafile, etrafları sarılmıştı ve sayıca çok azlardı. Kutay çatışmada birlikte gülüp eğlendiği insanların öldüğünü görünce, kılıcına davranıp atıldı ama Burla onu ensesinden çekip tuttu. Ateşle perde arasında kalan Kutay yine gölgesiyle karşılaştı, bu yine kendi gölgesi değildi. Bu artık gölgede değildi. Ağırlık yeşil renklerle bezenmiş, insan boyunda bir tasvirdi bu. HACİVAT’ın ilk sahneye çıkışıydı bu. Işıl ışıldı. Kutay’ın gözlerinin sadece akı kaldı. Oyunda kullandığı davulu elindeydi. Bedeninin dışına çıktı. Artık o HACİVAT olmuştu. Vurdu. Hacivat Hayali’ye dönüp, ‘HAY HAK’ deyip savaşa girdi. Hacivat savaşta pek bir hünerli ve incelikliydi. Sapından iki elini üst üste koyarak tuttuğu kılıcıyla, bugünkü Hacivat tasvirlerine bakanlar onun ellerinin neden üst üste durduğunu daha iyi anlayabilirler, yeşil bir samuraya benzetilebilirdi. Bir seferde yirmiden fazla adam kellesi alabiliyordu. , daha bedenleri yere düşmeden ipe dizer gibi yere diziyordu. Yüzlerce düşman cesedini inci gibi, sanat eseri gibi, mücevher hazırlar gibi incelikle biçiyordu. Baskına gelen askerlerin yarısı ölmüştü diğer yarısı da korku içinde kaçmıştı. Hayali gözünü açıp perdeye bakınca Hacivat’la selamlaştı ve perdede yine kendi gölgesi belirdi. Bu manzarayı gören yoldaşları kurtulduklarına bile sevinememişti, şakındılar! Hayali artık kesin emindi ışığın ve cismin ne olduğunu görmüştü. Gölgenin ötesine geçmişti. Hacivat’ ı hala içinde hissedebiliyordu. Daha büyük bir asker toplamı gelmeden hızla bölgeden ayrıldılar.

HUANG

Çin’e bugün ki ismini veren, zalimlikleri ile nam yapmış ‘ilklerin imparatoru’ Çin Şİ Huang. Kadim dünyadan kalan müttefikleri sayesinde büyük bir coğrafyaya hükmeder hale gelmişti. Bu yardımcıları ile konuşurken kendi kendine konuşur gibi görünürdü. Kimse onları görmezdi. Bunlar CAZUlardı. Kadim bir kitap sayesinde onlarla bağ kurmuş, büyüleri sayesinde güç kazanmıştı. Onu durdurabilecek bir başka büyü bulunmasın diye de bütün kitapları yaktırma kararı almıştı. Tarihe kitap yaktıran imparator olarak geçmesinin nedeni budur. Yaptırdığı devasa anıt mezardan Kutay’ın esareti zamanında bahsetmiştik. Bu tapınak tamamlandığında esir kalmış diğer cazularında serbest kalmasını sağlayacak bir çeşit kapı işlevi görecekti. Baskıları yüzünden başta Türkler, Moğollar ve hatta kendi halkından pek çok insanın nefretini kazanmıştı. Şimdi Türkler öncülüğünde kendisine karşı bir direniş başlamıştı. Sayısı yüzbinleri bulan ordusunun karşısında dayanma şansları yoktu ama Çin seddinde açılan delik ve en son baskınlara giden askerlerinin delik deşik edilmesi onu iyice kuşkulandırmıştı. Barut ile çalışan bir silah geliştirmeye çalışıyorlardı. Türkler ondan önce bulursa bu savaşın seyrini değiştirebilirdi. Buna göz yumamazdı. Ordusunu harekete geçirdi ve tüm güçleriyle sivil, asker ayırmadan bütün Türk yurtlarının tarumar edilmesini emretti. Büyük savaş başlamıştı.

KARAGÖZ- KARIZ KANALLARI SAVAŞA ÇIKIYOR

Direnişin omurgası, damarları bütün parçaları bu kanallarda ve dallarındaydı. Huang ordusunun harekete geçtiği haberi geldiğinde şaşkınlık yarattı. Karşılık verilmeliydi. Sayısı neredeyse milyona yaklaşan bir ordunun karşısında şansları yoktu ama karşı koymak zorundaydılar. Bu intihar demekti. Savaş hazırlıkları başladı. Burla ve birliği, hayalinin yaptıklarını herkese duyurdular ama bu gerçekler bile moral vermeye yetmedi. Burla’nın birliğine ön cephede görev verilmişti. Hayali’yi götürmeme emri de verilmişti, savaşmayı bilmediğinden onları yavaşlatabilirdi. Tabi ki bu emre itaatsizlik ettiler tek görev olarak Hayali’ yi korumaya karar verdiler. Eğer gösteride olanlar savaş alanında da olursa, bu onlara zafere giden yolu açabilirdi. Kanal boyunca binlerce savaşçı birleşerek büyüyerek ilerliyordu. Sayıları belki on bini bulmazdı, daha kötüsü umutsuzdular. Tamda istedikleri gibi oldu iki ordunun karşı karşıya geleceği yere ilk onlar varmış, gün ağarmaya başlamıştı. Hemen perdeyi hazırladılar. Ateş yakıldı. Gün aymaya başlamış, ortalık iyice aydınlanıyordu. Direniş ordusu tek sıra halinde sıralanmıştı. Hilal taktiği yapmak niyetindeydiler ama karşılarındaki ordunun ucu bucağı yoktu. Türk ordusunun tek avantajı, çoğunun atlı olması ve at üstünde iyi ok atabilmeleriydi. Huang hiç beklemeden piyadelerini göndermiş, arkalarından da arbaletli okçuları düşman ön saflarını indirmesi için yollamıştı. Bu sayede piyadeleri arkadan ateş desteği sağlayacaktı. Sonra kendi süvarilerini ve savaş arabalarını gönderip direnişin başını ezecekti. İki ordu arasında kurulmuş hayal perdesi ise çalışmıyordu. Bu zamana kadar tasvirler hep gece oynatılmıştı, savaşsa gündüzdü ve gün ışığında perdeye hiç gölge düşmüyordu. Hayali ecel terleri döküyor, bildiği her kutsala dua ediyor, Şaman Anaya yardım etmesi için yalvarıyordu. Nafile. Burla’yı görünce her zaman ki gibi içi aydınlandı. Perdenin kenarında gelecek düşmanı bekliyordu. Hayali yanına gitti. ‘Burla seni seviyorum’ dedi. ‘Ve seninle savaşarak ölmek bile benim için güzel’ dedi. ‘Bende seni seviyorum ve sana inanıyorum’ dedi Burla. Onu öpmeden ölemezdi. Tuttu Burla’yı uzun uzun öptü. Burla’ da onu karşılıksız bırakmamıştı. Öpüşme bitince kılıcına davrandığında, Hacivat’ la burun buruna geldi, korktu. ‘Efenim umarım hadsizlik edip, sevgilinizle olan muhabbetinizi bölmedim fakat bildirmek isterim ki düşman çok yakın. Aşk mı edeceğiz, cenk mi edeceğiz efenim? Yalnız bu oklar Eros’ un oklarına pek benzemezler iki gözüm ’ dedi Hacivat. Hayali anlamıştı. Işık sevdikleriydi, tasvirleri kendisi, perde de bu dünya! Perde oyununa başlamadan önce gırtlağıyla yaptığı şaman seslerine başladı, tefi eline almıştı bile. ‘Başlayalım’ dedi. ‘Hay Hak’ deyip meydana çıktı Hacivat. Bu topraklar çok savaş görmüştür ama bu kadar estetiği hiç yaşanmamıştır. Huang’ın piyadeleri sapanla havaya fırlatılmış gibi sağa sola saçılıyor ve milimi milimine aynı noktalarından kelleleri yere istifleniyor, arbaletlerden çıkan oklar havada parçalanıyor, mızrakçı askerler mızraklarının üstüne geçirilip toprağa dikiliyor. Korku salan süvarileri atlarının üstünde boydan boya ikiye bölünüyor, savaş arabalarının tekerlekleri Huang’ın önüne kadar düşüyordu. Bütün bunlara karşın Hacivat bir tane at öldürmüyordu. Türk süvarilerinin de katılmasıyla, büyük Huang ordusu, ışık açılınca kaçışan hamamböcekleri gibi dağılmaya başlamıştı. Ama zafer için daha erkendi, Huang’ ın başka güçleri de vardı. Elbisesinin üzerindeki ejderhalara seslendi ve ejderhalar canlandı. Üzerlerindeki binicileri Cazulardı. Uçup mozoleye kadar gittiler. Bunlar başka hikayelerde de karşımıza çıkacak olan CAZU’ lardan sadece iksidir. Mezarı beklemek için yapılan ‘TERARACOTTA ASKERLER’ in etrafında dolandılar ve ‘TOPRAK ASKERLER’ hayat bulup gözlerini açtılar. İmparatoru korumaya yemin etmiş binlerce yenilmez, ölümsüz asker. Kısa sürede savaş meydanına vardılar. Direniş artık sayıca üstündü fakat insanın bunlardan birini öldürmesi çok zordu. Kılıç darbeleriyle parçalanıyorlar fakat tekrar birleşip, ayağa kalkıp savaşmaya devam ediyorlardı. Hacivat’ta onları sıradan geçiyor ama bir çamur seli gibi tekrar gelmelerine engel olamıyordu. ‘Azizim bunlar nasıl insan yahu’ dedi Hacivat. Kutay onun konuşmasına mı şaşırsın, ki hiç duymadığı bir Türkçeydi bu, yoksa Toprak Askerlere mi bilemedi. ‘Efenim bence karşı tarafın komutanı kontrol ediyor bunları, zırhında gördüğüm iki Cazu bu askerlere hayat tedarik etmekte diye düşünmekteyim’ dedi Hacivat. Hızla Huang’ a yaklaşıp Hayaliye de gösterdi fakat Huang’ ın etrafı çok korunaklıydı. Oraya giriş için desteğe ihtiyaç vardı. Savaş tersine dönmüştü. Acele etmezlerse herkes ölecekti. Hayali Burla’ ya durumu anlattı. Burla ve birliği atlarına atlayıp, Hacivat’ a destek olmaya koştular. Hacivat için bir kanal açtılar. İşe yaradı yol açılmış Huang’ ın iki yanını tutan Cazular görünmüştü. Hacivat birini alaşağı etmeyi başarmıştı. Fakat işi zordu. Arkadan saldıran ikinci Cazu onu zorluyordu. Burla Huang’ ın korumasız kaldığını görünce atını hızla onun üstüne sürdü. Atından zıplayıp, tam onun savaş arabasına, karşına düşmeyi başardı. Zafer kılıcının ucundaydı. Önce önünde beliren kara bir bulut, ardından karnında hissettiği ıslaklık ve eline gelen kan… Bu nasıl bir büyü? Ne ok var, ne mızrak, nede kılıç… Burla vurulmuştu. Tarihte tüfekle vurulan ilk insan olmuştu. Hacivat Cazuları uzaklaştırmıştı ama onun gözlerinden, Burla’ yı kıpkırmızı kanlar içinde yatar vaziyette gören Hayali için dünya karamıştı. Gözünden damlayan bir damla yaş kıpkırmızı göründü, hayır gözünden kan damlamadı, bu gözyaşında yansıyan KARAGÖZ’dü. Öfke kırmızısıydı. Hiçbir savaş meydanı böyle gürbüz bir savaşçı görmemiştir. ‘O bizim için öldü! Ağlayacak mısın , savaşacak mısın deyus!’ diye azarladı. Karagözü izleyenler bilir, bir kolu oynar işte bu kolunda tutuğu şey mızrağıdır. Boyu Hacivat kadar uzun değildi ama genişliği nerdeyse iki katıydı. Sakalı yoktu kafasındaki miğferi onu sakallı gibi gösteriyordu. Gür bir sesle ‘Bıy bıy bıy’ diye diye parçalamadığı Toprak Asker kalmadı. Hacivat’ın üstüne çullanmış olan Cazuları mızrağa geçirip fırlatıyor sonra düştükleri yerde yeniden mızrağa geçiriyordu. ‘Götünü kurtardım’ dedi Hacivat’a. ‘Efendim zatı alinize mabadımı kurtardığınız için müteşekkirim’ dedi Hacivat. Cazular mızrağında kıvranırken. ‘Dilini sokayım hacı cav cav, gel de şunların kafasını kes’ dedi. ‘İvedilikle hallediyorum efendi cavcav’ dedi ve tek dokunuşla iki Cazu’ nun birden kellesini uçurdu. Toprak askerler savaşmayı bırakıp, geldikleri yerde katıyıp kaldılar. Huang artık yalnız kalmıştı. Şimdi sıra Hayali’ deydi. Karagöz ve Hacivat Huang’ ı birer kolundan tutup, Hayali’ nin önüne attılar. Hayali defini kenara bıraktı. Kılıca davranıp orada kellesini aldı. Yüreği soğudu mu? Hayır! Burla çoktan son nefesini vermişti. Savaş bitmişti. Türkler, Moğollar, Çinliler ve Huang zulmünde yaşayan pek çok halk özgürdü artık. Huang’ ın üzerinde buldukları ilk tüfek ve barutta Türklere geçmişti. Hayali’ ye kalsa orada parçalayacaktı sevdiğini öldüren silahı. Komutanlar çoktan bunlara el koymuşlardı. Bunlar geleceği değiştirecek icatlardı.

HAYALİNİN BİTMEYEN YOLCULUĞU

Sevdiğini kaybeden her insan gibi Hayali’ de yas tuttu. Acıyla kendini yollara vurdu. Tam bir pejmürdeye döndü. Yıllar boyunca yersiz yurtsuz dolandı durdu. Kimseyle konuşmak istemedi. Sadece iki dostu kalmıştı. Biri Hacivat diğeri Karagöz. Bazen onlarla da konuşmaz sadece onları dinlediği olurdu, hiç anlaşamazlardı, birbirlerinin söylediklerini de hep yanlış algılayıp bir sürü kavga ederlerdi. Çok dayanamadığı zaman Hayali onları sustururdu ama ikisine de kıyamazdı. Burla’yı da en son onların gözüyle görebilmişti. Yıllar geçtikçe fark etti ki, yaşlanmıyordu. İçine dolan ışık ona sonsuz bir yaşam bağışlamıştı. Bir taraftan işkenceydi, acısı ancak ölünce son bulabilirdi. Onu öldürebilecek bütün savaşlara katıldı. Hunlarla Asya da, Göktürklerle Hazar denizi kıyılarına kadar, ardından Uygurlarla Japon denizinin kıyılarına kadar yüzyıllarca mekik dokudu. Hazar Türkleriyle, Anadolu’ da yetişmiş özel savaşçılarla, elbette bunlar Taşköprülülerdi, Transilvanya’ da ki vampirlerle bile savaştı. Malazgirt muharebesinde Romen Diyojen’ in koca ordusunu yok edende yine o olmuştu aslında. Daha sonraları Anadolu’ daki bütün beylikleri dolaşmış ve Konya’ da bir tasavvuf adamı ile karşılaşmış, onunla ciddi bir gönül bağı kurmuş, felsefesini onunla geliştirmiş ve ardından yoluna devam edip Bursa’ ya yerleşmişti. Bursa’ da Kutay ismini kullanmak istemesine rağmen halk ona Küşteri demiş, başına da Şeyh koymuşlardı. Bu günkü ‘Karagöz’ oyununun kurucusu olarak kabul edilen Şeyh Küşteri’ de böylece ortaya çıkmıştı. Anadolu da ki Şeyh Bedrettin ve Börklüce’nin ayaklanmalarına destek vermiş, bir takım siyasi oyunlar sebebiyle başarılı olamamıştı. Bu başarısızlık onu üzmüş ve uzun bir süre inzivaya çekilmesine yol açmıştı. Bu tarihsel süreç Hayalimizi bin dokuz yüzlerin başına, Abdülhamit istibdatının İstanbul’una ve Kurtuluş savaşına kadar getirmişti. Yolculuğunda tanıştıkları göçüp gitse de perdede birikmişlerdi. Binlerce tipin olduğu, ışıklı resim yansıtma sanatına dönüşmüştü. Bu anlattığımız Hayalimizin yolculuğunun sadece başlangıcıydı. Devamını diğer hikayelerimizde göreceğiz!

2 Beğeni