Hemradin Nehri, batıda yüce dağların tepesinde doğar, doğuda Büyük Deniz’e dökülürdü. Masmavi suyun içinde balıklar, her mevsim doğudan batıya gidip gelir, batıdan doğuya gelip giderdi.
Uzaktan devasa, muazzam mavi bir hat gibi gözüken, ovayı uçtan ovayı yaran nehir, tarih boyunca birçok insan topluluğuna can vermişti. Şimdi bile civarında çok sayıda köy ve bir de şehre ev sahipliği yapan ırmağın öyle bir noktası vardı ki tabiatın tüm kalabalığından uzak, sade bir yerdi. Birkaç taş ev ve çeşitli amaçlarla kullanılan iki üç derme çatma yapıdan oluşan, -köy demeye bin şahit ister- ufak bir yerleşke vardı. İşte buraya verilmiş net bir isim bulunmuyordu. Yerlileri tarafından çeşitli isimler konulsa da hükümetin burayı kullanma şeklinden dolayı daha çok “sürgün Köyü” olarak adlandırılırdı. Sürgün Köyü’nde anlaşılacağı gibi hasret cezasına çarptırılmış kimseler bulunurdu. Tabi kişi bu cezayı alacak kadar şanslıysa. Çünkü birçokları doğrudan ölümle veya çalışma kamplarında bedel öderdi. Gerçi, suç işleyenlerin genel itibariyle geride özlemini çekecek kimsesi olmadığı da bilinen bir gerçekti. O sebeple Sürgün Köyü’ne gönderilenlerin çoğu sanki ceza değil de tatsız bir tatile gelmiş gibi olurdu. Ama kişinin sevip saydığı kişiler varsa, hele ki kendi ailesini kurduysa, işte o zaman köy isminin hakkını verirdi.
Meyuhov da Sürgün Köyü’ne, yaptıklarının cezasını çekmeye gönderilen şanslı insanlardan biriydi. Hoş, bir şey yaptığı da yoktu. Art arda gerçekleşen dört büyük savaşın hepsinde yer almış, üstelik herhangi bir uzvunu kaybetmeden sağ çıkmayı da başarmıştı. Cephelerde bir o tarafa bir bu tarafa savrularak yaşadığı 17 senelik maceranın ardından en nihayetinde huzuru tatmaya başlamıştı. Başkentten çok da uzak olmayan küçük bir kasabaya yerleşmiş, orada balıkçılıkla zar zor da olsa hayata tutunmayı başarmıştı. Harpten kurtuluşundan uzunca bir süre baş ağrılarıyla uğraşmış, bu da yetmezmiş gibi geçmişin dehşet veren görüntüleri aklında şimşek gibi çakıp durmuştu. O sıralar, rahatsızlıkları için kasabanın küçük hastanesine gitmeye başlamıştı. İşte o hastanede hayatını paylaşacağı insanı bulmuştu. Kendisiyle ilgilenen doktorla yakınlaşmışlar ve ilişkilerini en son bir evlilikle taçlandırmışlardı. Bu evlilikten üç evladı olmuş, birini hastalıktan toprağa vermişlerdi. Aile hayatının kendine has kargaşası bir yandan savaşın izlerini de silmişti. Yaşam, onun için hiç bu kadar güzel olmamıştı. Ama bilinen şeydir ki her güzel şeyin bir sonu vardır. Onun için iyiye giden ne varsa bir gün içinde hepsi altüst olmuştu. Yalnız bir sabahta, kara paltoluların uğursuz ziyaretleri neyi var neyi yok etrafa savurmuştu. Bu olayların sonunda ise Sürgün Köyü’ne düşmüştü.
Şimdi ise yeniden sabahın gelişiyle ufak kulübesine dolan güneş ışığıyla uyanmış, kasabadaki mülkünden koparabildiği nadir eşyalardan olan matarasını ağzına kadar doldurmuş, üstüne rahat gömleği ile kalın, yamalı ceketini giymiş ve son olarak çizmelerini de ayaklarına geçirip kapının eşiğine geldi. Gıcırtılı tahta kapının hemen yanında duran oltayı ve yem kutusunu da sırtlanıp dışarıya adımını atıp Hemradin’in yolunu tutmuştu. Çok değil, birkaç gün öncesine kadar küçük bir torbaya kahvaltılık bir şeyler tıkıştırır, azık niyetine tüketirdi. Şimdi ise kendisine musallat olan yeni dostu sağ olsun, Meyuhov’un yerine bir şeyler getiriyordu.
Ufak bir yolculuğun ardından nehrin kıyısına varıp şu köye geldiğinden beri oturak olarak kullandığı kayanın üzerine yavaşça oturup ekipmanlarını hazırlamaya başladı. Bilirdi ki Hemradin, sakin görünüşünün ardında bir fırtına saklardı. Dışarıda insana huzur veren şırıltısı, içeride bir izdihama, bir kargaşaya dönüşürdü. Suyun içinde süzülen balıkların telaşesini bir kendileri, bir Meyuhov, bir de tanrı bilirdi. O sebeple burada balık tutmak her yiğidin harcı değildi. Şimdi gençliğinin baharında solmaya yüz tutmuş balıkçı, oltasını bir güçle savurdu. Oltanın ipi, nehrin hararetli sularında yüzerken Meyuhov da beklemeye koyuldu. Neyi beklediğinden emin değildi: Belki bir balık, belki bir fırtına, belki de bir dost.