Bitmeyen Öykü

Eski forumda vardı, burada da olsun :yum:

  • Ben bir giriş bölümü başlatacağım, katılmak isteyenler de birer bölümle öyküyü devam ettirecekler.
    Yalnız, gönderilen mesajlar asla değiştirilmemeli. (Düzenlenebilir.)
    Bu; sonradan yazılan diğer bölümlerin öyküyle olan bağlantısını zedeleyebilir, hikayenin bütünlüğünü bozabilir.
    Öyküye katılan biri hemen arkasından başka bir bölüm daha yollamamalı.

Ehh başlayalım.

- Madeline, altı ay önce siparişini verdiği kılıcını almak için yola çıkalı üç gün olmuştu. Bir hafta uzaklıktaki, komşu ve kendi memleketi Pembe İbibik’e en yakın kasaba olan Ayı Ayağı kasabasına doğru yollanmıştı. Neredeyse durmaksızın, üç gün boyunca at sürdüğünden bitap düşmüş ve kendisine geceyi geçirebileceği uygun bir yer aramaktaydı. İki kasaba arasındaki yol, çok inişli çıkışlı ve zahmetli olmasına karşın Madeline bu yolda at sürmekten fazlasıyla keyif alırdı. Gün ağarmaktaydı; hava kararıp, orman ruhları yürümeye başlamadan evvel elini çabuk tutmalıydı. İlk iş, kendine güven içinde uyuyabileceği bir yer bakındı. Hemen karşısındaki derenin öte yanında usanmadan göğü tırmanan ulu bir meşe ağacı vardı. Onun kültüründe meşe kutsaldı ve hemen altına kurulmaya karar verdi.

Atınının eğerini çözüp onu uzun bir iple ağacın en güçlü görünen dalına bağladı. Böylece hayvan hem rahatça sulanabilecek hem de ateşin başında uyuyabilecekti. Az sonra yakacağı ateşin. Derken bir kaç çalı çırpı ve yakacak odun arayışında, kalan son enerjisini de harcamış oldu. Ama buna değmişti, akşam karanlığı bastırmadan ateşini yakmış ve ulu meşenin köklerine kurulmuştu. Heybesinden erzağını çıkardı ve hazırladığı kurutulmuş balık istifinden iki güzel balık seçti. Akşam güneşinin eşliğinde, yemeğini hiç de aceleye getirmeden yedi. Yıldızlar belirene kadar, kuşların ona özel seremonisini dinledi. Yeni kılıcının ve karşısındaki yepyeni maceraların düşüyle sevişirken, hafifleyen bedenini uykuya teslim etti.

Sabahın erken saatlerinde, saçlarında esen ve boynunu öpen rüzgar tarafından uyandırıldığında …

6 Beğeni

…yeni aralanmış gözlerine atını bağladığı ipin, ağacın dalında cansız bir şekilde salınması ilişti. Yerinden fırladı ve hızla etrafı kolaçan etti. Hiçbir yerde göremedi yoldaşını ve içinde yükselen soğuk endişe kordan bir öfkeye dönüşüverdi. Meşenin gövdesine çarpıp duran ipin yanına gidip atın boyun kısmını saran tarafını kolaçan etti. İpin kesildiği aşikardı, boğazındaki düğüm öylesine büyüdü ki meşenin rüzgarda binlerce kelebeğin kanat çırpışı misali salınan yaprakları sustu, derenin deli dolu şırıldaması kesildi, güneş bulabildiği ilk bulutun arkasına saklandı. Düğüm artık ormanın üzerine çökmüş zifiri bir sessizlikti. Onu görebilir, tadabilir hatta dokunabilirdiniz.

Atını düşündü, Kırçılyele’yi. Neredeyse birlikte büyümüşlerdi, birbirini daima kollayan birer silah arkadaşı olmuşlardı. Onun korktuğunu uykusunda bile hissederdi fakat bu sefer öyle olmamış Kırçılyele kaçırılırken uykusuna mışıl mışıl devam etmişti. Ne bir ayak sesi, ne bir kişneme hiçbir şey onu rüyalarından alıkoyamamıştı. Suçluluk duygusu ile gözleri doldu fakat bunu yapanlardan hesap sormak adına tüm duygularını bastırıp düşünmeye başladı.

Orman ruhları pekala bunu yapabilirdi, onların gizemli güçlerine daha önce bir kez tanıklık etmişti lakin meşenin altına sığınmış bir gezgine dokunmak daha önce onlar için duyulmuş şey değildi. Meşe türler arasında mutlak bir güvene sahip han görevi görürdü. Böyle bir saygısızlığı orman unutmazdı. Diğer yandan, ormanda gizlenip patikayı gözleyen haydutlar olabilirdi. Kendisine ve Kırçılyele’ye simyasal uyku tozları koklatıp bu hırsızlığı kolayca yapmış olabilirlerdi. Bu sefer de yeni kılıcı için yanında taşıdığı kesenin sapasağlam durması oldukça absürttü.

Madeline sonsuza kıvrılan saniyeler boyu düşündü durdu, aklına bin bir olasılık geldi geçti ta ki gün ışığı gizlendiği buluttan taşıp toprağa tekrar düştüğünde meşenin dereye uzanan kökleri arasında…

2 Beğeni

Madeline sonsuza kıvrılan saniyeler boyu düşündü durdu, aklına bin bir olasılık geldi geçti ta ki gün ışığı gizlendiği buluttan taşıp toprağa tekrar düştüğünde meşenin dereye uzanan kökleri arasında parlayan bir cisim gözlerini alıncaya kadar. Birkaç uzun adımla cisme doğru ilerledi ve zarif bir şekilde eğilerek eline aldı. Elinde tuttuğu şey bir çeşit gümüş paraya benziyordu ki daha önce hiçbir yerde böyle bir para görmemişti. Üzerinde bilmediği bir dilde iki kelime yazıyordu.

Madeline ellerini beline koyup somuttu. Ayı Ayağı’na atı olmadan ne kadar zamanda varabileceğini hesaplamaya çalıştı. En azından yolluk erzağı ve ne olur ne olmaz diye hazırladığı minik bohçası hala duruyordu. Onları da yanına alarak birkaç havuç ve ardından büyük, sulu, kırmızı bir elma ile kahvaltısını yapmaya koyuldu. Diğer yandan da dereye paralel olarak yürümeye başladı. Yoldan biraz uzaklaşmayı göze almasının tek nedeni o tarafa doğru giden toynak izlerine benzer izler görmesiydi.

Ulu meşe gözden kaybolana kadar o şekilde devam etti. Artık geri dönmeyi ve yoluna devam etmeyi düşünüyordu ki sol çaprazındaki fındık çalısının dibinde, küçük bir sincap ailesini kendini izlerken buldu. Onlara doğru ukala bir bakış attı, sonra dilini çıkararak: “Atımı görmemişsinizdir herhalde?” diye seslendi. En yaşlı ve en saftirik görünen sincap elinde tuttuğu fındığı kırdı ve içini de bir güzel yedi. Ardından da; “Kırçılyele’den mi bahsediyorsun?” dedi. Ve “Öyleyse onu görmedim.” diye ekledi.

Diğer sincaplar hep bir ağızdan kahkaha atmaya başladılar. Sesinden, dişi olduğunu anladığı bir diğeri gülmekten sulanmış gözlerini silerken konuştu; “Ne oldu? Küçük dilini mi yuttun, atını kaybetmemişsindir herhalde?” derken elinden geldiğince ukala görünmeye çalışıyordu. Madeline kulaklarına inanamıyordu, o kadar şaşırmıştı ki yaklaşık beş dakika boyunca konuşmadan sadece bakakaldı. O daha kendine gelemeden sincaplar pırr diye ortadan kayboluverdiler. İçgüdüsel bir şekilde peşlerinden ormana dalarken; “Heey! Bekleyin, yardımınıza ihtiyacım var!” diyebildi.

2 Beğeni

İçgüdüsel bir şekilde peşlerinden ormana dalarken; “Heey! Bekleyin, yardımınıza ihtiyacım var!” diyebildi…

Bacakları titremeye ve göz kapakları terlemeye başlamıştı, hem zaten alaycı kahkahalar ve çığlıklar atarak git gide uzaklaşan sincapları daha ne kadar kovalaya bilirdi ki?

“Bir dakika bunlar gerçekten de sincap mıydı?”

Henüz küçük bir çocukken büyükannesinin anlattığı orman ruhlarıyla ilgili hikayeler geldi aklına; ormanda kaybolan kadınlara yol gösteren geyik, geceleri samanlıkta uyuyan çocukları ormana kaçıran kurt ve yaşlı tüccarları dolandıran karga ile ilgi hikayeler. Orman ruhları cisimlene biliyorlardı demek ki, bazen bir ağaç, bazen bir hayvan ya da bir insan cismini alabiliyorlardı. Evet, bu sincaplar orman ruhlarından başka bir şey değildi…

-Hey! Durun, kaçmayın.
-Nihihi, Yakalayamaz ki…

Kırçılyele onun için çok değerliydi, ne pahasını olursa olsun sevgili dostunu bulacaktı, bu kovalamacadan vazgeçmek söz konusu dahi olamazdı. Sonunda nefesi kesilip mıh gibi olduğu yere çakılı kalıncaya dek.

Durup da soluklandığı o ilk anda fark etmişti nerede olduğunu. Gündüz vakti olmasına rağmen etraf oldukça karanlıktı.

“Saatlerdir koşuyor muydu?”

Hayır, Akçagün Ormanıydı burası, en korkusuz savaşçıların bile girmeye korktuğu birçok yerel hikâyeye konu olan, bilgelerin adını anmaktan imtina ettiği Akçagün Ormanı.

Gökyüzüne uzanarak güneşi perdeleyen, ormanı karanlığa boğan, kalın gövdeli, geniş yapraklı ve sert kabuklu orman ağaçlarından, yer yer orman tabanına bir sis bulutu gibi çökmüş, geçit vermeyen, sık ve dikenli çalılıklardan oluşuyordu. Basık ve kasvetliydi, ormanın derinliklerine ilerledikçe nefes almak zorlaşıyordu ve görünen o ki bu orman ismiyle hiç de bağdaşmıyordu.

“Neden?”

Diye sormaktan alı koyamadı Madeline kendini. Fakat buna vakit yoktu, gece çöküp de Akçagün Ormanına mutlak karanlık hâkim olmadan çıkmalıydı bu ormandan.

2 Beğeni

Diye sormaktan alı koyamadı Madeline kendini. Fakat buna vakti yoktu, gece çöküp de Akçagün Ormanına mutlak karanlık hakim olmadan çıkmalıydı bu ormandan.

Dönüş yolunu aramaya koyuldu fakat sanki gittikçe ormanın derinlerine iniyordu. Bir süre kaba ağaçların arasından yürüyüp ormanı dinledi. Sisle birlikte güvensiz hissettirmesine rağmen ormanın onu kendine çeken bir tarafı da olduğunu fark etti Madeline. Bir şekilde burada Kırçılyeleye dair bir şeyler bulacağını hissediyordu. Fakat ormanın getirdiği kötücül hisler de peşini bırakacak gibi değildi.

Artık ümidini kesmeye başlamıştı ki ileride sisin ardında belli belirsiz bir ışık gördü. Işığa yaklaştığında kaynağın, yolu dik kesecek şekilde devrilmiş bir meşe ağacı olduğunu gördü. Gövdesinin ortasında büyükçe bir delik vardı ve ışık buradan sızıyordu. İlk defa böyle bir şeye tanık olan Madeline afallamıştı. Ağaca yaklaştı ve delikten içeri baktı…

4 Beğeni

İlk defa böyle bir şeye tanık olan Madeline afallamıştı. Ağaca yaklaştı ve delikten içeri baktı. Bakar bakmaz da geçmişten bir yerlerden bir anı koştura koştura hücum etti zihnine. “Evet ya! elbette, bu annemin babama anlattığı şey değil mi?” dedi kendi kendine düşünceli bir şekilde.

Madeline bir oduncu çocuğuydu ve annesi pek istemese de, onu kolayca kandırır, neredeyse her gün babası ile ormana ağaç kesmeye giderdi. Vaktinin büyük bölümünü etrafta, tabii çok uzaklaşmamak şartı ile, dolaşarak geçirir, babası hadi gidiyoruz diye seslenene kadar da uğramazdı babasının yanına. Elbette bu durum babası ile arasında küçük bir sırdı. Akşam yemek masasına oturduğunda herkes, nasıl ortaklaşa çalıştıklarından bahseder dururdu babası. Çünkü annesi eğer çocuğunun ormanda başıboş dolaştığını bilecek olsa, yer yerinden oynayabilirdi. Madeline pek anlam veremese de annesi orman olunca konu hep mesafeli olurdu. Ne zaman bunun nedenini öğrenmek için soru yağmuruna tutup bunaltacak olsa annesini, kadın “oldum olası sevmem ormanları,” der kestirip atardı konuyu. Madeline bunu bir keresinde babasına da sormuştu gerçi ama ondan da aklı başında bir cevap alamamıştı. Babasının dediğine göre annesi küçükken ormanda oynarken devrilmiş bir meşe görmüş, merak etmiş ve yaklaşmış. Yaklaştıkça ortaya çıkmış ki, meşenin gövdesinde bir delik, deliğin içinde de bir ışık varmış. Deliğe iyice yaklaşmış ve içine bakmak için olabildiğince eğilmiş. Sonrası yokmuş. Hepsi bu kadarmış. Sadece çok korktuğunu hatırlayabiliyormuş ve o gün bugündür de ormandan korkar, çekinirmiş.

4 Beğeni

Ama Madeline korkmuyordu. Büyükannesi -gözlerinin ışığı söndükten çok sonra bile bir çok ölümlünün gördüğünden çok daha fazlasını gören arif kadın- korkunun tek sebebinin bilinmezlik olduğunu söylerdi. Madem ki babasını korkutan bu yerden ve gökten azade ışığın bilinmezliğiydi, Madeline’in tek yapması gereken bu ışığın kaynağını bulmaktı. Elini kovuktan içeri soktu, ne kadar ileri uzanırsa uzansın ağacın kabuğuna ulaşamıyordu. Umutsuzlukla elini çekip ışığı çevreleyen kabuğu incelemeye koyuldu. Elini attığı anda kabuğun bir kısmı düştü, bir kaç dakika sonra oyuk iyice açılmış bir insanın geçebileceği boyuta ulaşmıştı. Madeline’in kalbi korkunun pusuyla çevrelenmişti ama korkmamalıydı. Derin bir nefes alıp oyuktan içeri girdi. Bir maceraya giriştiğinin farkında değildi.

1 Beğeni

Oyuktan içeri girerken ense tüylerine kadar ürperdi. Rüyasında düştüğündeki hisse benzer bir his vardı. Hem bilinmeze attığı adım hem de başka bir iklime attığı adım -ki bunu fark etmesi de çok sürmeyecekti- yüzünden heyecanla karışık korku hissediyordu. Güldüğünü fark etti ve ışığın şiddeti azalana kadar yürümeye devam etti. Oyuğun bitip yere temas ettiği yere kadar körlemesine gitti, sonra hafifçe sendeledi. Artık oyukta adımlamıyordu. Büsbütün soğuk toprağı ve güz soğuğunu hissedebiliyordu. Gözlerinin önündeki benekler gidene kadar kırpıştırdı durdu gözlerini. Artık etrafı seçebiliyordu: Bir oyuktan geçtiğini sanmıştı ama oyuğun girişine çok benziyordu burası; birkaç fark vardı sadece, o kadar. Sarı yapraklar dallarını terk ediyordu; oyuğa girerken dalından kopardığı elmayı hatırlıyordu, mevsim yaz diye anımsıyordu. Sincaplar olması gerektiği gibi kahverengi değil, turkuvazdı ve turkuvaz portakal yiyordu. Kuşların rengi aynıydı, fakat bu sefer de uçuşları tuhaftı. Madeleine aldırmamaya büyük gayret göstererek bakışlarını yere çevirdi ve nal izlerini görünce dikkatini hemen buna çevirdi. Nal izlerine göre oyuğa giren bir at vardı, çıkan değil. Ya geri dönecek ve izleri oyuğa kadar takip edecekti ya da içine girdiği tuhaflıkta keşfe çıkacaktı. Böylesi bir şey rüya bile olsa yaşamaya değer mi diye düşündü. Rüya değil de gerçekse aslını öğrenmek istemez miydi diye de düşündü. Zaten oyuğa adım atmadan önce de bir tuhaflık vardı da şimdi adı konmak üzereymiş hissine kapıldı. Nefes aldığı dünyada bilmediği şeylerin varlığıyla içi kıpır kıpır oldu. Artık korkmuyordu; sadece heyecan vardı içinde. Kılıcına ulaşmadan önce başka varlıklara, gerçeklere, uygarlıklara hazırlanmalıydı. Yoksa kılıç, ölümüne giden yolda bir araçtan daha fazlası olmayacaktı. Omzundan geriye bakış attı. Oyuk tam oradaydı, belki geri dönüp hazırlık yapmalıydı. Çok fazla düşünmüştü. Yoruldu düşünmekten. Artık harekete geçme vaktiydi. O da öyle yaptı ve…

3 Beğeni

“Seni korkutan bilinmezliktir” diyerek bu bilinmez toprakları keşfetmeye başladı. Kendi dünyasına çok benzese de bu dünya daha canlıydı. Ciğerlerine dolan hava bile bir an önce dışarı çıkıp bu toprakların her karışını keşfetmeye çalışıyordu. Bu coşku başını döndürdü. Bir ağacın altına oturup etrafı seyre daldı. Sessizlik hakimdi ama boğucu bir sessizlik insanı huzurla ve coşkuyla dolduran bir sessizlikti. Bu ağacın altında bir saat otursa her şeyi başarabilecek gücü hissedebilirdi. Neden sonra uzaktaki tepelerin birinde bir hareket sezinledi. Bulanık varlıklar oradan oraya seğirtiyordu. Aklına Kırçılyele geldi, kimbilir şimdi nerelerdeydi. Belki o tepede nerede olduğunu açıklayabilecek birilerini bulabilirdi. İstemeyerek yerinden kalktı ve tepeye yollandı.
Oturduğu yerden tepe çok uzak görünse de dakikalar içinde varabilmişti tepeye çıkan yola. Önünde iki yanında sabana koşulmuş at heykelleri bulunan bir yol vardı. Atlar muzaffer komutanlar gibi ileri bakıyorlardı. Bu görüntü komik gelmişti, gülümseyerek atların arasından geçti. Yolda sadece sahipsiz atlar geziniyordu. Yol kenarlarında yer yer bayraklar vardı, bayraklarda yeşil zemin üzerinde kızıl bir portakal. Yolun kenarlarında uzanan tarlalarsa sonsuz bir günbatımı yaşanıyormuşçasına kızıla kesmişti. Böyle etrafını incelerken yolun sonuna geldiğini fark etti şimdi önünde onlarca atın toplandığı bir meydan vardı. Kırçılyele düşündü ve atların arasında kendi atını aramaya başladı. Fazla uğraşmasına gerek kalmamıştı çünkü atı kalabalığın tam ortasında duruyordu. Koşup atına sarılmak istedi. Ama Madeline’i görünce atın gözünü öfke bürüdü. Kadın kendisine sarılmak isteyince burnuyla sertçe itti ve bağırdı “İşte bu o!” Atlar kendi aralarında homurdanmaya başladı. Madeline ne olduğunu anlamıyordu. Kırçılyele devam etti “Yıllarca beni bir köleymişim gibi kullandı. Kendimi bildim bileli ağırlığı hep sırtımdaydı, sadece kendisini değil yüklerini de taşıdım. Ağzımı sıkan gemle, sırtımda sahibimle kimbilir kaç şehir gezdim, o sıcak kıyafetleri içinde beni dehlerken karlı yollarda kaç kere titredim. Öyle köleleştirmişti ki beni özgür yaşamın varlığından bile habersizdim.”
Atlar Madeline’e nefretle bakıyorlardı. En ufak bir sözü oracıkta paramparça edilmesine neden olabilirdi. Ne yapacağını bilmiyordu. Derken aralarından bilgece görünüşlü boz bir at Madeline’e yaklaştı ve konuşmaya başladı:

2 Beğeni

“Fark etmişsindir, burası hakkın verildiği değil, alındığı yerdir. Zamanında kurulan İttifak’la burada hakkımızı insanlardan aldık. Aynısını Oyuk Ardı için söyleyememek hepimizi kahrediyor. Siz insanlar, hayvanlardan epey evvel Oyuk Ardı’na hükmettiniz. Ham maddeye giden yolları haraca bağladınız, silahlar ürettiniz bizi alıkoyan. Konuşabilsek de söz hakkı vermediniz. Düşünmekten aciz uyuşuklar bellediniz bizi.” Bu sert sözler üzerine Madeline’in aklına konuşan sincap geldi, şaşkınlığını hatırladı. İnsanlar konuşabiliyorsa hayvanlar neden yapamasındı. Bilge sağına soluna baktı ve sürdürdü, “Herkesin söz hakkının bulunduğu uygarlıktasın. İnsanların ve hayvanların kendilerine has uygarlıklarının olduğu. Sizin senelerdir yaptığınızın aksine sana bir şans veriyoruz. Gitmekte özgürsün. Buraya dönme. İnsanlara katıl. Lafların rağbet görmeyecek.” Madeline’in yüreğindeki sancı dayanılmaz olmaya başladığında Bilge sözünü bitirmek üzereydi. “Bir dahaki görüşmede uzlaşma yerine çatışma olacak. Şans yerini dehaya bırakacak. Sana Semenderler’in arazisine eşlik edecek birini atayacağım. Gerisi bizi alakadar etmeyecek.” Bilge Kartopal’ı koştu bu işe. “Arzu edersen konuğa buraları anlatabilirsin. Bizden son bir iyilik olsun. Yıllarca unutmayacağı bir iyilik. Tez gidin buradan.” Kartopal başıyla bilgeyi selamladı ve öfkeli güruhun arasından usulca ilerlemeye başladı kızla. Onlar giderken Bilge kendi kendine bunun eşi benzeri bulunmaz bir lütuf olduğunu düşündü. Barış yılları çok uzun sürmüştü. At diyarının halkı iyice semirmeye ve yağ tutmaya başlamıştı. İşler aksıyordu ve oburluk, tembellik ve tembellikle gelen iş bulma isteği atları birbirine düşürüyordu. Kıskançlık başlamıştı, atlar kafalarını meşgul edecek bir şey bulamıyordu. Savaş yıllarını ve haksızlıkları unutmuşlardı. Gelgelelim kendilerini de mutlu sanıyorlardı; iki at hariç: Bilge ve Kartopal. Bilge, berikine durumu açtığında karşıtlık fikrini sundu Kartopal. Bilge barışı ve kardeşliği savunacaktı; Kartopal ise İttifak’ın yeniden kurulmasını ve İtilaf’ın temelli bozgununu. Böylelikle az da olsa ayrılık çıkmıştı atlar arasında, ne var ki çoğu tembellikleri yüzünden karar almaktan acizdi. Yetmese de bir başlangıçtı. Ama bu kızı doldurup İtilaf’a yollayabilirdi. Yanına Kartopal’ı vermekle neredeyse kusursuz bir plan yaratmıştı. Savaşa gitmelerine gerek kalmamıştı, savaş onlara gelmişti.

Yola düştüklerinde Kartopal alışık olduğundan hemen politik yüzünü takınmıştı. Kıza kendini sevdirip diğer atlardan farklı olduğunu düşündürmüştü. Şakalar yapıyor, sırtına binmesi için sık sık soruyordu. Semender bölgesine olan yolu yarıladıklarında ufaktan oyununa başladı. “Bilge’nin dediklerine mi canın sıkıldı?” Bu soruyu duymayı beklemeyen Madeline şaşkınlık içinde, evet, dedi. “Aslında bence insanlara böyle yüklenmekle haksızlık ediyor. Bak sana bir sır vereyim: Daha önce hiç insan görmedi o.” Yalan. “Tüm bu nefreti babasının ve annesinin ölümü yüzünden.” Başka bir yalan daha. “Bunu çoğu kişiye anlatmaz. Ne de olsa Bilge ve Şefimiz kendisi; duygusal olamaz. Ama gel gör ki aramız iyi olduğundan bana anlatmıştı. Daha doğrusu iyi olduğunu ‘sanıyor’. Fakat onunla görüş ayrılığımız turkuvaz portakal yiyen sincapla kızıl elma yiyen at kadar farklıdır.” Son dediğine kendisi bile şaşırmıştı. “Şimdiye kadar yanında durduysam safıma katılımcı toplamak içindi. Bilge’nin bağnaz boyunduruğundan gına geldi. Gerilimi, yeni gelen sen bile fark etmişsindir.” Başıyla onaylamakla yetindi kız. “Beni senin yanına yollaması büyük şans oldu aslında. Uzun süredir diğer diyarlara, bilhassa insanlarınkine gitmek istiyordum, fakat tek başıma gidersem daha Kapılar’a varamadan indiriverirlerdi beni. Umarım bana yardım edersin ve diğer hayvanları gerikafalı ve eşitlikten bahseden şu ikiyüzlüden kurtarırız.” Madeline yeni tanıştığı birine güvenmemesi gerektiğini bilecek kadar çok soyguncuyla yolculuk etmişti, ama -kaç tane olduğunu bile bilmediği- bu diyarlar hakkında öğrenmesi gereken çok şey vardı. Eğer bu at diğer atlara ihanet edebiliyorsa kendisine de edebilirdi. O yüzden sıkı sıkıya güvenmemekte fayda vardı. Madeline, Kartopal’a döndü ve şöyle dedi:…

2 Beğeni