Anadolu'nun Süper Kahramanları Seri̇si̇-Vampi̇r Avcısı Taşköprülüler

TAŞKÖPRÜLÜLER

SARAYA GELEN ÇOCUK

1442 Edirne Sarayı

II.Murat Eflak Boğdan seferinden dönerken kendi oğlu Mehmet yaşlarında bir çocukla dönmüştür. Bu çocuk Vlad Tepes´ tir. İleride voyvoda olmak üzere yetiştirilecek siyasi bir esirdir aslında ama saraydaki hayatı hiç de esaret içinde geçmemiştir. Sarayda yalnızlıktan sıkılan Şehzade Mehmet’in en yakın arkadaşı hatta kardeşi gibi olmuştur. Bu iki genç birlikte eğitilmişler, ok atma ve kılıç kalkan talimleri yapmışlar, birlikte güreş tutmuşlar , askeri ve siyasi eğitimlerin yanı sıra matematik ve daha bir çok dalda birlikte eğitilmişlerdi. Hatta kan kardeşi bile oldukları rivayet edilir. Vlad Tepes’ in şehzadeden geri kalır yanı da yoktur üstelik oldukça başarılı gelecek vadeden bir gençtir. Fakat bir takım gariplikleri de yok değildir. Bu çocuk neredeyse hiç yemek yemez, yese bile kendisine özel pişirilen nerdeyse çiğ etleri yerdi. Yemeklerinin içinde hiçbir çeşni olmaz sarayın mutfağında çok sevilen sarımsağın başka bir kepçeden geçen kokusuna bile tahammül edemezdi. Yemeklerini, saray için hazırlanmış incelikli işçiliklerle bezenmiş gümüş, altın ve bir sürü değerli metalle yapılmış kaşık çatalla değil, tahta ve çok basit yapılmış köylü takımlarıyla yerdi. Kimse de onu zorlayamazdı çünkü o şehzadenin en yakın arkadaşıydı. Bu garip alışkanlıkların sebebi ne olabilirdi? Vlad Tepes bir VAMPİRdi! Yanlış duymadınız bir vampirdi! Osmanlı sarayında bir vampir! Nasıl yıllar yılı fark edilmeden sarayda yaşamıştı? Vlad, genç ve kurnazdı, esir verilirken annesi onu uyarmıştı, son derece gizli kalmalıydı. Vampir ırkı son dönemde en zor zamanlarını geçirmiş ve sayıları oldukça azalmıştı. Vlad bu bilinçle hareket etti. Edirne´deki Saray-ı Ceride-i Amire -isminin heybetine bakmayın- bir çeşit av köşkü gibidir keza İstanbul alındıktan sonra burayı Osmanlı padişahları av amacıyla kullanmışlardır. Sarayın etrafında geniş av sahaları vardır. Bu, Vlad’ın susuzluğunu gidermesi için harika bir yoldu, geceleri çıkar avlanır susuzluğunu giderir geri dönerdi. Tabii kış aylarında bu biraz zor olurdu. Hiç av bulamadığı zamanda bile saray için yetiştirilen hayvanların kümesleri ve ahırları vardı. Adeta açık büfe. Kanı emilmiş hayvanları oracıkta parçalar, böylece yırtıcı hayvan işi gibi gösterirdi. Hayvanın büyüklüğüne göre bu bazen bir tilkiye, bazen bir kurda hatta parçalanan hayvan sığır olunca ayıya kadar suç atılırdı. Aslında ahırdan sorumlu olanlar bu vakaları çoğunlukla bildirmezdi, kendileri zan altında kalırlardı yoksa. Vlad Tepes, böyle böyle güç topluyordu ve planları büyüktü. Hesaba katmadığıysa Taşköprülülerdi! Kastamonu Taşköprü mü? Evet, tam da orası. Ne işleri vardı padişahların, şehzadelerin, prenslerin, beylerin olduğu bir hikayede? Osmanlı sarayında bir vampirin sinsi planlarını mı bozmuştu bu köylüler? Fakat nasıl olur?

SARAYDAKİ TAŞKÖRÜLÜLER

Hikmet ve eşi Hayriye askerlere yemek çıkan bölümde etlerin seçilmesi, hazırlanması ve çeşnilenmesinden sorumluydular. Hikmet, çalışan görünürdü ama eşinin ona yardım etmesini kimse yadırgamazdı. Bu çift, çeşnileriyle ve seçtikleri etlerde öyle başarılılardı ki, saraya yemek çıkaran aşhanenin baş aşçısı bile onlara hazırlatırdı etleri. İşi onlar yapar ama övgüyü başaşçı alırdı. Hikmet ve Hayriye bunu önemserler miydi? Asla. Onlar o kadar sessiz, çalışkan ve yardımseverlerdi ki kendi işlerinden başka herkesin işine yardıma koşarlardı. Soğan soymaktan gözlerinde fer kalmayan aşçı yamaklarına, ahırdan sorumlu çobanlara, devasa kazanlara odun kıran ve taşıyan işçilere ki odun kırmada pek bir hünerliydiler, baltayı adeta kendi uzuvları gibi kullanırlar, bir kerede ikiye ayıramadıkları odun olmazdı. Sürek avlarında, av köpeklerinden daha çabuk saray sofrasına konulacak bıldırcınları, çullukları, yaban ördeklerini, geyikleri bulur, kimse görmeden avlar ve onlara teşekkür edip ruhlarını ebediyete gönderirlerdi. Herkese yardım ederler, asla övgü beklemezlerdi, çok da az konuşurlardı. E böyle insanları kim sevmez. Saray ve ordu mutfağındaki herkes onları bu sebeple severdi. Bildiğiniz Anadolu köylüsüydü bunlar; Hikmet, beyaz gömleği, kırmızılı kilim desenli yeleği, siyah pantolonu, kuşağı, kafasında kepi, Hayriye ise kırmızı desenli şalvarı, kafasında pullarla bezenmiş şapkası ve çarıklarıyla sıradan köylülerdi işte. Ama bu kıyafetlerin altında neler gizlenmektedir göreceğiz. Onlar deneyimli birer vampir avcısıdır. Nasıl vampir avcısı oldukları başka bir hikayemizin konusudur ve öyle ya da böyle sarayda iş tutmuşlardır.

VAMPİR ÇOCUKLA AVCILARIN İLK KARŞILAŞMASI

Avcılarımızın ne kadar yardım sever olduklarından bahsetmiştik. Kış ayında diz boyu kar olan bir günde ahıra bakan çoban hastalanmış ve ateşler içinde yatmakta iken onun yardımına kimlerin koştuğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ahırın sorumluluğunu Hikmet üstlenmiş, Hayriye ise çobana çorbalar pişirmiş, bildiği şifalı bitkileri hazırlamıştı. Bu bile onları kahraman yapmaya yeterdi. Hikmet, hayvanları gündüz sık sık kontrol etti, yemledi, günlük işlerini yaptı. Gece olunca yatağına uzandı. Hayriye ise çobanın başındaydı, ateşi düşmemişti. Saray hekimleri halkla ilgilenmez, onların canlarını çok önemsemezdi. Hikmet’i de uyku tutmadı, sağa döndü koyunlar sola döndü sığırlar. Yok, böyle olmayacaktı, ne yapmalıydı ne etmeliydi, sorumluluk almıştı. ‘Bari’ dedi ‘geceyi ahırda geçireyim de hiç olmazsa içim rahat eder.’ Ahırın yolunu tuttu, ahıra yaklaştığında koyunların sesini duydu, kulakları çok keskindir avcıların, bir kilometre ötedeki bir çıtırtıyı bile duyabilirdi, tanırdı koyunların kuzuların sesini, aptal hayvanlardı, durduk yere koşuşurlar birbirlerinden korkarlar, bağrışırlardı. Daha da yaklaştığında kokularını da aldı ki avcıların burunları da harika koku alır. Hikmet, koyunların kokusunu da iyi bilirdi fakat başka bir şeyin kokusunu, iyi bildiği bir iblisin de kokusunu aldı. Hem de çok keskindi. Yaklaşık iki asırdır bu kadar keskin kokanıyla karşılaşmamıştı. Avcılar uzun yaşardı, belki bin insan yaşı yaşayabilirlerdi. Hikmet heyecanlandı. Bu koku olsa olsa bir safkana ait olabilirdi fakat ne işi vardı ahırda. Eli kuşağına gitti. Burada kıyafetinin dışından hiç belli olmayan SARIMSAK İKSİRİ vardı. Bu iksiri avcılar geliştirmişti. Öyle her sarımsaktan olmazdı, kökleri çok eskiye dayanan özel bir sarımsağın özenle yetiştirilmesi ile yapılırdı. Bir vampir iksire maruz kaldığında yaşadığı acıyı tarif etmek imkansızdı, gözleri körleşir, kulakları sağırlaşır, bir köpekten daha iyi koku alan burunları işlevini yitirirdi. Hatta dört beş kemiği kırılan bile olurdu. İksir şişesini bir eline aldı Hikmet, diğer eli sırtına gitti, burada yine kıyafetinden hiç belli olmayan ORAĞI vardı. Bir orak nasıl olur da sırta yerleştiğinde dışarıdan belli olmaz. Bu da orağı yapan ustaların hikmetlerinden biridir ve bu ustaları hikayemizin devamında öğreneceğiz. Orağını çekti, sırtta belli olmayan orak çıkar çıkmaz adeta büyüdü. Üstünde bir iki işleme haricinde bir şey yoktu, mat gümüşten yapılmıştı, oldukça sade idi fakat bir vampirin boynunu küçük bir değdirme ile gövdesinden ayırıverirdi. İnsana tüm kuvvetle vurulsa bile sanki sopayla vurmuşsun gibi etki ederdi. Bu da yapan ustaların hünerlerinden bir diğeriydi. Hikmet, ahıra girdiğinde hayvanların bir köşede sıkıştığını gördü. Diğer köşeye baktığında ise yedi sekiz aylık bir süt kuzusunu iştahla tüketen yaratığı gördü. Hiç beklemedi, sarımsak iksirini hemen yaratığın üzerine attı, bu iksirler adeta bir el bombası gibi patlardı. Yaratık afalladı. Önce ahırın duvarına fırladı üç dört saniye duvara tutunup kaldı. Gözlerini kan bürümüştü bile denemez, gözleri tamamen kandan ibaretti. Yere düştü, Hikmet, öldürücü darbeyi vurmak için hızla atıldı ancak burada hiç beklemediği bir şey oldu. Yaratık, hızlı bir şekilde üstüne atladı, sivri pençelerini göğsüne bastırdı. Fakat avcıları koruyan zırh Hikmetin göğsünün zarar görmesini engelledi. Bu TAŞBASKI ZIRHtı , vampirlerin çeliği bile kesebilecek pençeleri bu bezden yapılmış içliğe benzeyen zırhtan geçemez, hatta dokunduklarında canlarını yakardı. Bu zırhları yapan ustaları da hikayemizin devamında tanıyacağız. Yaratığın da canı yandı, hızla ahırın açık kapısından kaçmayı başardı. Hikmet şaşkındı, bu nasıl olabilirdi? Bütün bir iksire maruz kalmıştı. Bu iksir, bir düzine vampiri saatlerce kıvrandırırdı. Üstelik Hikmet görmüştü, bu daha on dört-on beş yaşlarında bir çocuktu. Artık emindi! Karşılarındaki bir safkandı! Hem de çok güçlü bir safkan! Hikmet, bir süre sessizce kalakaldı ahırda, artık koyunlar için endişeli değildi. Kendisi ve Hayriye, askerler, sarayda çalışanlar hatta padişah ve şehzade ve bütün Edirne için endişeliydi. Sarayda ne işi vardı bu iblisin? Hikmet düşündü, çocuk tanıdık geliyordu. Kimdi bu? Hikmet, gözünden geçirdi, sarayda verilen ziyafetler, ordu törenleri, bayramlar… Mutlaka bunlardan birinde görmüştü. Kanı emilerek kurutulmuş süt kuzusunu gömerken de düşündü. Kimdi? Kafasını zorladı. Kimdi? Kimdi? Bir anda kafasına dank etti. Av gezisinde gördüğü Şehzade Mehmet’in yanındaki çocuktu. İsmini hatırlayamadı ama bulmuştu. Siyasi bir esir olduğunu ve şehzadenin en yakın arkadaşı olduğunu biliyordu. Ahırdan çıktı hızlıca, olanları Hayriye’ ye anlatmak için döndü.

ŞEHZADEYİ KORUMA PLANI

Hayriye Hikmet’e çok kızdı . İlk kokuyu aldığında dönüp kendisini çağırmadığı için veryansın etti. Eğer beslenirken kendinden geçmiş vaziyette olmasa belki Hikmet bile canından olabilirdi. İki avcı olsalardı işi oracıkta bitirebilirlerdi. Kafa kafaya verip düşündüler, nasıl yok edeceklerdi? Siyasi bir esir, daha da ötesi şehzadenin kardeşi sayılırdı. Bunu kimseye anlatamazlardı, deli derlerdi onlara ve derhal saraydan uzaklaştırılırlardı. Gece gizlice odasına girip alamazlardı canını. Vampirler geceleri uyumaz çok daha canlı olurlardı. Gündüz de onlar saraya giremezlerdi, köylülerin ne işi vardı sarayda. Hadi padişah seferlerde olduğu için sarayda olmazdı fakat şehzadeyi nasıl koruyacaklardı? Böyle düşünürken sabahı ettiler ama akıllarında bir plan da belirmişti. Gün içinde planı ayrıntılandırdılar. Gece ilk işi hallettiler. Ertesi sabah Hayriye bir kervana katılıp Van’a yola çıkmıştı. Gece ne yaptılar? İkinci Murad’ın fethettiği yerlerden birinde ganimetin en kıymetlisi olduğu söylenen bir madalyonu oğluna hediye ettiği söylenir fakat bugün hiç bir Osmanlı kaydında geçmez bu madalyon. Hiç bir müzede de yoktur. İşte bu madalyonu Hayriye yanında Van’a götürmektedir. Bir gece önce, gecenin en koyu saati avcılarımız müthiş bir gizlilikle, ki değme ‘ninja’ yapamaz bunu, şehzadenin odasına girmiş ve madalyonu aşırmışlardır. Tabii ki geçici bir süreliğine. Hayriye, Hikmet’in orağını da kullanarak şehzadenin odasının bulunduğu kulenin duvarlarına iki elinde iki orak taşlara bir birini, bir diğerini saplayarak günümüz dağcılarından daha büyük bir hünerle tırmanıverdi. Madalyon ertesi gün Hayriye’yle birlikte Van’a yola çıkmıştır. Sabah sarayda yer yerinden oynamış her yer aranmış taranmış fakat madalyon bulunamamıştır. Kapıdaki muhafızlar sorumlu tutulmuş, zindana atılmış ve idam edilmeleri için padişahın dönüşü beklenmeye başlanmıştır. Peki, madalyonu çalıp niye Van’a gitti Hayriye? Van’da ne vardı? Van´da daha sonra anlatmaya söz verdiğimiz silah ustalarımız vardı. ERMENİ KUYUM USTALARI . Öylesine hünerli ustalardı ki daha önce Hikmet’in sırtından çıkan oraktan bahsetmiştik, daha nicelerini yaparlardı. Dışarıdan baktığında esnaf görünürlerdi -tıpkı diğerleri gibi- akşam dükkanı kapatır, evlerine gider çocuklarıyla oynarlar, eşleriyle ilgilenirler günlük yaşamlarına devam ederlerdi. Ancak bir avcı gecenin bir yarısında gelse ve kapılarını çalıp ’ ch’ar ‘-bu Ermenice “Canavar” anlamına gelmektedir- dese hemen hazırlanıp onu içeri alır ve evin zemininde yer alan ve döşeme gibi görünen ama bir iki dokunuşla açtıkları bir kapak ile aşağıda buluna gizli atölyelerine giderler avcıların isteklerini hemen yaparlardı. Çok eskiye dayanırdı müttefiklikleri. Bu da başka bir hikayemizin konusu olsun. Bu kez gelen Hayriye’ydi. Kervandan ayrılıp bir at çalmış ve çok az uyuyup, çok fazla yol alarak en kısa sürede gelmişti. Kapıyı çaldı.‘Ch’ar’ dedi. Aram ve Lilith hemen kapıyı açıp Hayriye’yi içeriye aldılar. Hazırlanıp aşağıya indiler. Hayriye durumu anlatıp madalyonu çıkardı ve geceler boyu sürecek olan çalışma başladı. Aram ve Lilith’ in gözlerinden kan damladı denilebilir. Mesele madalyonun aynısını yapmak değildi, mesele şehzadeyi safkan bir vampirden koruyacak tılsımları yapmaktı. Bu tılsımlar ne Hristiyan ne Müslüman ne de diğer dinlerin imgelerine benzerdi. Bunlar, binlerce yıl öncesine ait insanlığın ilk ayağa kalkıp bu yaratıklara karşı savaşmaya başladığı kadim dönemlere ait sembollerdi. Hayriye’nin anlattığına bakılırsa bu çok güçlü bir safkandı. Hazırlanması aylar aldı. Zaman aleyhlerine işliyordu. Bu sırada padişah seferden dönmüş, hiç beklenmedik bir şekilde tahttan çekilmiş, kendini inzivaya çekmişti. Bu daha da kötüydü. Artık korumaları gereken şehzade değil, on iki yaşında çocuk padişahtı. Madalyon tamamlandı. Hayriye zaman kaybetmeden yola çıktı, endişeliydi, çok mu geç kalmıştı?

VLAD TEPES’İN İLK KORKUSU

Ahırda yakalanışından sonra Vlad Tepes, korkudan deliye dönmüştü. Yakalandığı şeyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Alelade bir çoban değildi, bir avcıydı. Annesi ona küçüklüğünden beri onları anlatır dururdu. Esir verilirken de annesinin ona son sözleri sevgi cümleleri değil, avcılara karşı temkinli olması idi. Şimdi yakalanmıştı. Ne işleri vardı sarayda? Daha önce fark edip takip mi etmişti onu? Yoksa rastlantıyla mı denk gelmişti? Sarımsak iksiri etkisiyle kendisine saldıranı görememişti? Herkes olabilirdi? Ve birden fazla da olabilirlerdi. Çok dikkatli olmalıydı. Bu, Vlad Tepes’te bir paranoya haline geldi. Kış aylarında çok açlık çekmesine rağmen ahıra adım atıp susuzluğunu gideremedi, içinde büyüyen açlık onu günden güne çıldırttı. Ki tam bu esnada II.Murad tahttan kendi isteğiyle çekilmiş, tahtı Şehzade Mehmet’e bırakmıştı. Vlad’a gün doğmuştu. Kafası siyasete çalışırdı ve bazı vezirlerin çocuk padişaha karşı çıktığının farkındaydı. Buna rağmen padişaha suikast düzenlemeyi düşünmeyeceklerini de biliyordu. Ama gecenin karanlığında Mehmet’i öldürebilirdi ve bu bir siyasi suikast olarak algılanabilirdi. Osmanlı bir iç karışıklığa sürüklenirdi. Kendisi de serbest kalabilirdi. Birbirlerini öldürürlerdi. Vlad Tepes sadece Osmanlı’dan değil bütün insanlardan nefret ederdi zaten. Herhangi bir nedenle savaşmalarına, birbirlerini boğazlamalarına bayılırdı. Bunu düşündüğünde daha on üç yaşında yoktu. Planını hayata geçirmek için ince eledi sık dokudu. Mehmet’in siyasi rakiplerinin, özellikle de Çandarlı Halil Paşa’nın iyice gemi azıya almasını bekledi. Siyasi atmosferin en gergin zamanında bir gece avcılarımızdan çok daha sessiz ve becerikli şekilde Mehmet’in odasına girdi. Heyecanlanmıştı da, ilk defa insan kanının tadına bakacaktı. İnsan kanının verdiği doyumu vampirlere doğada başka hiçbir canlı veremezdi ve insan kanı kuvvetlerini de iyi derecede arttırırdı. Odaya girdiğinde yatakta uyuyan arkadaşı Mehmet’i gördü, daha da heyecanlandı. Padişah kanı içecekti ki normal insan kanından hiçbir farkı yoktu! Yatağa yaklaştı, sağ yanına dönmüş Mehmet’in şah damarına yaklaştı fakat yirmi santim kala hareket edemedi, bu da nesiydi? Öbür tarafına geçti ve Mehmet’in boynundaki madalyonu o zaman fark etti. Hayriye sadece bir gece önce Edirne’ye dönmüştü ve gelir gelmez madalyonu tekrar yerine koymuşlardı. Padişahı kurtarmanın yanı sıra idam edilmesi an meselesi olan muhafızları da kurtarmak çok sevindirmişti onları. ‘Avcılar’ dedi. Heyecanı korkuya döndü. Demek padişaha düşündüğünden daha da yakındılar. Belki vezirlerden birisi, belki lalalarından birisi, belki de çeşnici başı… Belki şu an odada saklanmış kellesini almak için bekliyorlardı. Geldiğinden çok daha hızlı geri döndü. Belki takip etmişlerdi. Şimdi kapıdan içeri girip üstüne çullanacaklardı. Bu korku Vlad Tepes’e uzun bir süre yetti. Öldürülme korkusu iyice paranoyaya dönüştü ve tarih kitaplarına da böyle geçti. Zaten kısa bir süre sonra Mehmet, babasına o efsane mektubu yazmış, babasını tekrar tahta çıkarmış ve siyasi karışıklığın önüne geçmişti. Vlad Tepes yaşadığı korkuyla bir daha suikast girişiminde bulunamadı. Saraydaki odasından bile çıkmaya korkar olmuştu.Ta ki 1456 yılına kadar.

VLAD TEPES ÖZGÜR KALIYOR

Şehzade Mehmet büyümüş, babası vefat edince yeniden ve kalıcı olarak tahta çıkmıştı. İstanbul fethedilmişti. Bu, tarihte önemli bir gelişmeydi fakat Taşköprülülerin bununla hiçbir ilgisi olmadı. Vampirler gibi savaş çıkınca sevinmezlerdi. İnsanların herhangi bir gerekçeyle birbiriyle savaşmasını doğru bulmaz, ölen binlerce masum için üzüntü duyarlardı. Bu geçen zamanda Vlad da büyümüştü. Bir metreden fazla yaklaşamamasına rağmen Fatih’in en güvendiği insanlardan biri olmuştu. Fatih, çocukluk arkadaşını Eflak ve Boğdan voyvodası olarak atamaya karar verdi. Bir takım savaşların sonunda Vlad’ın rakipleri yenilmiş, Eflak ve Boğdan Voyvodası olmayı başarmıştı. Vlad çok mutluydu, esareti sona eriyordu. Hayriye ve Hikmet ise bu haber üzerine büyük bir telaşa kapıldılar. Burada kontrol edebildikleri iblis artık serbest kalıyordu. Diplomatik bir heyetle yola çıkacaklardı. Yol üzerinde pusu atmayı düşündüler önce fakat bu heyetteki muhafızları da öldürmeyi gerektirirdi. Canla başla bu şeytanı korurlardı. Üstelik silahları da onlar karşısında bir işe yaramazdı. Bir de Osmanlı padişahının atadığı bir yetkiliyi kim öldürmeye cesaret edebilirdi. Savaş sebebi sayılırdı ve masum insanların zarar görmesi riski ortaya çıkardı. Avcılarımız hiç bu kadar çaresiz kalmamışlardı. Daha sonra yaşanacaklar ise keşke bu planı uygulasaydık dedirtecek cinsten oldu.

VLAD TEPES KAZIKLI VOYVODA YA DÖNÜŞÜYOR

Yıllarca Osmanlı sarayında esir kalan Vlad Tepes özgür kaldığı için mutluydu ama onu asıl mutlu eden şey avcılardan uzaklaşmak oldu. Yanındaki diplomatik heyetten bile şüphelenmiş, zor bir yolculuk geçirmişti. Artık tam anlamıyla serbestti. Bol bol insan kanıyla beslenebilirdi fakat bu sadece susuzluğunu giderme isteği değildi. Yıllarca avcıların baskısı altında yaşayan şeytan serbestti ve günden güne büyüyordu. Voyvoda olduğu bölgenin ormanlık alanlarında bulunan cesetler vahşi hayvan saldırısına yoruluyordu, tabi parçalanmamış ama bir damla da kanı kalmamış cesetlerin artması kuşku uyandırmıştı. Vlad’a artık beslenmek yetmez olmuştu. Sarayında yaptırdığı özel mengenede sıktırdığı insanların kanında banyolar yapıyordu. İşkence ile öldürtmeye ve izlemeye bayılıyordu. Siyasi erkin verdiği rahatlıkla bunu gizli yapmaya da gerek duymaz olmuştu. En meşhur işkencesi özenle hazırlanmış yağlı kazığa geçirme idi, bu sayede kurban üç gün boyunca acılar içinde kıvranarak ölüyordu. Kazığa geçirilen insanlardan bir daire yapıp, onların iniltileri eşliğinde, şenlik havasında, ortalarında yemek yemek en büyük eğlencesi olmuştu. Özellikle Türkleri sevmezdi, bir Türk’ü ele geçirince önce ayak derilerini yüzdürür ardından tuz bastırır ve keçilere yalatırdı. Bir gün şehirdeki bütün dilencileri toplamış, onları yedirmiş içirmiş ardından da hepsini ateşe verip diri diri yakmıştı. Kadınların göğüslerini kesip yerine çocuklarının kafalarını diktirmiş, bazı kadınları da kazanlarda haşlayıp etlerini çocuklarına yedirmişti. Dil öğrenmek için Eflak’a gelen dört yüz Macar öğrenciyi casuslukla suçlayıp yakması ise avcı korkusundandı. Şehre giren her yabancının öldürülmesini isterdi. Avcılar onda paranoyaya dönüşmüştü. Bütün bu işkence haberleri Fatih Sultan Mehmet’in kulağına kadar gelmiş fakat o bunları Vlad’ın rakiplerinin kara propagandası olarak değerlendirmişti. Gelen vergilerin aksamasını bile büyük bir müsamaha ile karşılamıştı. Sonuçta Vlad onun kardeşi sayılırdı. Eflak ve Boğdan’ı birlikte almışlar, onu Voyvoda olarak o atamıştı. Vergiler hepten kesilince, katliam hikayeleri çoğalmaya başlayınca ve Fatih Karadeniz seferindeyken Bulgaristan kıyılarının yağmalandığı haberi gelince bardak taşmıştı. Fatih biriken bütün vergi borcunu ödemesini istedi. Vlad akıllıydı. Fatih’e yazdığı mektupta baskı altında olduğunu ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Fatih de salak değildi. Hamza Bey’i görevlendirdi. Plan basitti. Hamza Bey ve yanındakiler elçi gibi gidecekler, yardıma gitmiş gibi görünecekler fakat Kazıklı Voyvoda’nın boşluğunu yakalayıp kellesini alacaklardı. Voyvoda bu yeme gelmiş gibi görünmüştü. Hamza Bey’in yaveri Yunus Bey’i iyi karşılamış ve biriken vergileri getireceğini söyleyip onu geri göndermişti. Planları başkaydı artık, kendine güveni tamdı.

ORDUGAHTAKİ AVCILAR

Hamza Bey ve çok iyi yetiştirilmiş seçkin askerlerden oluşan birliği, donmuş Tuna nehri kenarına ordugâhlarını kurmuştu. Sadece seçkin askerler değil, karavana kışlada pişer özdeyişiyle mutfakçılar da burada idi. Bu mutfakçıların arasında Hikmet ve Himmet de vardı. Size Himmet’i hiç anlatmadık. O, Hayriye’nin ta kendisidir. Avcılarımız, Vlad Tepes’e diplomatik bir heyet ve destek için asker gönderileceğini öğrenince endişelenmişler ve altında bir hinlik olduğunu hemen anlamışlardı. Sefere gitmeye gönülsüz olan mutfakçıların arasından seçilmeleri çok zor olmamıştı ama Hayriye kadındı ve savaşta yeri yoktu. O da çok bilindik bir yola başvurup erkek kılığına girerek Himmet olarak sefere katılmıştı. Kazıklı Voyvoda hikâyeleri insanlara abartı geliyordu. Avcılarımızsa daha fazlası olduğunu bilerek gözü karartmışlardı. İlk fırsatta iblisin kellesini alacaklardı, gerekirse ortalık yerde! O gece akşam yemeği yenmişti. Yunus Bey’in dönüşü bekleniyordu. Hava iyice kararmıştı. Ordu ile sefere çıktıklarından beri Hikmet ve Himmet ordugâhın etrafında gece devriyesi yapıyordu. Bir kaç kere askerlere yakalanmışlar, sabah için hazırlık var deyip inandırmışlardı. Çünkü saldıracak olan şeyin ne olduğunu biliyorlardı. Yatsı namazından sonra Yunus Bey ve yanındakiler döndü. Artlarından rüzgârla gelen koku melez vampir kokusuydu. Bir safkan kadar keskin değildi kokuları ama o kadar fazlalardı ki virüs gibi çoğalmışlardı. Sadece bir safkan melez vampirler yapabilirdi. Saldırı çok hızlı oldu. Her taraftan saldırıyorlardı. Zavallı Osmanlı askerlerinin ise bu canavarlara karşı ellerinde hiçbir şey gelmiyordu. Pek çoğu hızlıca yakalanıp diri diri götürüldü. Melez ordusu binlerceydi. Avcılar baş edemeyeceklerini anlayınca komuta çadırına yöneldiler. İki şişe sarımsak iksiri, çadırı saran melezleri dağıtmaya yetti. Çadırın içinde kılıç kuşanmış Hamza Bey ve oğlunu gördüler, Yunus Bey de yanlarındaydı. ‘Vakit yok’ dedi Hayriye, orağını çıkarırken kostümü dağılmış, saçları açılmıştı. Çadırdakileri vampirden daha fazla şaşırtan kadın bir savaşçı görmek oldu. ‘Kaçmalıyız, sayıları çok fazla’ dedi. Çadırın arka tarafını orağıyla bir insan boyu yırttı. Hikmet bu esnada çadırın etrafını sarımsak iksirine boğmuştu, hiçbir melez yaklaşamıyordu. Atlara ulaşıncaya kadar Hikmet ve Hayriye sırt sırta verip adeta biçerdövere dönüştüler. Atları aldılar. Yunus Bey bindi, Hamza Bey’in oğlu babasını ata bindirdi. Sarımsak iksiri bulutunun içinden gelen Voyvoda, ki artık Drakula denilebilirdi, iki elindeki mızrakları Hamza Bey ve Yunus Beye saplayıp bir sıçrayışta onları atın üstünden almıştı.Hayriye ve Hikmet saldırdı, sarımsak iksiri hiç etkili olmadı denemez, Drakula’yı biraz zayıflatmıştı fakat bu Hamza Bey’i bir sıçrayışta götürmesine engel olmadı. Yunus Bey’in cesedi ise yere düşmüştü. Bu görüntüyü gören askerler teslim oldu. Hayriye ve Hikmet babasının peşinden gitmeye çalışan Kürşat’ı zorla durdurup ata bindirdiler çünkü artık vakit yoktu, kaçmaları gerekiyordu. Kaçmaya başladılar, arkalarına sürekli iksir attılar ki takip edilemesinler diye. Biraz ilerlediklerinde yol kenarında melez bir vampirin Osmanlı askerinin kanını emdiğini gördüler. Hayriye atın yan sağrısına eğildi, orağıyla vampirin kellesini almaya hazırlanırken, Hikmet arkadan seslendi ‘Dur Hayriye!’ Hayriye muhteşem bir çeviklikle son anda orağını çevirdi. Hikmet arkadan hemen vampirin üstüne sarımsak iksiri attı. Vampir yere serildi.Hikmet’in aklında bir plan belirmişti o saniyede. Bu vampiri İstanbul’a canlı götürmeli, padişahın huzuruna çıkarmalı varlığını padişaha ispatlamalıydılar. Üstelik Hamza Bey’in oğlu yanlarındaydı. Onun sayesinde huzura kabul edilirlerdi. Vampiri bağlayıp paket yaptılar. Yol boyunca yemek için avladıkları hayvanların kanıyla beslediler, hayatta tuttular. İstanbul’a geldiklerinde Kürşat’ın yanında iki köylü vardı. Bu köylüler belki de bir padişaha akıl veren tek köylülerdi. Tabi bu da hiçbir tarih kitabında yazmaz.

TAŞKÖPRÜLÜLER PADİŞAHIN HUZURUNDA

Hamza Bey’in oğlu Kürşat, babasının komutasındaki ordudan tek sağ kalan olarak padişahın huzuruna çıkacaktı. Baştan aşağı utanç içindeydi. Kendisi de ölmeliydi fakat avcılar buna izin vermemişti. Hiç bilemediği bir düşmandan onu kurtarmışlardı. Şimdi sıra padişaha izahat vermekteydi. Huzura, yanında iki kişi ve rulo halinde sarılmış bir emanetle çıkacağını söyledi. Koskoca taburdan geriye bu üç kişi kaldığı için de bu isteği kabul gördü. Fatih merak içerisindeydi. Dönemin en ileri silahlarına sahip, en iyi yetiştirilmiş, İstanbul’u fethetmiş ordusu nasıl olur da bozguna uğrardı. Voyvodanın kaç askeri olabilirdi ki, nasıl bir güçle saldırmışlardı, ne çeşit silahlar kullanıyordu? Tek sağ kalan Hamza Bey’in oğluydu. Ve yanında gelen aşçı ve yamağı mı? Kürşat ve iki köylü yanlarında koruma askerleriyle padişahın huzuruna çıktı. Fatih ‘anlat’ dedi. Kürşat ‘Padişahım size anlatmaya kelimelerim yetmez, gözlerinizle görmeniz için size bu emaneti getirdim’ dedi. Hikmet ve Hayriye, tabi Hayriye yine Himmet olarak huzura çıkmıştı, halı rulosunu yuvarladılar. Açılan halıdan çıkan yaratık baygındı. Üstlerini arayanlar onu bir insan cesedi sanmışlardı. Hikmet avucunu kanatıp yaratığın ağzına akıttı, insan kanıyla bir anda canlanan yaratığın göz çevreleri kıpkırmızı açıldı, Azı dişleri ve pençeleri dışarıda tıslayarak padişahın yarım metre yakınına kadar koştu ve duvara çarpmışçasına geri sekti. Kapıkulu askerleri kılıçlarını çekip yaratığın üstüne atıldılarsa da kuvvetli kılıç darbeleri yaratıkta sadece yaralar açıyor fakat öldürmüyordu. Hayriye sırtından orağını çekti, üstleri aranmıştı, nasıl olmuştu da padişahın huzuruna sokulan silah görülmemişti, bu da bambaşka bir şaşkınlık sebebi oldu. Üstündeki erkek elbiseleri orağını çekmesiyle çıkan Hayriye, hafif bir dokunuşla yaratığın kellesini padişahın ayakucuna yuvarlayıvermişti. Bu durum karşısında Fatih yaklaşık bir dakika sessiz kaldı. Şaşkındı. Gördüğü yaratık mı daha fazla şaşırttı onu yoksa bir kadının bu denli ustaca savaşması mı bilinmez. Muhafızlara dışarı çıkmalarını emretti. Fatih ileri görüşlüydü, durumun vahametini daha o dakika anlamıştı. Kürşat’a sordu ‘Nedir bu şeytani varlık? ‘Kürşat isterseniz onlar anlatsın padişahım’ deyip kenara çekildi. ‘Peki siz kimsiniz?’ deyip aynı oranda merak ettiği ikinci soruyu da avcılarımıza sordu. Hikmet koskoca cihan padişahının önünde sanki bir çocuğa ders verir gibi sade ve rahat bir şekilde konuşmaya başladı. Vampirleri, kan emiciliklerini, melezleri, saf kanları… Bildiklerini olabildiğince hızlı bir şekilde anlattı. Vlad Tepes de bunlardan biriydi ve safkandı, üstelik şu an gücünün doruklarında idi. Fatih yine şaşkındı, bu gördükleri rüya mıydı , bu bir çeşit büyü müydü? Bir vampirle mi büyümüştü? ‘Beni niye bu zamana kadar öldürmedi?’ diye sordu. Burada Hayriye devreye girdi. ‘Boynunuzdaki madalyon padişahım’ dedi. Fatih’in şaşkınlığı büyüdü, bu bir kadındı, devlet erkânının odasında hem de babasından hatıra olarak kalan ve hiç çıkartmadığı, hiç kimsenin bilmediği madalyondan bahseden bir kadın. Hayriye madalyonun hikâyesini de anlattı. Fatih için taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Demek onu çocukluğundan beri koruyup kollayan bu iki savaşçıydı. Artık inanmıştı fakat anlatamazdı. Vampir söylentisi askerleri korkuturdu. Üstelik dinimizde de yeri yoktu! Hadi cin olsalardı neyse. Bunu tebasına anlatamazdı, infial yaratırdı.Derhal Vlad’ın kardeşi Radul’un çağırılmasını emretti. Avcılar, Vlad’ın kardeşi olduğunu öğrenince şaşırdılar. Radul Bey geldi. Ortada duran melez vampir kellesini görünce hiç şaşırmadı. Belli ki biliyordu. Hayriye orağıyla boynuna vurdu. Radul darbeyle acı içinde yere düştü. Hayriye ‘bu vampir değil’ dedi. Aynı anneden bir vampir , bir insan oğul. Vlad ve Radul’un annesi bir ANAÇ’tı yani kendisi kan emmeyen ama hem safkan vampir hem de insan doğurabilen ANAÇ vampirdi. Radul hiç abisine benzemiyordu, bildiği bütün gerçekleri anlattı. İlk defa hiç bir unvanı olmayan iki köylüye danıştı cihan padişahı. Birinin kadın olması da cabasıydı. ‘Ne yapmalı?’ diye sordu. Sözü ilk Hayriye aldı, tavsiyelerini verdi. Bu da Fatih Sultan Mehmet Han’ın bir kadından ilk ve son kez tavsiye alışıydı. Silah yaptırmak için bir kervan hazırlanmalı ve Van’da Ermeni ustalara gidilmeliydi. Hayriye kervanı burada bırakıp Kastamonu’ya gidip orada TAŞ BASKI ustalarına koruyucu TAŞ BASKI zırh yaptırmalı ve hepsini toplayıp hızlıca dönmeliydi (Taşbaskı Ustaları Ermeni Kuyum Ustaları gibi avcılarımızın kadim müttefiklerindendir.) (Bugün sofra örtüsü gibi gördüğümüz semboller aslında kadim sembollerdir.) Fatih ne gerekirse yapılmasını emretti. Bu iş Hayriye’nin sorumluluğundaydı. Radul bu görevde Hayriye’ye yardımcı olarak verildi. Hikmet bu esnada uygun ortamda yetiştirebildiği kadar sarımsak yetiştirip, yapabildiği kadar bol iksir hazırlayacaktı. Bu konuda da Fatih emir verdi fakat bu emirler yazıya dökülmedi, sözlü verildi. Bu sebeple hiç bir tarih kitabında yer almaz. Bu gizlilik sebebiyledir ki vampir uyandığında odada olan muhafızlar şahit oldukları şeyi anlatmasınlar diye gece uykularında boğdurulmuştur.

VAMPİR ORDUSU VE İNSANLARIN SAVAŞI

Yeni bir Eflak-Boğdan seferi düzenleniyordu. Askerlerden bütün kılıçları, kalkanları, tüfekleri toplanmış, yerine Ermeni ustaların hünerli ellerinden çıkmış yeni kılıçlar verilmişti. Eski silahlarından çok daha kötü görünen bu kılıçlar pek güven vermiyordu askerlere ama emir böyleydi. Hadi gene bunlar silahtı da verdikleri küçük şişeler neydi. Savaşa girmeden önce düşmanın üstüne atma talimatı almışlardı. Neymiş, düşmanı güçten düşürürmüş. Hiç yiğitçe değildi. Verdikleri desenli içlikler ,ki bunlar aslında TAŞBASKI zırhtı, hiç hoşlarına gitmemişti. Soğuktan korur demişlerdi ama koruyamayacağı barizdi. Lakin emirler işte. El mahkûmdu, üstelik seferin başında padişah vardı. Yol boyunca ordu hiçbir sorun yaşamadı. Kazıklı Voyvoda’nın kalesine yaklaştıkça dehşet ortaya çıkmaya başladı. Hamza Bey ile sefere çıkan Osmanlı askerleri ve binlerce sivil, yol kenarlarında kazığa geçirilmiş olarak duruyordu. Bir damla kanları toprağa düşmeden melez vampirler tarafından geçirildikleri kazıkta günden güne yavaş yavaş tüketilmişlerdi. Koskoca İstanbul fatihi bile dehşete kapılmıştı. Belki içinde ilk defa korkuyu hissetmişti. Tabii belli etmedi, cesur göründü ama onu yakından koruyan Hayriye ve Hikmet korktuğunun farkındaydılar. Vampirlerin varlığı, besin zincirinin en tepesinde olduğunu düşünen bizlere aslında av da olabileceğimiz gerçeğini tokat gibi vuruyordu. Bu, korkuyla karışık bir direnme isteğine yol açıyor ve haklı bir insanlık savaşına dönüşüyordu. Kaleye yaklaştıklarında ilk saldırı gece geldi. SARIMSAK İKSİRLERİ bile bu saldırıyı püskürtmeye yetti denilebilir. İkinci saldırı, üçüncü saldırı… Saldırılar hep gece oluyordu. Düşmanın görünüşü garip geliyordu askerlere. Bunun da Kazıklı Voyvoda’nın taktiği olduğu söylendi. Korkutma amaçlı makyaj yapılmış soytarılardı. Üstlerine atlamayı becerebilen vampirler TAŞBASKI ZIRHA çarpıp acı içinde geri dönüyordu. Askerler şaşırıyordu. Dahası nasıl oluyor da gece karanlığında gelen düşmanın kellesini tek vuruşta gövdesinden ayırıyorlardı? Hünerin birazı kendilerinde çoğu Ermeni Kuyum ustalarımızdaydı. Adeta kılıçları vampir çeken bir mıknatıs gibiydi, hedefi şaşmıyordu. Kollar, bacaklar, kelleler havada uçuşa uçuşa kalenin dibine kadar varıldı. Ordugah kuruldu, kuşatma başladı. Voyvoda’dan ise ses yoktu. Kaçmış mıydı? Hayır! Onun da başka planları vardı. Fatih ile aynı eğitimi almış deneyimli bir komutan olmanın yanı sıra artık başka güçleri de vardı.

GECE GELEN ESKİ DOST

Gelen yenilgi haberleri Voyvodanın canını sıkmıştı. Gelen askerlerin hepsi avcı olabilirdi. Bu onu ürkütmüştü. Ama artık küçük çocuk değildi. Fatih’le aynı eğitimi almıştı. Voyvoda on üç yaşından beri Osmanlı’nın içindeydi. Konuşmasında hiçbir aksan yoktu. Bir yeniçeri üniforması giyse kimse onu ayırt edemezdi. Üstüne bir üniforma geçirip gece karanlığında ordugâha girdi, hedefi Fatih’ti. Savaşı ve hatta Osmanlı’yı bitirecekti. Boynundaki tılsımlı madalyon, onu yıllarca uzak tutmuştu ama artık onu durduramazdı. İnsan kanıyla beslene beslene gücünün üst sınırlarına ulaşmış, DRAKULA olmuştu. Bir Osmanlı askeri kıyafetiyle ordugâha sızmıştı. Kısa süreliğine hayvana dönüşebiliyordu. Çoğu hikâyede anlatılanın aksine, dönüştüğü hayvan yarasa değildi. Kan emici bir SÜLÜK biçiminde yavaş yavaş Fatih’in çadırına girdi. Çadırın etrafına litrelerce sarımsak iksir dökülmüştü ama bunlar artık DRAKULA’yı durduramazdı. Fatih padişahlara yakışır yatağında yatıyordu. Yıllar önce tadına bakmasına engel olunan Fatih’in kanının kokusunu alabiliyordu, aynı kokuyordu. Yatağın dibinde vücuduna döndü tekrar. O an Fatih’i öldürdükten sonra, dünyaya egemen olma isteği düştü içine. Önünde hiçbir engel kalmıyordu. Fatih’in kokusunu daha net alabiliyordu. Sağ yanına doğru yatmıştı. Yastığı alıp kafasına bastırdı ve çivi gibi pençelerini batırmaya başladı. Hiç bir katliamı, hiçbir işkencesi ona böyle keyif vermemişti. Yüzündeki mutluluk tarif edilemezdi. Şimdi kanının tadına bakma zamanıydı. Yastığı kafasından çekti, boyundan şah damarından kan emmek için. Fakat yatakta yatan… O anda iki kolunda ve iki bacağında şiddetli bir yanma hissetti. Sanki bir yanardağın içine girmişti eli ayağı. Hayriye ve Hikmet onu özel zincirlerle yakalamışlardı. Bu zincirlerden çıkan iğneler vampir vücuduna sarımsak iksiri enjekte ediyordu. Yataktaki cesedin Fatih’e ait olmadığını da o anda anladı. Avcılarımız İstanbul’da yeni ölen bir erkek cesedini defnedildikten sonra çalmışlar, kanını boşaltmışlar ve düzenli olarak yol boyunca Fatih’in kanını bu cesede nakletmişlerdi. Bozulmaması için de çok iyi muhafaza edilmişti. Burada avcılarımızın tıp biliminde ne kadar yetenekli olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. DRAKULA da avcıların ne kadar zeki olduğunu öğrenmiş oldu. Çadıra dışarıdan giren Fatih’in elinde Hikmet’in orağı vardı. Yıllar önce karşılaşmıştı bu silahla. Bu sefer kaçışı yoktu. Vampir gücünün üst sınırındaydı. Avcılar DRAKULA’yı zor zapt ediyordu. Fatih bu işi hiç uzatmadan bitirmeliydi. Orağı doğrudan boynuna doğru salladı. Drakula, bir refleks ile sol kolunu kaldırmayı başarınca sol kolu omuz hizasından koptu. Fatih saniye geçirmeden orağı ikinci kez salladı fakat kolunun kopmasıyla zincirin birinden kurtulan Drakula kendine gelerek sağ elini kendine siper etti ve bu kez de sağ kolu dirsek hizasından koptu. Kollarını kaybetti ama bu onu zincirlerden bir nebze olsun kurtarmıştı. Kaybettiği kanda bol miktarda sarımsak iksiri olduğu için kan kaybetmek de onu kendine getirmişti. Tüm gücünü toplayarak bir SİVRİSİNEĞE dönüşmeyi başardı. Hayriye ve Hikmet’in, çadırı iksire boğması da nafileydi ve bir delikten çıkmayı başaran Drakula kendini ordugâhın dışına atmayı başardı. Tekrar insan formuna geçip dağlara doğru kaçmayı başardı. Yaralı ve güçsüzdü, aynı güce ulaşması beş asır kadar sürecekti. Bu, savaşın sonuydu. Voyvoda kaybetmişti, ordusu yok edilmiş, taraftarları teslim olmuştu. Bir tane bile melez vampir bırakmamışlardı. Hayriye bir safkandan daha tehlikeli olabilecek bir anacın kalede yaşadığını biliyordu. Onun da işi bitirilmeliydi. Kaleye çıktı. Radul ve annesini birlikte buldu. Anneyi öldürecekti. Radul yalvarmaya başladı ‘onun bir günahı yok’ dedi. Karşısında yalvaran adam aşık olduğu kişiydi. Şimdi diyeceksiniz ki Hikmet’le evli değil miydi? Hayır , Hikmet Hayriye’nin oğludur. Avcılarımız uzun yaşadıkları için aynı yaşlarda görünürlerdi. Van ve Kastamonu’ya yaptıkları seyahatte Radul ve Hayriye yakınlaşmış ve birbirlerine aşık olmuşlardı. Şimdi Hayriye aşık olduğu adamın annesini öldürecekti. ‘Lütfen’ dedi Radul, gebe annesinin önünde durarak. Voyvoda annesinin hamile kalmasını sağlamış, kendisine safkan bir erkek kardeş ya da soyu devam ettirebilecek bir anaç daha vermesini sağlamaya çalışmıştı. Hayriye ‘doğacak olan tehlikeli olabilir’ dedi. ‘Belki insan olur, bilemezsin!’ diye diretti Radul. ‘Haklısın’ dedi Hayriye, Radul’u kucakladı, öpüşmeye başladılar, bu esnada elinde olan orağını Radul’un arkasında duran annesinin boynuna vuruverdi, karnında bebesiyle öldürmekte hiç tereddüt etmemişti. Ağlayarak çıktı kaleden. Asırlardır avcılık yapmak gaddarlaştırmıştı onu ama yine de içi acıyordu. Avcılarımız Eflak-Boğdan’da şeytanın izini bir süre daha aradılar çünkü öldüğüne inanmıyorlardı fakat bir iz bulamadılar. Ganimetler paylaşıldı. Vergiler tahsil edildi. Ordu muzaffer bir şekilde geri döndü. Ermeni ustaların yaptığı silahlar geri toplandı, taş baskı ustalarının zırhları geri alındı, bu silahlarla isteseler de bir insanı öldüremezlerdi. Bu sebeple bugün bu silahlar hiçbir müzede görülemez. Fatih Sultan Mehmet avcılarımıza 'dile benden ne dilersen 'dedi özetle, avcılarımız ne ganimetten pay ne unvan ne makam ne mevki istediler, sadece sarımsak yetiştirmeye en uygun bölgede kendilerine ait bir bölgeye yerleşmeyi istediler. Burası bugün Kastamonu’nun Taşköprü ilçesidir. Buranın sarımsağının rastgele meşhur olduğunu sanırlar ama onların hikâyesi çok eskiye dayanır. Drakula tekrar gücünü toplayıp gelinceye kadar burada sarımsak yetiştirdiler, avcılar yetiştirdiler, müttefikleriyle silah üretip hazırlıklar yaptılar. TAŞKÖPRÜLÜ VAMPİR AVCILARININ ortaya çıkış hikâyesi budur ama tek hikâyesi bu değildir. İnsanlık onlara çok şey borçlu.

NOT: 1481 yılında Fatih ölüm döşeğinde yanına bu iki savaşçıyı çağırmış ve madalyonu kendini koruyan bu iki savaşçıya teşekkür ederek geri vermiştir. Bu madalyon Osmanlı kayıtlarında yoktur.