Balıkçı ile cin

  1. yıl özel sayısı için hazırladığım bir başka deneme vardı. Onu da buraya ekliyorum.

balıkçı ve cin-

Ne kadar uzun zamandır boşlukta olduğumu bilmiyordum. Asırların dakika gibi geçtiği ve bin yılların hesabının tutulamadığı bir zamandan söz ediyorum. Ana gezegenimden o ele geçirmek istediğim uygarlıktan binlerce ışık yılı uzakta olmalıydım. Kim bilir belki de beni uzayın derinliklerine hapsolmakla tehdit edip hala evin yakınlarında o kırmızı dev güneşimizin etrafında dönüyordum. Tek bildiğim içine hapsolduğum bu kutuda kendimi, uzayı ve zamanı unuttuğumdu.
Bir gün binlerce yıl sonra beni içinde hapsettikleri bu silindirik kutunun ve onun içine yerleştirildiği meteorun yavaş yavaş hızlanmaya başladığını hissetmeye başlamıştım. Bu yeteri kadar zamanınız varsa uzay boşluğunda illa bir yere varırsınız tezini doğruluyordu. Temel sorun nasıl bir yere doğru çekildiğimdi. Ardından beni taşıyan ve tüm hücrelerimin sıkıştırıldığı bu nesnenin ve o nesnenin içine gömüldüğü kayanın ısındığını hissetmeye başlamıştım. Dışarıdan bakabilseydim minik silindirik hücremin içine katıldığı kayanın kıpkırmızı olduğunu görürdüm muhtemelen. Her hücremin her atomumun acı çektiği ve üzerine çekildiğimiz nesnenin etkisi arttıkça acımın da arttığı bir durum sürdü bir zaman. Ama sonunda sınırsız ve soğuk ve karanlık boşluktan kurtulabileceğimi düşünerek acıya dayandım. Sıcaklık arttıkça hücrelerim kaynamaya başlamıştı. Ve o an geldiğinde bir atmosfere girdiğimi düşündüğüm süre boyunca acılarım dayanılmaz noktaya gelmişti. Ve ardından bir serinlik geldi. Çok hoş bir duyguydu bu. Uzayın sonsuz soğuğu gitmiş yerine keyif verici tatlı bir serinlik gelmişti. Duyduğum kırılma ve dağılma sesi beni öyle rahatlatmıştı ki dakikalarca süren acı birden yok olmuştu sanki. Bu serinlik olsa olsa o ender bulunan su ile olmuş olabilirdi. Büyük bir su kütlesinin dibindeydim. Suyn tatlı sesi bin yılların acısını azaltıyordu. Bir zaman bu rahatlığın keyfini sürdüm. Kapatıldığım bu garip nesne bile hoşuma gidiyordu artık.
Bir zaman sonra yüzyıllardır hatta bin yıllardır unuttuğum bir duygu içimi kaplamaya başladı. Çevremde irili ufaklı canlı organizmalar hissediyordum. İçine düştüğüm bu gezegende canlılar vardı, sevindim. Kötü olan şuydu ki çevremde dolanan varlıklar ilkeldiler ve belli ki bana bir faydaları olmayacaktı. Ve birde ölümün ve çürümüşlüğün kokusunu duyuyordum. Ve bir gün bu garip yere düştüğümden sonra geçen günlerden bir gün O’nu hissettim. Zayıf bir histi bu ama bir bilinç yakınımdaydı. Ve yaklaşmaya devam ediyordu. Tüm enerjimi vererek kendime çekmeye çalıştım ama etkileyemedim. Formdan düşmüş olmalıydım. O varlık çevremden uzaklaştı yine de hislerim tekrar geleceğini söylüyordu.
Arası çok uzamadan bir kere daha yaklaştı yanıma o bilinçli varlık. Bilinçli diyorum ama ne kadar bilinçli olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Belki ilkel düzeydeydi belki de ileri düzey bir uygarlığın temsilcisiydi. İşte o zaman kendimi toparlayıp beni bulmasını sağlamaya çalıştım. Tüm beyin ötesi dalgalarımı yollayıp kendisini bana çekmeye çalıştım ama içine tıkıldığım bu lanet olası metal hapishanem engelliyordu beni. Yine de tekrar geldiğinde yakınıma düşen bir nesnenin sesini duydum. Ardından o hissettiğim bilinçli varlık daha da yakınımdaydı. Oldukça yakınımdaydı ama beni görmüyor olmalıydı. Önce o çürümüşlük kokusu azaldı azaldı ve bir zaman sonra kayboldu. Uzun bir sessizlik oldu suyun latif sesinin kapladığı çevremde. Sonra düşen nesnenin sesini bir kere daha duydum ve o bilinç bir daha yakınıma geldi. Kahretsin ki gene beni görmeden uzaklaştı. Biliyordum sonunda beni bulacaktı ve yanılmadığımı üçüncüsünde anladım. Üzerime düşenin bir ağ olduğunu tahmin ediyordum bu da çevremde en azından alet üretecek kadar da olsa akıllı varlıklar olduğunu gösteriyordu. Üzerime basınç yapan ağırlık azaldı. Belli ki atmosfere girdiğimde dağılmaya başlayan kaya parçalarını çekiyordu. İşte o zaman ya beni görmeden giderse korkusu içimi kapladı. Ve dördüncüsünde muradıma ermiştim, kurtuluşuma az kaldığını hissediyordum. İşte o zaman ilkel bir lisanla konuşma kulağıma çalındı.
“Bu maden en ola ki” dedi. İşte suyun dışarısındaydım ve birkaç dakika sonrasında beni tutan varlığın ilkel konuşmalarını çözmüştüm. İşin en güzel yanı bir aklı vardı ve kendini ifade edecek iletişim becerisine sahipti, konuşuyordu.
“Bugün ki kısmetim de buymuş” dedi ses. “Ağır bir şeye benziyor, bakır pazarına götürür de çoluk çocuğa ekmek alacak kadar para bulurum” dedi. Bir sessizlik daha oldu. Hafifçe hareketlenmeye başlamıştık, o zaman bir araçta olduğumu düşünmüştüm. Bir yandan da kalın metal kabıma rağmen bana ulaşan seslerden düştüğüm gezegenin nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ama daha öncesi beni bulan varlığı etkilemeliydim ki bu şişeyi satmak yerine açmayı tercih etsin. Ritmik hareketimiz durdu ve hafifçe süzülmeye başladık. İşte tam zamanıydı. Düştüğüm gezegenin sakini, içinde bulunduğum metali tekrar eline aldı. Evirip çevirmeye başladı.
“Şu şişeyi satmadan önce içine baksam iyi olmaz mı? Dedi. İşte benim istediğimde buydu. Beni cezalandıranların istediği onlardan uzak olmamdı. Bu nedenle içine hapsedildiğim metal kutunun açılmasında bir sorun olmayacağını düşünüyordum. Metalin metale sürtme sesi geldi kulaklarımı tırmalarcasına ama birkaç saniye sonrasında içine tıkıldığım şişenin ağzından tatlı bir mavilik gördüm. Durur muyum hemen anında aktım dışarıya. Yüzyılların belki de bin yılların verdiği ataleti atmak biraz zaman aldı. Tüm hücrelerimi dağıttım. Soluk alabileceğim atmosferde alabildiğimce genişledim. Hava akımının etkisinde kalarak biraz oraya biraz buraya yol aldım. Ve aşağıya bakınca tahminlerimde yanılmadığımı anladım ve güçlü bir kahkaha patlattım. Onca ezadan sonra ödülüme gelmiştim.
Gezegenin çekim kuvveti çok az olduğu için havada uçuyordum adeta. Özgürce aldığım birkaç nefesten sonra aşağıya baktığımda ilkel bir su taşıtının içerisinde iki ayağı üzerinde durabilen canlıyı fark ettim. Beni bulan ve çıkaran gezegenin yerlisi O olmalıydı. Kısa bir süre göz göze geldik. Yavaşça aşağı süzüldüm ve ayaklarım suya değdi. Yinede ondan defalarca büyüktüm. Beni görünce canlı yere kapandı korkusundan.
“Ayağa kalk ey bu gezegenin sakini” dedim. Onun anlayacağı lisanda konuşsam da sesim doğal olarak çok yüksek tondaydı. Sesimi duyunca adam kendinden geçti. O arada ben çevreme bakındım. Masmavi bir atmosferi olan bir gezegendeydim ve gökyüzünün rengini alan ve göz alabildiğine uzanan bir su kütlesi yayılmıştı. İlkel taşıt bu suyun üzerinde dalgaların ritmiyle salınıyordu. Kafamı diğer tarafa çevirince uzaklardaki kara parçasını görmüştüm.
“Benim gibi bir Adem Oğlundan ne istiyorsun ey İfrit” Adem, demek adını sanını bilmediğim bu gezegenin akıllı varlıkları Adem’di. O Ademdi ve ben de Onun adlandırmasıyla İfrittim. Korkusunu hissedebildiğime göre bu İfritler bir hayli tehlikeli varlıklar olmalıydı.
Adem Oğlu, ben o minik şişede aklının almayacağı kadar bir süredir bulunuyordum.
“Hazreti Süleyman’dan beridir mi?
“Hz Süleyman kimdir bilmiyorum ama eminim ki çok daha öncesinden beridir o şişenin içindeydim. Uzaklarda fena şeyler yaptığım için cezalandırılmıştım.”
“Hazreti Süle…”
“Bırak şimdi Süleyman’ı ve diğerlerini. Bana halkının nerede yaşadığını söyle” Sandalda duran balıkçı yavaş yavaş aklını toparlamaya başlamıştı.
“Ne edeceksin benim halkımı” dedi. O zaman gökgürültüsünü andıran bir kahkaha koptu. Yaşlı balıkçı irkildi.
“Eğer beni Tanrı gibi görürseniz ve bana itaat ederseniz bağışlarım, yok isyan ederseniz o zaman aklına hayaline gelmeyecek şekilde seni, aileni, halkını hepinizi öldürürüm.” Balıkçı gerçek bir kötülükle karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Bir ağaç gövdesi kalınlığındaki kollarını göğsünde birleştirmiş zifir gibi olan yaratığa baktı.
“Madem bir Tanrı olduğunu söylüyorsun o zaman bu bakır şişenin içerisinde ne işin vardı” Yaratık havada hafifçe kıpırdadı, beklemediği ve yerinde bir soruydu. Ellerini çözdü ve gücünü kanıtlamak ister gibi sandala doğru üfledi. Deniz fırtınaya yakalanmış gibi dalgalandı. Gariban balıkçının eski sandalı neredeyse alabora oluyordu.
“Göklerin ötesinde benim bir yurdum ve yurdumda da aciz bir imparatorum vardı. Yönetmek için gücü olmasına ve bu gücün her zaman yönetilenlere uygulanması gerektiğine inanmıyordu. Aksine halkına gereğinden fazla iyi davranıyordu. Ben de O’na ‘böyle davranmamasını yoksa halkının şımaracağını’ söyledim. Bana inanmadı ve bende O’na isyan ettim. Başaramayınca beni bu şişeye tıkıp sonsuz boşluğa fırlattılar.” Balıkçı karşısındaki Yaratığın söylediklerinden bir şey anlamıyordu. Sonsuz boşluk dediği Cehennem olmalıydı. O zaman bu İfritten bir an önce kurtulması gerekiyordu.
“Tamam anladım söylediklerini, sen bizim İlahımız olacaksın ve bizler senin kölelerin olacağız. Bizler sana çalışacağız ve sen bizlere istediğin gibi davranacaksın. Yine de benim anlamadığım bir nokta var?” Yaratık karşısındakinin pes ettiğini düşünmeye başlamıştı. Demek ki bu gezegenin hakim ırkı tahmin ettiğinden daha iptidailerdi. O zaman bu koca gezegeni rahatlıkla ele geçirebilirdi.
“Söyle bakalım anlamadığın ne?” Kara yüzündeki kara ağzı kocaman açılmış kahkaha atıyordu. Keyifliydi
“Başın cami kubbesi kadar büyük bacakların minareler gibi kalın ve uzun. Serçe parmağın bile bu küçük bakır kaba sığmaz görünüyor. O zaman sen nasıl sığdın bu küçücük kaba.” Dev ifrit şaşalamıştı.
“Bana yalancı mı diyorsun”
“Estağfurullah ama bu fani gözlerim ululuğunu bir kere daha görseydi” dedi O an yaratık yoğunlaştı adeta katran rengindeki bir duman gibi saniyeler içerisinde süzüldü metal kabın içerisine doldu
“İşte bak tekrar girdim, şimdi Tanrı olduğuma inanıyor musun” dediğinde ucundan gördüğü mavi gökyüzü karardı. Yaşlı balıkçı elinde tuttuğu kurşun kapağı şişenin ağzına kapatıvermişti. Bir zaman önce açtığı kilidi de takıvermişti. O an silindirik metalin içinden cılız bir ses duyuldu
Yaratığın aklına önce imparatorunun söyledikleri geldi. “Sen” demişti mahkeme salonunda “Güçlüsün zekisin ama çok çabuk etki altında kalıyorsun, meydan okumalardan kaçamıyor hemen tuzağa düşüyorsun” Adam binlerce ışık yılı uzakta gene haklı çıkmıştı.
“İyi kalpli Balıkçı, seni öldüreceğim derken şaka yapmıştım. Beni serbest bırak seni zengin edeyim, altına, pırlantaya boğarım. Sana rüyalarında bile göremeyeceğin bir hayat sunarım” dedi. Yaşlı balıkçı güldü.
“Benim zaten iyi bir hayatım, iyi yürekli bir karım ve çocuklarım var. Üstelik sen bilmezsin ama bizim buralarda şöyle denir; bir kere kandırırsan senin hatan ikinci kere kandırırsan benim hatamdır” dedi. Sandalının burnunu Küreklere asıldı. Denizin ortasında derin bir çukur olduğunu biliyordu. Önce şişeyi oraya atacak üzerine çıkardığı molozları dökecekti. Kokusu hala kendisini bayan leşi de atmayı unutmayacaktı. Yüce Tanrının izniyle bu beladan da kurtulmuş olacaktı.