Bir Arınma Yolculuğu - Öykü

-Aman Küçük Bey, ne oldu yüzünüze?
-Bir şey yok Milonya, işlediğim günahın yanında ödediğim kefaret nedir ki?

Milonya, boş bakışlarla izlemişti odama girmemi. Kapımı kapatırken derin bir iç çektiğini işittim. Odamın duvarındaki küçük aynada yüzüme baktım; sol gözüm komple şişmiş, dudağım patlamış, burnumdan çeneme bir kan şelalesi akmıştı. Hemen tuvalete gidip önce elimi, sonra yüzümü yıkadım. Canım feci halde yanıyordu ancak bunu hak etmiştim. Kafamı kaldırıp aynadaki yansımama baktım, ‘Sen bunu hak ettin.’, dedim kararlı bir biçimde. Sonra odamdaki Meryem Ana ikonasının önünde diz çöktüm ve tespih çekip ağlamaya, af dilemeye başladım. Bunu annemden öğrenmiştim; kendimi bilmeye başladığım zamanlardan, onun öldüğü ergenlik çağlarıma kadar annemi izleyerek…

Şimdi günahımın ne olduğunu ve cezamı nasıl çektiğimi anlatayım:

Başım yerde, ellerim ceplerimde hızlı adımlarla yürüyordum. Derken, adamın tekine çarptım ve refleks olarak ona küfür ettim. Biraz ağır bir küfür ettim, ailesine dil uzattım. O da haklı olarak üzerime çullandı. Aslında isteyerek yapmamıştım, sadece refleksti ve de ciddi değildim. İstese hemen annesinin, babasının ayaklarına kapanıp özür dileyebilirdim. Tabi rencide olmuş adam bunu yapmama imkan tanımadı, kemikli elini yumruk haline getirip ardı sıra suratıma indirmeye başladı.

İlk yumrukta gözlerimin önünde sayısız yıldız belirdi, ikincide ağzıma kan tadı geldi, üçüncüde ne kadar istesem de gözümü açamadığımı fark ettim. Sonra ne kadar sürdü bilmiyorum, iyice takatsizleşene kadar tekmelemeye başladı beni, sonra nefes nefese kaldı, boğuk bir ses çıkardı ve gitti. Beni kaldırdıklarında anladım ki bu boğuk ses adamdan değil, kulağımdan gelmiş. Çevremde onlarca insan
konuşup duruyordu ancak benim tek duyduğum boğuk bir gürültü ve hafif bir çınlamaydı.

Herkes endişeliydi ama benim yüzümde bir gülücük belirmişti, tabi dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyorum, çünkü insanlar çevremden ‘Bırakın, basbayağı tırlatmış bu, Tanrı’dan bulsun!’ dercesine bakıp, dağılıyorlardı. Benimse tek düşündüğüm o adamı bulup ayaklarına kapanmak ve bağırarak ‘teşekkür ederim aziz efendim, teşekkür ederim günahımdan dolayı beni cezalandırdığınız için. Eğer siz yapmasaydınız Tanrı yapacaktı ve siz de bilirsiniz ki onun gazabı tahayyül dahi edilemez.’ demekti.

Bu günahım bana diğer günahlarımı hatırlattı, gerçi unuttuğumu tam olarak söyleyemem ama, bu olaydan sonra eski günahlarımın üzerimdeki ağırlıkları bambaşka boyutlara ulaşmıştı. Hatırladıkça nefes alamıyordum, sıcak basıyordu, ateşim çıkıyor, tabiri caizse ecel terleri döküyordum. O günahlardan birisini eski sevgilimden ayrılırken işlemiştim. Tanrım! Dinlenmem lazım, kalem tutan elim iyice titremeye başladı.

İki bardak soğuk su içip, Meryem Ana ikonasının önünde ağlayıp tespih çektikten sonra geldim. Bunu neden buraya ilave ettiğimi bilmiyorum. Neyse.

Eski sevgilim beni aldatmıştı. Gözümün önünde bir başkasıyla şehvetli bir şekilde öpüştüğünü gördüğümde artık ihanetin kesinliği su götürmez bir hal almıştı. Daha önce şüphelerim var mıydı diye soracak olursanız, kesinlikle yoktu. İşte yine de bu aldatma işlemi kanlı canlı gözümün önünde yapılıyordu. Akşam eve geldiğinde her şeyi anlattım, çok öfkeliydim, bir dizi hakaret ettim.

Hay aksi, elim yine titremeye başladı…

Sevgilim ağladı, o an sanki birisi elini kaburgalarımdan geçirmiş, akciğerimi delerek kalbime ulaşmış ve avucuna alarak sıkmıştı. Ben de ağlamaya başladım, özürler diledim. O namussuz sözleri söylediğim için, onu ağlattığım için ayaklarına kapandım gözlerimde yaşlarla. O sırada Elyacığımın bakışları değişti, sanki bir böceğe bakıyor gibiydi, anlam veremedim.

‘Seni terk ediyorum’ dedi ve gitti, o günden sonra bir daha hiç görmedim onu. Duyduğuma göre beni aldattığı adamdan hamileymiş, doğum için Almanya’ya gitmişler…

Ah Tanrım, ne yaptım ben? Onu ağlatmasam bırakmazdı belki beni. Hayatımın aşkıydı halbuki, niye ağlattım ki onu? Ah benim güzel Elyoşkam! Ne kötülükler ettim ben sana!

Defterimin iki sayfası göz yaşlarımla ıslandığı için o sayfalara yazdıklarım yırtıldı, yazı olmaktan çıktı. O duygu buhranı içerisinde ne yazdığımı hatırlayamıyorum. Geçmişimin en büyük hatasını daha fazla anılarımda canlandırmak istemiyorum, bir sonraki günahıma geçelim.

Bu günahım da öncekiler kadar ağır… Bir gün yine …Caddesi’nde ufak bir gezintiye çıkmış, ellerim ceplerimde, başım yerde yürüyordum. O sırada geçmekte olduğum derenin üzerindeki köprünün demir korkuluklarından bir kadın sarkıyordu. Yanına yaklaşmak isteyen herkesi küfürler ederek savuşturuyor, katiyen kimseye izin vermiyordu. Birden ne oldu bilmiyorum, eskilerin isimlendirdiği deli cesareti alevlendi vücudumda ve aniden koşup, kalabalığı yararak atlamak üzere olan kadına uzandım ve parkasından yakaladım. Hemen tüm gücümle yukarı çektim ve hem endişe hem de kurtulduğu için sevinçle iyi olup olmadığını sordum. Kadın gözyaşları içinde bağırarak beni tokatlamaya başladı. ‘Tanrı seni kahretsin, sence kurtarılmak isteyen birine mi benziyorum mendebur herif?’

O kadar acı içindeydi ki onu kurtardığım için ben de kendime lanetler okudum. Besbelli ki bir günahsızın kurtuluşunu engellemiştim. Tanrı aşkına benim sorunum ne?

Defalarca kez özür diledim, ayaklarına kapanmaya çalıştım, tokatlayarak beni kendinden uzaklaştırdı. ‘İzin verin sizi öldüreyim, benim yüzümden yarım kalan işinizi tamamlayayım. Lütfen izin verin, günahımı temizleyeyim.’ Diye bağırdığımda çevremizdeki insanlar bir anda kadınla benim aramda bir set oluşturdular. Öndeki adamlar tehditkar bir şekilde, yumrukları sıkılı vaziyette, gözlerini üzerimden ayırmıyorlardı.

‘Lütfen beyler, izin verin kadıncağızı öldüreyim. Lütfen, bırakın hatamı telafi edeyim.’

Hıçkıra hıçkıra ağladım, önlerinde diz çöktüm, yalvardım, kafamı kaldırdığımda hepsi, arkalarına bile bakmadan, koşar adım benden uzaklaşmaktaydı.

Bugün yaşadıklarımdan sonra kesin kararımı verdim. Annemin sürekli bahsedip durduğu şu ünlü Notre-Dame Katedrali’ni ziyaret edeceğim. O da küçükken gitmiş, işlediği bütün günahların oraya adım attığı anda silindiğini ve bir daha Tanrı tarafından hiçbir zaman günah işlemesine izin verilmediğini, elinden hiç bırakmadığı tespihi sallayıp, hıçkırıklar içerisinde söylemişti.

Ben de bunu yapmalıydım, Notre-Dame’ın azizlerine ruhumu açıp günahlarımdan arınmayı dileyecektim. Evet, tek yolu buydu. Hemen çantamı hazırlayıp tren garına gittim, Paris’e en erken giden trende yerimi ayırttım.

Trendeyken bütün bu günahlarım tekrar başıma üşüştü, terletti, beni soluksuz bıraktı. Dayanamadım ve sigara içilen vagona geçtim. İlk gördüğüm beyefendiden bir sigara rica ettim, kırmadı, hemen uzattı. Defalarca teşekkür ettim, ne kadar sürdü bu teşekkür bilmiyorum ama, adam en sonunda oflaya puflaya benden uzaklaştı. Borç aldığım sigaramı tellendirmeye başladım, sigaranın sonuna geldiğimde birden içime kötü bir his çöktü. Acaba sigara günah mı? Ayak üstü yine günah mı işlemiştim ben? Tanrım, lütfen günah olmasın! Bir parmaklık tütünün neresi günah olabilir ki? Ah, ne yaptım ben?

O izmariti dilimde söndürmeyi düşünürken çoktan elimden fırlattığımı ve trenin raylarında yok olduğunu fark ettiğimde kendimi kaybettim. Üstü açık vagonun korkuluklarından sarktım, ‘Tanrım ne olur affet beni!’ diye çığlık çığlığa bağırıyordum. Ceketimden, kollarımdan birilerinin çektiğini hissediyordum ancak bunu umursamıyordum. ‘Bırakın beni iblisler! Bırakın da günahımın kefaretini ödeyeyim!’ Bırakmadılar. Gözlerimi açtığımda önümde bir polis ve şans eseri doktor olan yolculardan birisi gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı.

“Sakin kalacak mısın, yoksa bir iğne daha mı yapayım?” dedi doktor, elindeki şırıngayı tehditkar bir şekilde sallayarak.
“Beni bırakmalıydınız, ölmeliydim. Sizin yüzünüzden bu günahı omuzlarımda taşımak zorundayım!”
“Ne günahı be adam!? Sigaranın içine uyuşturucu mu koydun sen?” dedi polis, tamamen deli olduğuma kanaat getirmiş gibiydi.
“Uyuşturucu mu? Tanrı esirgesin! Sigara yüzünden her şey. İçmemeliydim, büyük günaha girdim. Cehennemde akciğerlerim beni kağıda sarıp yakacak ve dumanımı çekecekler!”

Çevremdeki herkes gülmeye başladı, o sıralarda bir şeyler daha geveledim ama kimse duymadı, ben de duymadım, o yüzden ne dediğimi hatırlamıyorum.

“Sigara günah değil.” dedi doktor, karnını tutarak. Gülmekten gözlerinden yaş gelmişti.
“Ama sağlığa zararlı.” diyerek cevapladım.
“Evet, doğru.”
“O zaman günah.”
“Hayır, değil.”
“Bakın doktor bey, bilim insanı kimliğinize saygı duyuyorum ancak; bana bu bedeni ve zihni Tanrı vermedi mi? Ben ne cüretle onun verdiği bu vücudu zehirlerim? Bu, günahların en büyüğü!”

Doktor cevap vermedi. Ben de açıkça zafer kazandığımı göstermek için usul usul ayağa kalktım, ellerimi ceketimin cebine soktum ve yüzüme muzır bir gülümseme yerleştirdim. Tanrım neler yapıyordum ben? Bu kibirdi! Ölümcül günahlardan birisi.

“Al işte yine yaptım! Bırakın beni!” diye bağırarak tekrar kendimi üstü açık vagona ve onun demir korkuluklarına bıraktım. Gözlerimi açtığımda Paris’teydim. Bulunduğum yeri kavradığım anda koşmaya başladım. Notre-Dame’a kadar koşacaktım. Bu yol benim hac yolumdu ve yol boyunca döktüğüm terler, susuzluğum, açlığım, köpek dışkısına basmam, başımın dönmesi benim günahlarımın bedeliydi. Deli gibi koşarken, en sonunda bacaklarımın takati kalmadı ve kendimi yerde buldum. Nefes nefese kalmış bir halde ayağa kalkmak için kendimi zorladığım anda Notre-Dame’ın önünde olduğumu fark ettim.

Yavaş adımlarla, çevremdeki her şeyi özümseyerek Katedral’e girdim. Tanrım, her ne kadar anlatılmaz olsa da orada yaşadıklarımı size tasvir etmeye çalışacağım. O kadar büyüktü ki kendimi Dünya üzerindeki bir bakteri gibi hissediyordum. Değersizdim, yok gibiydim, hiçbir şeydim… Girişteki gargoyleler üzerime öyle bir eğiliyordu ki onların dehşet dolu bakışlarında iyice ezildim. İçerideki o gotik, basık, kendini değersiz hissetmene neden olan hava üzerime bir karabasan gibi çökmüştü. Bana öfkeyle bakan bu cehennem zebanilerinin, bu çirkin gargoylelerin altında çevreme bakmaya bile korkar hale gelmiştim. Başımı eğdim, gözlerimi ayak uçlarıma diktim ve o şekilde Notre-Dame’ı arşınlamaya devam ettim. Beni bekleyen cehennemin zebanileriydi bunlar, adım gibi emindim. Hatta ben adım attıkça Gregori diyerek ismimi sayıklıyorlardı. Dumas’nın, Baudelaire’in, Balzac’ın, Verne’in, Zola’nın, Rimbaud’nun ölümsüz eserlerine konu olmuş ve hatta Hugo’nun ağır bir dram yüklediği bu katedral ayaklarımın altında hareket etmeye başladı. Daha sonra yürüdüğümü fark ettiğimde başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Zihnim ve bedenim birbirinden ayrılmıştı, ayaklarım kesinlikle benim kontrolüm dahilinde hareket etmiyordu. Tam; her şey bitti, günahlarımın altında ezileceğim ve bu kutsal evin tavanındaki gargoylelerin ağırlığıyla cehenneme ineceğim, diye düşünürken, ayaklarımın durduğu yerde gözlerimi açtım. Bir ışık gördüm, vücudumda bir sıcaklık yükselmeye başlamıştı; bu sıcaklık diğerleri gibi havale geçirten cinsten değildi, bu kutsal, yüce bir sıcaklıktı. Aziz Antoine, kolunda bir bebek, elinde İncil, üzerime eğilmiş istavroz çıkartıyordu. “Kutsa beni peder, ne olur bağışla beni! Tanrım, affet şu aciz kulunu!” Ben ağlarken, hayal mi gerçek mi bilmiyorum ama, saygıdeğer Antoine da benimle beraber ağlıyordu.

Diğer ziyaretçiler rahatsız olmuştu sanırım, beni Notre-Dame’dan attılar.


Sonu karakolda sorgu, bir günlük polis dayağı ve binlerce insana rezil olmakla bitmiş olsa da -şu Fransızlar gerçekten enteresan- ruhumun özgürlüğe kavuştuğu, günahlarımın affedildiği bir hac yolculuğu olmuştu benim için. Paris’ten dönerken yanıma Aziz Antoine’ın ikonunu aldım. Eve girdiğimde Milonya’ya sıkı sıkı sarıldım, hiçbir şey söylemeden direkt odama gittim ve Aziz Antoine’ın, Meryem Ana’nın önünde, bu kez şükranla ağlayarak ve tespih çekerek dualar ettim.

İşte böyle bütün günahlarımdan arınmıştım. Artık tertemiz bir adam oldum ve Tanrı bir daha benim günah işlememe izin vermeyecek. Bu arada bizim bunak Milonya’yla sohbet ederken aramızda ilginç bir diyalog geçti. Oldukça komik, siz de gülün:

-Küçük Bey, bu çirkin heykel de ne böyle?
-Terbiyeli konuş Milonya, o yüceler yücesi Aziz Antoine.
-Vallahi aziz mi değil mi, orasını ben bilmem ama; bu keskin dişleri olan korkunç bir yarasa. Resmen iblis.

8 Beğeni