Beğendiğiniz Öyküler

Öyküler bölümüne açacaktım konuyu ancak üye beğenisi kıstas gibi durduğundan ötürü bu bölüme eklemeye karar verdim.
Son zamanlarda tüm karakterinde kendimi bulduğum bir öykü var. Paylaşmak istiyorum… Umarım sizler de okuma zahmetine katlanır ve anlamlı bulursunuz.
Bu öykü, Osman Cihangir’in Hiçbir Zaman Yeterince Deliremeyeceğiz adlı kitabında yer alıyor. İşte şu şekilde:

LEGO ADAMI- Osman Cihangir

Fasulye sırığı gibi göğe uzanan sarı demir yığınının tepesinde yaşıyordu Lego adamı, hani kafasında turuncu baret olan modelleri var ya onlara benzetiyordu kendini. “bir keresinde birisi benle dalga geçmek için bana Lego adamı demişti, o yaşıma kadar bana takılan binlerce lakap arasından bunu hiç unutmadım, diğerleri gibi sıradan ve yapmacık değil, en azından kendince bir özgünlüğü var.” demişti.

Bana anlattığına göre, her şey –babasının tabiriyle- ona yapılan haksızlıkla başlamıştı, “Bu sana yapılmış en büyük haksızlık.” diyordu babası, aslında ‘sana’ yerine ‘bana’ demek istediğini söylemişti Lego adamı. Annesi ise müşfik bir bakışla zihninde canlandırdığı boylu poslu yakışıklı evlat hayalini başkalarına yansıtmayı beceremiyordu, “Göz göze geldiğimizde bakışlarını benden kaçırırdı.” Demişti bakışlarını benimkilerden kaçırarak.

Aslında kimsenin kimseye yaptığı bir haksızlık yoktu, olanlar Lego adamının suçu değildi ve babasının ve de annesinin. On ikinci yaş gününde bir şeyleri değiştiğini hissetmişti içinde, bir şeyler bozulmuştu, sanki bir saat tam on ikiyi gösterdiği an durmuştu, artık ilerlemiyordu, “Evet, yemin ederim bunu hissettim, doğduğum andan itibaren kulaklarımda çınlayan o tik tak sesi birdenbire kesiliverdi.” demişti. Ben ise anlayışlı bir arkadaş gibi dudaklarımı inceltip mahcup bir tavır takınmıştım şöyle der gibi: Seni anlıyorum.

On iki yaşından sonra boyu artık uzamamış Lego adamının, bu yetmezmiş gibi vücudu genişlemeye başlamış, bir pamuk çuvalını andırana kadar öyle devam etmiş, on beş yaşından sonra da bir gıdım gelişme olmamış vücudunda. Doktorlar bunun nadir görülen bir hastalık olduğunu ve tedavisinin mümkün olmadığını falan söylemişler. Okulla da arası iyi değilmiş adamımızın, bu yetmezmiş gibi okulda sürekli kendisiyle dalga geçilmesi bir gün canına tak etmiş, okulu bırakmış, bırakır bırakmaz kendini çalışma hayatında buluvermiş. Onun boyuna posuna bakanlar bu ebatlarda biri için en nitelikli işin kule vinç operatörlüğü olduğuna karar vermişler. “O ana kadar İstanbul’un her bir köşesini didikleyip duran bu sarı demirlere kule vinç dediklerini bile bilmiyordum.” Diye itirafta bulunmuştu turuncu baretini çıkarıp kel kafasını ovuşturarak. İşe başlar başlamaz ustasından bu işin tüm inceliğini kısa sürede öğrenmiş, okulunu da okumuş ve gerekli tüm sertifikaları aldıktan sonra kendisinin bir vinci bile olmuş.

Lego adamı tüm gün kutu gibi bir bölmede parmağının bir dokunuşuyla demir yığınlarını yerinden oynatıyor, ağırlığının kat be kat fazlasını bana mısın demeden istediği yere taşıyormuş. Onun için bir çocuğun elindeki kibrit çöplerinden farkı yokmuş demir blokların. Ama akşam olup kule vinçten indiği an gerçek hayat onu sarıp sarmalıyormuş, kule vinç balkabağına, kendisi ise o pamuk çuvalı haline geri dönüyormuş. İşte onla bu ruh halindeyken kullandığı kule vinci söküp bir başka şantiyeye kurmak için yanına gittiğimde tanıştım. Kule vinçleri söküp takan bir vinç kullanıyordum, insanı söküp diken bir insan gibi hissederdim bazen kendimi. Lego adamının birçok kimseden uzak durmasına rağmen beni kendine yakın hissettiğini hemen anladım, daha sonra o güne kadar gördüğü en uzun kişinin ben olduğumu söylemişti, onun çektiği sıkıntılara benzer şeyler yaşamış olabileceğimden benim onu anlayabilecek tek kişi olduğumu düşünüyordu. Ama benim o güne kadar boyumdan dolayı çektiğim tek sıkıntı gönlüme göre kıyafet bulamamaktı. Lego adamı üzülmesin diye bunu ona söylemedim.

Bir gün benden bir şey rica etti. Elime biriktirdiği paradan yüklüce bir meblağ ve bir proje paftası tutuşturdu. Paftayı göz ucuyla incelemek, yapmamı istediği şeyin kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlamama yetmişti. Ben de hiç soru sormadım. Haftalar sonra vincimin ucuna asılı, bir oyuncak evi andıran prefabrik evi görenler onu Lego adamının vincinin ağırlık taşlarına kondurduğumda ne yapmaya çalıştığımı anlamamıştı. Sonra Lego adamı şantiye içinde haberleşmeyi sağlayan telsizle onu duyanlara kibar bir dille artık bu evde yaşayacağını ve bir daha aşağıya inmeyeceğini anlattı. Bu durum ailesi dahil birçok kişinin tuhafına gitti ama kimse onu yere inmeye ikna edemedi. Birkaç yerel gazete haberini bile yaptı.

Lego adamı yukarıda kurduğu dünyasında bir münzevi hayatı yaşıyordu, normal ebatlardaki insanlarla kendini eşit gördüğü tek yer bu sarı kulenin tepesiydi. Oradan bakınca herkesle aynı hissediyordu kendini, insanların arasındayken o ne kadar küçükse, insanlar da onun için kulenin tepesinden bakınca o kadar küçük kalıyordu. Mesai saatleri dışında kendini okumaya vermişti. Her hafta ona kitap yetiştirme görevi bendeydi, onun dış dünyayla bağlantı kurmasına istemeden gönüllü olmuştum. Bu hoşuma gidiyordu, ama benimki biraz da hiç kimseyle arkadaşlık kurmayan birinin sadece seninle konuşmasından kaynaklanan bir bencillikti.

Lego adamı okumadığı zamanlar vincin en ucuna gider etrafı izlerdi, böyle zamanlarda elinde telkâri işlemeleri kararmış ahşap bir kutu olurdu. Bir keresinde vince tırmandığını fark edemeyecek kadar dalmıştı elindeki kutuya, sanki ruhu o kutunun içindeydi ve bedenini terk ettiği anda vincin ucunda donup kalmıştı Lego adamı. Önce endişelendim ama birden ruh bedene geri döndü, elini kutudan bir şey almak ister gibi götürdü sonra geri çekti bir daha yeltendi ama yine vazgeçti, kutunun kapağını kapadı, arkasını döndüğünde beni gördü ve güldü, ıslak yanaklarında minyatür vadiler oluştu.

Bir keresinde de tüm bu yaptığı beton demir yığınlarının hiç birinin umurunda olmadığını söylemişti Lego adamı, bir kule vinç operatöründen beklenmeyecek cümleler kuruyordu. “Standartlara uygun ebatlarda canlıların deli gibi çalışmaları ve kazandıkları paraları yine deli gibi harcamaları için AVM’ler yaptım. Arabalarıyla her türlü engeli aşmaları için köprüler, tüneller yaptım. Güzel, tatlı, persantilleri on numara olan çocuklarının okuması için okullar yaptım. Fransız balkon diye uydurdukları büyük pencereli, oda sıcaklığında mutluluklar içeren balkonsuz evler yaptım.” diyordu. “Yaptım” derken şantiyede çalışan işçisinden mühendisine kadar bütün herkesin yakalandığı bir tür hastalık gibi yapımında görev aldığı her şeyin maliki olma havasında olduğunun farkında değildi. “Bu şeyleri ilk anından son şekline kadar tepeden gördüm, ama dedim ya bunların hiçbiri umurumda değil. Benim için kavradığım kumanda kolunu hafif oynatmamla olup bitiyor tüm bunlar, perilerin sihirli değneğinden daha çok iş yapıyor kumanda kolu.” Ben de söylediklerini hiç düşünmeden dinliyordum ama kafamı ağır ağır sallamaktan da geri kalmıyordum, şöyle der gibi: Haklısın.

Lego adamı emekli olduğunda memleketine, ailesinden kalma bir arsaya kurdum vincini son kez. Vinç kurulduktan sonra yukarıdan etrafı izledik. Memleketi olmasına rağmen buraların ona ne kadar yabancı geldiğinden bahsetti. Yıllarca şantiyeden şantiyeye gezdiğinizde size olacak olan bu ne de olsa. Vedalaşıp ayrıldık. Onu son görüşüm oldu, yıllar sonra ölüm haberini aldığımda vincin durduğu yere gittim, gerçekten bir fasulye sırığına dönüşmüştü, sarmaşıklar o kadar sık dolanmıştı ki vince, paslı ve sarı olan gerçek rengi seçilemiyordu, en tepede evinin olması gereken yere ailesi bir mezar yaptırmıştı, oraya defnedilmişti cenazesi. Aşağıdan bakınca ağaca tünemiş bir kutuyu andırıyordu mezar, normal insanların kabir ölçülerinden daha kısa ve küp şeklindeydi mezarı. Yaşarkenki ona yapılan haksızlık öldüğünde de ondan esirgenmemişti. İçten içe kızdım bu duruma.

Vince tırmanıp mezarın başına vardım, mezar taşında bir an adı yerine “lego adamı” yazılsaydı nasıl olurdu diye düşündüm, ailesi bunu anlamazdı herhalde. Nedendir bilinmez oyalanmak istedim orada, sanki bir şeyler tam değildi, beni alıkoyan bir eksiklik vardı. Operatör bölmesine geçip lego adamına göre tasarlanmış daracık koltuğa iki büklüm oturdum, sonra –tıpkı lego adamınınki gibi olan- keskin bakışlarıma bir şey takıldı, vincin kancasında sallanan dikkatli bakışların görebileceği bir şey: kutu!

Farkında olmadan aradığım şey kancanın ucunda sarkıyordu. Hemen vinci çalıştırıp kancayı çektim ve sarmaşıklar arasına bilerek gizlenmek istemiş gibi duran kutuyu aldım. O günü hatırladım, lego adamının tereddüt eden eli, şimdi benim elimi tutar gibiydi, bir türlü açmaya yanaşmıyordu elim, mezara baktım bir kez daha, lego adamının doğrulup hadi aç demesini bekler gibi. Açtım, kutunun kırmızı kadife astarının üzerinde iki figür yanyana yatıyordu, sırıtan iki sarı yüz, birinin başında turuncu bir şapka vardı, diğerinde ise kabarık ve dalgalı durması için şekil verilmiş plastikten yekpare saç. Sonra kutunun üst kapağının içinde iliştirilmiş bir not gördüm, katlanmış kağıdı açıp okudum.

“Biliyorum ki bu kutuyu sen bulacaksın benim uzun arkadaşım.

Bu kutuda iki şey var, iki figür, iki hayat…

Belki bir yere kadar ortak bir hayat, on iki yaşımda içimde duran o saate kadar yaşanmış ortak mutlulukları olan.

On yaşında bir çocuk var ilkin, erkek, hayat dolu, hevesli, sonra bir başka çocuk var, kız. Mavi gözleri var bu kızın, deniz mavisi değil, gök mavisi. Sonra bu kızın güzel bir gülüşü var erkeğin içini güldüren. Her ikisinin de on iki yaşına basana kadar süren küçük mutlulukları var, içinde aşk yok, o ana kadar yok, aslında var ama yok, çünkü yürekleri daha küçük bu iki çocuğun.

Sonra… İşte o andan sonra erkek için bir sonra yok, karşısında ise büyüyen bir kız var, artık çocuk olmayan bir kız, erkeğe gülen ama sevgiyle değil biraz alayla biraz merhametle karışık bir gülümseyişle gülen bir kız var artık. Yüreği daha büyük bir kız, söylediği bir kelimeyle erkeği olduğu yere çivileyen bir kız, dudaklarını ayırıp gülen ağzıyla “Lego adamlarına benziyorsun.” diyen bir kız.

Erkeğin o an kırılan, tuz buz olan bir kalbi var. Kızda duyulan bir pişmanlık var, gönül alınmak için ortada bir kutu var kızın erkeğe uzattığı ve yüreği küçükkenki gibi sıcak ve içten olmaya çalışan bir tebessüm var kızın dudaklarında, ama erkeğin kırılmış küçük kalbini onarmaya yetmeyen bir gülüş.

Kutunun içinde iki figür var, iki hayat…

Sonrasında bir unutuluş var tek taraflı, erkekten uzaklaşan ve hızla büyeyen, hızla unutulan bir kız var. Sonra tek bir kişi var, sadece erkek var Lego adamına benzeyen, kız ise yok, yalnızlık var, sarı bir vincin tepesine kurulmuş bir yalnızlık, kızın gözlerini anımsatan göğe yakın olmak için diğer her şeyden bir kaçış var. Lego adamı o kıza ne olduğunu bilmiyor, onun için kız hep kutunun içinde, hiç çıkmadı oradan, hiç büyümedi, on iki yaşında kendisiyle birlikte o kutunun içine tıkılıp kaldı.

İşte her şey bu yüzden benim uzun arkadaşım, bu kutuyu verecek kimsesi yok Lego adamının, dahası onu anlayacak kimsesi, bir tek sen aklına geliyorsun, birinin bilmesini istiyor sadece. Birinin…”

Not yarıda kesiliyordu, istemdışı mezara bir bakış attım. “Birinin ömrümün aslında bu vincin tepesinde değil, o kutunun içinde geçtiğini bilmesini istiyorum sadece.” demek istemişti sanırım.

Kutunun içindeki lego kadınını çıkarıp baktım, yüzüne bir tebessüm çizilmişti, bir tebessüme mahkum edilmişti. Oyuncağı kutunun içine, aynı mecburi gülümsemeyle onu bekleyen lego adamının yanına koydum ve kapağını kapattım. Mezarın yanına gittim ve kutuyu mezarın ayakucunda yerdeki bir bölmeye yerleştirdim, ardından vinçten indim. Oradan ayrılmadan önce bakışlarımı vincin tepesindeki mezara diktim, sonra kendinden geçmiş bir derviş gibi gözlerimi yumup iç çektim, şöyle der gibi: Huzur içinde yat benim Lego adamı dostum.

1 Beğeni

Yola Düşmek – Franz Kafka

Derhal ahırdan atımı getirmelerini emrettim. Uşak emirlerimi anlamadı. Bu yüzden ahıra ben kendim gittim, eyeri atın üzerine attım ve bağladım. Uzaktan bir trompet sesi duyuluyordu, uşağa bu sesin ne manaya geldiğini sordum. Uşak hiçbir şey bilmiyordu, zaten hiçbir şey de duymuyordu. Tam bahçe kapısında yolumu kesti ve:

– Nereye gidiyorsunuz patron?, diye sordu.

– Bilmiyorum, -dedim- yalnızca buradan dışarı çıkmak istiyorum, yalnızca buradan dışarıya. Yeter ki, buradan dışarı olsun, amacıma ulaşmamın tek yolu bu.

– Yani amacınızın ne olduğunu biliyor musunuz?, diye sordu.

– Evet, -diye yanıtladım- az önce söyledim ya. Buradan dışarı çıkmak, amacım bu.

1 Beğeni

Yüz Karası

Sen ‘Alo’ demeden önce - İtalo Calvino

2 Beğeni

Taş Ustası

İhtiyar bir taş ustası bir kayayı yontmaktadır, güneş de bir yandan adamı yakıp kavurmaktadır.

Adam yıllar yılı çektiği bu çileye dayamayıp Tanrı’ya yalvarmaya yakarmaya başlar ve her yakarışında Tanrı’dan azametli güneş olmayı diler. Bir gün “ Ol ” deyiverir Tanrı ve adam güneş oluverir. Çok mutlu olur bu yeni hale ihtiyar adam; sevinir, havalara uçar ve neşeyle etrafına ışık saçmaya başlar. Çok zaman geçmez aradan; bir de bakar ki bulutlar çevrelenmiş önünde, ne o kimseleri görebiliyor ne de kimseler onu. Kendisi ışık kaynağı iken adeta karanlıkta kalır.

Bu sefer bulut olmak ister, Tanrı yine iyi kalpli ihtiyar taş ustasının yüzüne güler ve “Ol” der; der demez de adam bulut oluverir. Sevinçle tam güneşi çevreleyecekken bir rüzgar çıkagelir ve bulutu savurur, parçalar götürür bilmem nerelere…

Rüzgara özenir ihtiyar taş ustası; rüzgar olmak ister. Tanrı yine “Ol” der ve adam rüzgar olur. Esip savurmaya, her tarafa egemen olmaya tam başlamışken bir kayaya rastlar ihtiyar taş ustası. Oradan eser, buradan saldırır ancak kaya bana mısın demez!

Bildiniz, Tanrı yine kıyamaz ve ihtiyarın kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve olanca gücüyle durmaktadır artık dünyaya karşı… Derken sırtınca bir acıyla irkilir; bir ihtiyar taşçı kayayı yonmaktadır ve epeyce yol almıştır…

Nietzsche der ki:
Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa ama değil taşı kırmak; küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden, yüzbirinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir. O an anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.
Kaderini sev; belki de seninki en iyisidir.

5 Beğeni

Bu hikâyeden hiçbir şey anlamadım. Acaba ne anlatılmak istendiğini birisi yazabilir mi?