Bahar Ayları Aldatıyordu İnsanı

Amerikan İç savaşında Kuzey ve Güney’de oturan insanlar birbirine girdi. İşin zencilere özgürlük tanımakla alakalı olduğunu anlatan kahramanlık öyküleri bir yana egemen olma mücadelesiydi bu. Zenciler sonraki yıllarda epey özgürleşti. Kızılderililer ise yanlış zamanlamadan dolayı sıçmış durumdalar hala. Onlar öldürülürken özgürlük kimsenin taktığı bir durum değildi. Şimdilerde Amerikan intiharlarının ve alkoliklerinin başını çekiyorlar. Bu aralar başka şeyler moda. Gelecekte ırkçılık karşıtlığı yeniden yükselişe geçerse Kızılderililere bir şeyler düşebilir. O zamana kadar Kızılderili kalırsa elbette. Şansın bu kadar önemli olması can sıkıcı. Daha tutarlı bir evren bekliyor insan.

Üniversitenin son senesindeydim. Daha doğrusu ben son olduğunu düşünüyordum. Bir dönem daha uzatacaktım sonra. Bölümdeki insanlara bir türlü alışamamıştım. Farklı insan kendiliğinden farklıdır. Bunların ise pek çoğu farklı olmaya çalışıp birbirine benzeyen kopyalardı. Herkes dinsizdi, feministti, LGBT’yi destekliyordu, sarma sigara içiyordu, herşeyin Avrupa’dan ya da Amerika’dan geleni iyiydi. Büyük bir çoğunluğu düşünmemişti bunları. Herkes gibi farklı olmak etiketiyle taşıyordu kimliğini. Hepsine saygı duyuyordum ama biraz yapay geliyordu. Porno gibiydi biraz.

-Seni iğrenç hırsız! Kıpırdama polis çağıracağım.

-Durun hanımefendi! Hiç param yok. Ondan girdim evinize. Lütfen yapmayın.

-Tamam ama bir şartım var. Kocam üç aydır yurtdışında ve ben tekim. Beni becermeni istiyorum.

-Kabul.

Felaket sıkılmıştım. Derslerde uyuyordum. Geceleri şiirler ve yazılarla uğraşıyor, müzik dinliyordum. Sınav sonuçları berbattı. Tepe başındaki birilerinin rastgele vurup aşağı yuvarladığı ufak kaya parçası gibiydim. Gelişigüzel düşüyordum.

Sınıfta dersi dinlemediğim ve uyumadığım bir zamanda onu fark ettim. Boynunu hafif sola yatırmış not alıyordu. Yanındaki kızlardan birisi bir şeyler söyleyince oldukça kararlı bir gülümseme takınıp yazmaya devam ediyordu. Ders boyunca izlemiştim onu. O beni fark etmiyor ya da dönüp bakmak zahmetine girmiyordu. Yanındaki kızlar beni görüp ona fısıldayınca göz atıp tekrar önüne dönmüştü. Hafif kızarmıştı. Tüm sözcükleri bir yana atıp tek kelimeyle onu tanımlayabilirdim. Oldukça zarifti.

Birden aşık olmayacak kadar deneyimliydim ama bu, gece onu düşünerek uykuya dalmama engel olmuyordu. O sıralar Leonard Cohen’e takmış durumdaydım.Güzel bir parça eşliğinde onunla dans ettiğimi düşünüyordum. Hoş bir restoranın orta yerinde dans ediyorduk. Kenarda köşede yemeğini yiyen yaşlı çiftler bize bakıp gençliklerini hatırlıyorlardı. Bizi izlerken tatlı bir gülümseme yerleşiyordu suratlarına. El ele tutuşup hayranlıkla seyrediyorlardı. Evet. Hayallerle kör olacak kadar toydum.

O günden sonra derslere katılmaya başladım. Her sabah alarm sesine küfür ederek uyanıyordum. Sevdiğimiz müzikleri alarm sesi yapmamalıyız. Bir süre sonra güzelim parçalar kulağa küfür gibi gelmeye başlıyor. Yine de üstüme doğru düzgün bir şeyler giymek, kahvaltı yapmak ve saçımı düzeltmek için geçerli sebeplerim vardı. O, iyi görünmek için güzel bir sebepti.

Kampüste sağda solda sigara, kahve yapan kalabalık grupları, siyasi afişleri, kantin önündeki uzun kuyruğu aşıp sınıfa ilerliyordum. Genelde amfide işleniyordu dersler. Kendime hakim bir konum belirleyip oturuyordum. Uzun boylu bir çocuk giriyordu. Gey olup olmadığı konusunda bir arkadaşımla iddiaya girmiştim. Kara çarşaflı bir kız en öne yerleşiyordu. Kırmızı halı üzerinde yürümek için daha uygun olduğunu düşündüğüm elbisesiyle başka bir kız da yine en öne otuyordu. Kısa birisi giriyordu. Bir uzun daha, her yeri dövmeli bir başkası, kafaüstü kulaklığını asla çıkarmayan birisi, şişman bir adam, sivilceli bir yüz, yaşlı bir amca (pedofili suçlamasıyla mesleğinden uzaklaştırıldığını öğrenmiştik sonra) ve böyle böyle her yerden bir sürü insan doluşuyordu. Ufak ses kırıntıları birleşip yoğun bir uğultu halini alıyordu. Arkadaşlarım da bu arada sağıma soluma doluşuyordu. Erken gelişimle alakalı şakalar yapılıyordu. Hocanın geç kalması dersin düşüp düşmediği konusunda tartışmalara neden oluyordu. Hep geç kaldığını söyleyenler, geçen gün hasta göründüğünü söyleyenlerle ve yurt dışına gideceğini iddia edenlerle tartışıyordu. Arada herkesten daha da yüksek tonda kahkaha atan birilerine dönüp kısa bir süre bakılıyordu. Sükunetin sağlanması için askerin olaya el atacağından endişeleniyordum. Tankların amfi kapısından sığmayacak olması içimi rahatlatıyordu biraz. Sonra o giriyordu içeri. PUFFF!

Seslere ne olmuştu? Sağır mı oluyordum yoksa insanların sesi mi sansürlenmişti? Parlak bir ışık huzmesi gibi ilerliyordu. Hafif bir makyaj, sade bir kot ve üzerinde ne dendiğini bilmediğim bir kıyafet. Arkadaşlarımın dürtmeleri ve yüzlerindeki pis sırıtışlarla yeniden sesleri duymayı başlıyordum. “Seninki geldi.” Benimki? Benim olmuştu artık. Bunun çok iddialı bir söz olduğunu düşünüyordum. Ama hoşuma da gitmiyor değildi.

Bir süre sonra sınıfa girdiğinde sıralara göz gezdirmeye başladığını fark ettim. Başta arkadaşlarının nerede olduğunu görmek için bunu yaptığını düşündüm ancak onları gördükten sonra da bir süre daha bakınıyordu etrafa. Onun da beni aradığını düşünmeye başlamıştım. Elbette gözlerini dikmiş onu seyreden beni fark etmesi uzun sürmüyordu. Göze göze geldikten sonra bir daha bakmıyor ve hızlıca gidip yerine oturuyordu.

Kafamı karıştıran durumlar vardı. Ders aralarında kahve almaya giderken ya da dönüşte karşılaşıyorduk. Bazı günler o da gözlerini ayırmadan bana bakıyordu. Yüzünde daha enerjik bir ifade yakalıyordum. Daha pozitif geliyordu bana. Daha içten tavırları oluyordu. Bazen ise oldukça soğuk duruyordu ve umursamadan geçiyordu yanımdan. Sınıfta hep soğuktu ama. Arkadaşlarının yanında benimle flörtleşmeyi istemediğini düşünmüştüm. Özellikle bir tanesi sinir bozucu bir tipti. Onların sözlerine mi uyuyordu? Sohbetim açılacak kadar beni tanımıyorlardı. Ön yargıları yoğun insanlar olduklarına dair kuşkularım artıyordu. Bazen ılımlı bazen sert tutumu nedeniyle nasıl davranacağıma karar veremiyordum.

Pek çok durumda olduğu gibi bunda da bir kırılma noktası olacaktı. Evrende fark edilmeyen ufacık detayların toplanıp bir felakete ya da mucizeye dönüşmesiydi bu. Tavırları bazen cesaretlendiriyor bazen korkaklaştırıyordu. Bu soğuk sıcak oyunu dengemi epey bozmuştu. Konuşmaya karar vererek evden çıktığım günün akşamında yılmış bir savaşçı gibi dönüyordum. Bir türlü toparlayamadığım cesaretim nedeniyle kendime sövüp duruyordum. Artık bu durumun iyiden iyiye zarar vermesi nihai bir karara varmama neden oldu. Ne olursa olsun konuşacaktım.

O gün yine erkenden uyanıp güzel bir kahvaltı yaptım. Taze poğaça ve açmalar yedim. Duş alıp kokular süründüm. Şarkılar mırıldanarak giyindim. İçimdeki heyecanı bastırmaya çalışıyordum. Sınavlara girmeden önce “Yine de şahlanıyor aman!” dinleyen dostum aklıma geldi. Epey bir güldüm. Son kez aynada kendime bakıp okula yol aldım.

Sınıf her zamanki gibi kalabalıklaşmaya başladı. Baharın tatlı serinliği insanları da çiçek gibi açmıştı. Sınıfa neşeyle giriyorlardı. Kış aylarına göre daha şendi ortalık. Kadınların daha güzel, erkeklerin daha yakışıklı olduğu aylardı. Biz insanların da mevsimlere göre hormonları değişiyordu. Üreme mevsimi toplumsal sözleşmemiz içinde birbirine kur yapan sosyal canlılar haline getiriyordu bizi. Altmışların barış sloganları atıp esrar çeken zamanlarını çağrıştırıyordu. Birileri giriyordu sınıfa, birileri daha. Sınıftaki yoğunluk arttıkça gerilmeye başlamıştım. O gün gelmeyecek miydi? Havanın kararsızlığına yenilip hasta mı olmuştu? İçimdeki umut beni canlı tutsa da bu durumdan yorulmuştum. O gün hasta olmamalıydı, işi çıkmamalıydı ya da boş vermişliğe takılıp derslerini aksatmamalıydı. O gün sınıfa gelmeliydi.

Huzursuzluğumun oldukça arttığı bir anda sınıfa girdi. Yeniden sakinleştim. Sıralara göz gezdirip arkadaşlarının yanına oturdu. Göz göze gelmemiştik. Sınıfın kalabalık oluşuna bağlayıp umursamadım. Aynı soğuk tavrını sürdürdü. Zarif ve dışa kapalı. Küstah olduğuna dair kafamdaki düşünce bulutlarını dağıttım. Evrene pozitif enerji göndermekle ilgili şeyler geçirdim içimden.

Ders tüm monotonluğuyla devam ediyordu. Hazırlanıp gelmemiş ben gibiler etrafı süzüyor, neler olup bittiğine dair çıkarımlarda bulunmaya çalışıyordu. Derse hazırlanıp gelmese de sürekli söz hakkı isteyen geveze birisi hocayı iyice rahatsız ediyordu. Hoca bir süre sonra gevezeyle ilgilenmemeye başladı. O ise tüm zarafetiyle ilk gördüğüm günkü gibi boynuna sola yatırmış sakince not alıyordu. Saate baktığımda dersin bitimine yirmi dakika olduğunu gördüm. Yarım saat sonra tekrar baktığımda on beş dakika vardı hala. Zaman yavaşlamıştı. Dünya bir tam turunu atmakta nazlanıyordu. Kafamı sıraya koydum. Biraz kestirebilirdim belki. Ders bitene kadar heyecanımı bastırmak için başka bir yol düşünememiştim.

Cephede hayat zordu. Almanlar ne kadar tank varsa yığmışlardı topraklarımıza. O zamana kadarki geleneksel yaklaşımın aksine tank ağırlıklı bir saldırıyla cepheyi yaracaklardı. Pek çoğumuz ölecektik o gün. Bunu bilerek karılarımıza, sevgililerimize mektuplar yazıyor ve birbirimize emanet ediyorduk. Esir düşmüş çocuklarımızı düşünmek öfkemizi kabartıyordu. General son kez akşam yemeğinin dağıtılmasını emretmişti. Yiyecek stokumuz oldukça azdı. Üç kişiye ancak bir ekmek düşüyordu. Ben payımı yanımda uzanmış kitap okuyan Camus’ya verdim. Arabalara dikkat et dedim. Ne alaka diye sordu. İçimden öyle söylemek geldi.Peki.

Tankların ağır dişlileri toprağı sarsarak yaklaşıyordu. Elimdeki mektubu kısacık kalmış kalemimle bitirmeye çalışıyordum.

“…sevgilim. Buradan dönemeyeceğim muhtemelen. Ardımdan ağlama demeyeceğim sana ama hayatın hala devam ettiğini ve burada senin içi…”

Yanımda beni dürten dostumun sesiyle uyandım. Arkasında dört beş kişi ayağa kalkmış, hazırlanmış benim kalkmamı bekliyordu. Özür dileyim ayağa kalktım. Gözlerimi ovuştururken etrafa baktım. Sınıfta yoktu! Çantamı kaptım ve hızla insanların arasından süzülüp dışarı çıktım. Kalabalığın ardında bir an onu gördüm. Ona doğru hızla yürümeye başladım. Ben ilerlerken kalabalık da dağılmıştı. Birkaç adım sonra durdum. Gözlerimi tekrar ovuşturup bir daha baktım. Başım döndü biraz. Garip hissettim. Bir süre bekledim ve aşağı indim.

Konuşamamıştım. Bu olayı dostlarıma anlattıktan sonra sordum. Sizce orada ne oldu da konuşamadım? Kızın sevgilisi vardı. Hayır. Sana bakıp alaycı gülüyorlardı. Değil. Kız değildi. Onu nasıl anlayabilirim orada sence? Ne bileyim belki şeyi falan kalkmıştır. Onu görmüşsündür. Saçmalama! Ne o zaman? Kızın ikizi vardı. Ne? Baya ikiz kardeşi vardı. Tek yumurta ikizi dedikleri türden. Tamamen aynı giyinmişlerdi. Kiloları da aynı. Yan yana duruyorlardı. Ben tam olarak hangisinden hoşlandım onu bile bilmiyorum. Neden bazen içten bazen soğuk olduğunu anlıyordum artık. Sır çözülmüştü.

O zamanlar kitabı çok satan bir Tanrı’ya inanıyordum. Tek başıma eve doğru yürürken güneş batmak üzereydi. Bin yılların getirdiği bir içgüdüyle kafamı göğe kaldırdım ve sordum: Neydi bu şimdi?

Bir güvercin adamın üzerine pisledi. Üstelik üzerindeki montu iki gün önce piyangodan çıkan parayla almıştı. Bahar ayları aldatıyordu insanı.

Gürkan Sadece

10.01.2020

Selamlar @gurkansadece,

Geçen gün bahsettiğiniz için bu gerçek hikayeyi de okumak istedim. :slight_smile:

Genel olarak öykü yazma tarzınız çok bizden geliyor, bu yüzden beğeniyorum kaleminizi.

Emeğinize sağlık :blush:

Sena

1 Beğeni

Çok teşekkür ederim. Elimden geldiğince kendi tarzımda yazmaya çabalıyorum. :slight_smile:

1 Beğeni

Ama hep de imkansız aşklar yazıyorsunuz, Biraz da umutlu şeyler görelim :blush:

1 Beğeni