Bu Gece Bütün Izdıraplar Benden

[Bu üzerinde çalıştığım bir roman. Aralarda boşluklar, eksikler var. Belki hepsini burada yayınlarım, henüz emin değilim. İşte ilk bölümü]

Bu Gece Bütün Izdıraplar Benden I

“Siz?”

“Ev arkadaşıyım… dım. Ev arkadaşıydım.”

“Son zamanlarda kendisinde olağandışı bir şeyler gözlemlemiş miydiniz?”

“Nasıl olağandışı?”

“Beklemediğiniz tavırlar? Ani gelişen bir şey?”

“Yo hayır, ruh hali berbattı, ama bu çöküşü çok yavaş oldu.”

Ben konuştukça komiser küçük cep defterine sürekli not alıyordu, nedense bu sinirlerime dokundu. Üzerinde hâlâ yağmurda ıslanmış trençkotu vardı, nereden aklımda kalmış bilmiyorum. Sıkış tepiş bir odaya doluşmuş durumdayız. Süreki soru soruyor.

“Ne zamandır bu ‘çöküş’ halindeydi?”

“Yaklaşık iki yıldır.”

“Bu iki yıl içinde hiç profesyonel destek aldı mı?”

“Ne gibi bir profesyonel destek?”

“Rahiplere baş vurdunuz mu demek istiyorum.”

“Yo, hayır. Çok inançlı biri değildi. Ben gidelim istedim, ama kabul ettiremedim. Aslında inatçı değildir, ama bunalımları esnasında… Nasıl desem? Bir şey yapamıyordu… Herhangi bir şey.”

“Nasıl yani hiç mi bir şey yapmıyordu?”

Adam üç sayfayı doldurmuştu ve hâlâ not almaya devam ediyordu. Dolmakalemi akıtıyor olsa gerek, gömleğinin cebinde mürekkep lekesi görünüyordu. Defterin ise karton bir kapağı vardı, işlenmemiş kartondan bir kapak, sıradan bir defter ve bütün bu sıradanlığıyla, doldukça gözümde büyüyordu. Bunalmıştım herhalde, zihnim oyalanacak bir şeyler arıyordu belki de.

“Yani işe gidip geliyordu tabii. Krizler yaşıyordu dönem dönem. Bu krizlerin vurduğu zamanların öncesi ve sonrasında, uzun bir dönem boyunca neredeyse işlevsizdi, hayaller görüyordu. Nasıl anlatayım? Gerçekten ayırılamayacak kadar gerçek hayaller. Ama rüyadaymış gibi şeyler, tuhaf imkansız şeyler.”

“Mesela?”

“Duvarlardan yüzlerin çıktığını söylüyordu. Birilerinin onla konuştuğunu falan.”

“Otuz üç yaşındaydı?”

“Evet… İkimiz de 2215 doğumluyuz… Çocukluğumuzdan beri arkadaştık.”

“Ne güzel. Ne güzel. Demek ki otuz bir yaşından beri bu haldeydi?”

“Evet… Aşamalı olarak.”

“Eksaminle arası nasıldı?”

“Yani kullanıyordu ama o iki yıl içinde kullanmayı da yavaş yavaş bıraktı. Dediğim gibi berbat bir ruh hali vardı.”

“Eh, Eksamini de bırakmışsa berbat bir ruh hali olması normal, ne derler bilirsiniz…”

Savcı gelince sözünü tamamlama gereği duymadan beni bıraktı, fakat çok geçmeden kısa bir an için döndü, “Bir süre şehirden ayrılmayın, size ihtiyacımız olabilir.”

'Bir süre şehirden ayrılma’ymış, sanki ayrılmam mümkünmüş gibi. Beş kuruşum yok. Tolga’nın babaannesinden kalan bu ev de olmasa yatacak yerim de yok. Üstelik şimdi Tolga da öldü, tek umudum sürpriz bir mirasçının ortaya çıkıp evi elimden almaması.

Savcı Tolga’nın üzerine eğildi, komiser detayları anlatıyor. Pek öyle bir detay yok zaten, olanlar da şunlar: Odanın kapısı içeriden kilitli, kapıda zorlama belirtisi yok, silah elinde, kurşun kalbinde, yakın mesafeden ateş edilmiş, parmağında barut izi var. Temizliğe gelen kadın bulmuş, Alinçuk, beş yıldır temizliğimizi o yapar, Tolga’nın odasını temizlemek için kapıyı vurmuş, oda hiç kilitlenmediği için merak edip anahtar deliğinden bakmış. Manzara fena tabi.

Açıkça bir intihar, komiser böyle düşünüyor, ben de aynı fikirdeyim ama tabii benim fikrimin bir önemi yok, muhtemelen savcı da aynı fikirde, onun fikrinin bir önemi var. Güzel kadın doğrusu şu savcı. İnsanı harap edecek kadar güzel. Kendine gel, ev arkadaşın gözünün önünde ölü yatıyor, dahası yarının belirsiz. Zavallı Tolga, eli kadın eline değmeden öldü.

Savcı gerçekten de aynı fikirdeymiş. Daha Tolga’yı toprağa vermeden dava kapandı, yani ölü traşıyla toprağa veriş arası on gün olduğuna göre on günden kısa sürmüş bu kararı alışı. Tolga’nın ölü traşına ben katıldım, Mezmer El Verdi de Tolga’nın başka bir tanıdığı, akrabası çıkmadı ortaya, yani ev hâlâ benim. Sıradan bir ölü traşıydı, tanığı bendim, vücudundaki bütün kılları aldılar. İnsan öldükten sonra kılları ve tırnakları bir ay daha uzamaya devam eder, traş ölümün ertesi günü yapılır, traştan sonra çıkan bu kıllara ölünün bilgeliğinin kılları denir ve bu kılların yeryüzündeki dünyayı da görmesi için on gün gün boyunca penceresi kıra bakan soğuk bir odada bekletilir mefta. Fakat bunları niye anlattım şimdi durduk yere? Sıradan bir ölü traşıydı işte. Can dostum göğsünde bir gülle yatıyordu.

Kıllardan arınınca diğer yaraları da görünür olmuştu. Bisiklet kazası yaptığında çenesinde açılan yaranın izi mesela. Fakat bir de kafasında bir iz vardı ki bu tuhaftı işte. Kafasında açılan bir yaradan hiç bahsetmemişti bana. Bisiklet yarasını ve apandisit yarasını bildiğim düşünülürse tuhaftı gerçekten de. Düzgün, küçük bir iz. Mezmer Doğrusu, tuhaf şey.

Gelenek olduğu üzere on gün bekledi bilgelik kılları çıkana kadar Kilyos’ta bir uçurumun kenarındaki soğukhanede. O süre benim için çok kötü geçti. Toprağa verilirken birkaç arkadaşımız ve mezarcılardan başka kimse yoktu. Yalnızlığımıza sevinsem mi, Tolga’nın akrabaları çıkıp da evi elimden almadı diye sevinsem mi bilemedim. İlk başlarda çok kötüydü halim, koca evde ne yana gideceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. Sanki birden on kat genişlemişti ev. Doğrusu Tolga’nın son iki yıldaki bunalımını düşününce bir ferahlama da gelmedi değil, fakat bu yalnızlığımı ve galiba acımı bastırmaya yetmiyordu.

Arada sırada dışarı çıktım, bahar gelince para kazanmak için yaptığım ufak tefek şeyleri yapmayı sürdürdüm afallamış bir halde, bostanlardaki hasatta mevsimlik işçi olarak çalışmak, bisiklet montajı gibi şeyler. Sonra geçti. Ölüm ne kadar kolay unutuluyor. Yaza doğru iş buldum, Tarih Vakfı’nda, madem öyle deyip sonbahar gelince de Tarih okuluna girdim, otuz yaşımdan sonra yüksek okula dönüş çok hoş bir his değildi, fakat alıştım ve ağır bir koşuşturmacaya başladım, sersemliğim çoktan geçmişti, tarih okumak giderek daha çok hoşuma gitti. Tolga’yı iyiden iyiye unutmuştum.

İki yıl böyle geçti. Tarih Vakfı’nda mühendislik geçmişimden dolayı işlemcilerin bakımından sorumluydum, daha sonra, mezun olunca, araştırmaya geçecektim herhalde. Doğrusu, bu çok da öyle farketmezdi. Yaptığım işten memnundum. Ömrüm böyle geçti sanırım, halinden memnun biriydim ben.

Derken o gün geldi.

Dimaş’ın yerindeydim. Ailesi iki yüzyıl önce Türkiye’ye göçmüş, İstanbul’a yerleşmiş, sonra Mezer doğruların altını çizip de dünya şehir devletlere bölününce İstanbul’da kalmış ailenin bir kısmı. Kazak’dı Dimaş. Okmeydanı yetmiş nilletten halkının bir parçasıydı, meydanının bütün hengamesinin ortasında bir de onun tezgahı vardı işte, yerlisiydi Okmeydanı’nın. Kazak yemekleri yapıp satıyordu. Bir maşrapa kımızım, biraz çiböreğim, biraz da etim vardı. Sokağın köşesindeki müzisyenler canhıraş bir şeyler çalıyordu, yaza uygun hareketli bir parça. Bir süre cuma günü ne yapacağımızı konuştuk, sonra biraz müzisyenleri çekiştirdik Dimaş’la, onları da tanıyorduk, zaten Okmeydanı’nda herkes birbirini tanır, hatta galiba bütün bütün kalabalıklığına rağmen bütün İstanbul birbirini tanır, kule hariç. Gözüm tezgahın üzerindeki gazeteye takıldı, laf açmak için haberleri sordum Dimaş’a. Gökyüzünden düşen bir şey birini öldürmüş, metal olduğunu söylüyorlarmış. ********** Bir de şu intihar eden çocuk. Son üç haftadır dön dolaş bunu basıyorlar. İntiharların ne kadar nadir yaşandığını düşününce gazetelerin bu olayların üzerine atlaması anlaşılabilir bir şeydi.

Bir birinci sayfa haberiydi bu. İki fotoğraf ve üç sütun ayırmışlardı. Üç haftadır aynı fotoğraflar, yeni bir şey yok. Olay yeri fotoğrafları (bileğini kesmişti ve kan revan içindeydi her yer), ölü traşından bir kare, cenaze, yaslı tanıdıklar. Tolga düştü aklıma.

Fakat!.. Mezer Doğrusu!

Kuzu eti elimdeki tabağa düştü. “Dimaş versene şunu bir!” Gazeteyi uzattı genç Kazak.

Afallamış bir halde parmaklarımı yalayıp temizledim, ıslak elimi üstüme sürdüm, bir teklik attım Dimaş’ın tezgahına ve ayrıldım oradan. Ne gördüğümden emin değildim ya nereye gideceğimden emindim: merkez kütüphaneye. Burada bir milyonu aşkın kitabın arasında bir de gazetelerin dijital kopyaları bulunurdu.

Beyazıt her zamanki gibi sakindi, merkez kütüphane ise her zamanki gibi tıklım tıklım, gece gündüz hiç farketmezdi, merkez kütüphanede yer bulmak zor iştir. İşlemcilerden biri boşalana kadar tarih kitaplarının katologlarına baktım***********. Sonunda bir yere oturabildim ve Dimaş’ın tezgahında gördüğüm Tan gazetesinin ilk sayfasını yükledim ekrana. İşte o fotoğraf tekrar karşımdaydı, intihar eden çocuğun ölü traşının fotoğrafı. “Büyüt… sola kaydır… büyüt.” Büyütülmüş fotoğrafa bakakaldım. Mezer’in ışıkları karanlığını savsın!

Aynı yara izi!.. Ölünün traşlı kafasında… Aynı yerde!

Ne düşüneceğimi bilemiyordum, ışıklı caddelerden Taksim’e kadar yürüdüm, oradan Mecidiyeköy’e, oradan da Levent’e: kuleye.

Sırra Kadem I

Kulenin yüz yirminci katından sekseninci katına çıkmak pek de öyle macera sayılmaz. Birkaç asansör değiştirirsiniz o kadar. Yine de bunu her gün yaptığımı düşününce kendime bir eğlence bulmam şarttı bu yirmi dakikalık yolculuklarda. Ben de insan topluyordum. Şu geçen sarışın fıstık mesela, bahse girerim ellinci katın yukarısında oturuyordu. Aklıma yazıyordum böylece geçeni. Bunun ne işime yarayacağını bilmiyorum, fakat bir gün bir işe yarayacağına emin gibiydim.

Vakıf’dan geç çıkmıştım. Teknik ve İlerleme Vakfı. Normalde Vakıf’a çok işim düşmez, benim işim dışarılardadır. Fakat şu böceğin bacağı kaybolduğundan beri, en hayati olanlar hariç bütün operasyonları askıya aldılar neredeyse. Başkanın yerine bakan Vekilin Başkanın yerini alması ihtimali var anladığım kadarıyla, zira Başkan beş aydır ortada yok.

İlk başlarda gerçekten bir Vekilden başka bir şey değildi, son bir aydır ise bütün elemanları toplayıp elimizdeki dosyalarla ilgili raporlar çıkartmaya başladı, her şeye hakim olmaya, yeni olası görevine hazırlanmaya çalışıyor yaşlı böcek. Öf, dışarıda olmayı özledim. Herhalde kulede yaşayıp da dışarı bu kadar çıkan tek kişi benim. Tabii yanlış anlaşılmasın. Kulede yaşamaktan ve burada bulunmaktan memnunum, dışarıda o barbarlar arasında uyumaya hiç niyetim yok. Özlediğim şey sahada olmak, oradan oraya koşturmak, olay çözmek, bunu rapor hazırlamaya yeğlerim. Şimdi ise Denizli’den gelecek bir uçağı karşılamaktan başka bir şey görünmüyor önümüzdeki günlerde. Eh, hiç yoktan iyidir.

Asansör geldi. Bindim.

Bakalım yanımızda kimler var. Ooo, bir barbar, toplamaya değmez, bugün var yarın yok. Fakat bu kadar yüksekte ne işi var? Neyse, bir daha görürsem toplarım. Bunu hep görüyorum, katlar arasında getir götür yapan bir ulak. Ulak dediğime bakmayın, her türlü şeyi servis eder bunlar. Değersiz. Bu kadını ise daha önceden toplamıştım. Kırk beşinci kat civarında yaşadığından neredeyse eminim, zira ellinci katı aşmış birinin mağrurluğu var üzerinde, fakat daha yukarılara çıkmış birinin *********. Bu oyunun en kötü tarafı zaman geçtikçe toplayacak kişilerin azalması, erişimimin olduğu katlarda yaşayan hemen herkesi topladım. Belki de artık kulede en azından şöyle bir on kat yükselme zamanı gelmiştir.

Yüzüncü kata geldik. Karşı yüzeye doğru yürümeye başladım sekseninci kata çıkan asansöre binmek için, en tenha asansörler burada, kuzey yüzünde bulunur. Maznarası daha kötüdür fakat tenha işte. Üstelik manzarayı kim ne yapsın. Koridorlar katları çepeçevre dolanıyor, koridorların içinde kalan yaşam alanlarının ise, doğal olarak, hiç penceresi yok. Bazen bunun mimari bir aptallık olup olmadığını düşünüyorum, fakat dediğim gibi manzarayı kim ne yapsın. **********


Tam uyuyordum ki telefon çaldı. Açtım. ***********

“Seni bu saatte buraya çağırdığım için bağışla, fakat bu konuşmamızın ne kadar az tanığı olursa o kadar iyi ve Vakıf’tan başka toplanacak güvenli bir yer de bilmiyorum. Lafı fazla uzatmayacağım, Başkanımız Maruf’un kaybolduğunu tabii ki biliyorsundur?”

Tabii ki biliyorum seni yaşlı osuruk, fakat sen böyle ilk ismiyle hitap edince ne dememi bekliyorsun. 'Bağışla’ymış, sanki buna aldırmamaktan başka bir şey yapma şansım varmış gibi.

“Bay Maruf Devcin’in bir süredir ortada olmayışıyla ilgili dedikoduları duydum efendim.”

“Eh, duyduğun dedikodular tamamen doğru. Bilmediğin şey ise şu, Maruf kaybolurken yanında vakfa ait bir şeyi de götürdü. Onu bulmak da sana düşüyor.”

“Bu şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?”

“El yazması bir kitap arıyorsun… Sarı, yıpranmış bir kitap. Üzerinde el yazısıyla şöyle yazıyor: ‘itiraflarım’. Bu görevi tamamen sessiz bir şekilde halledeceksin, ne yaparsan yap gürültü çıkarma, hiçbir göz Vakfın üzerine dönmesin.”

Bunun bir angarya mı, yoksa iyi bir fırsat mı olduğundan emin olamadan dinliyorum yaşlı osuruğu. Angarya olabilirdi, zira bu kitap her neyse, eğer bu kadar önemliyse ellerinde bir sürü kopyası olmalıydı. Öte yandan bir fırsattı da, sonuçta kayıp bir Başkanın peşine salmışlardı beni, o on katı yükselmek için bir bilet koyabilirdi cebime.

Fakat dışarı çıkıp koşturmamı gerektiriyordu muhtemelen ki en azından eğlenmek için iyi bir fırsat olduğu kesindi. Dosyalarla boğuşmaktan biraz uzaklaşabilirdim böylece.

“Bilmem gereken başka bir şey var mı?”

“Var! Okuma!”

Tam odadan çıkıyordum ki beni durdurdu.

“Dur… Oku! Zaten muhtemelen okuyacaksındır, sen inatçı ve saygısız bir adamsın, bu özelliklerin seni acımasız kılıyor, bu göreve seni seçiş sebeplerimizden biri de zaten bu… Kuyunun derinliğini öğrenmek istiyorsan oku. Tavsiyem odur ki okuma. Hem okuduğun durumda sana gelecekte ne yapabileceğimizden emin değilim, sen çok fazla şey bilen bir elemanımızsın, fakat bu kitap senin için bile fazla yoğun bir kitap.”

“Bu okumam ya da okumamam gereken kitabın içeriği nedir efendim?”

“O elimizdeki tek orijinal tarih yazması. Geçmişimize dair bütün bilgimizin kaynağı bu kitap.”

araya girmeye çekinmeyin.

Bu Gece Bütün Izdıraplar Benden II

Kule beni hep büyülemiştir. Ebatıyla ilgili bir şey sanırım. Ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda kendimi hep kuleye bakarken bulurdum, yirminci yüzyıldan kalma metruk bir apartmanın terasına çıkar ve kuleyi izlerdim. Etrafındaki devasa gökdelenleri gettolaştırarak yirmi yıl önce bitmişti kulenin inşaatı, ben daha yeni yetmeyken. Yüz elli yıl sürmüş inşaat, eksaminin ilk kullanılmaya başlandığı yıllardan hemen sonra başlamış yapımı. Hemen hemen tepesi olmayan bir piramit gibiydi kule. Zemini neredeyse bir zamanlar Gültepe olan yerin hepsini kaplıyordu. O kadar devasaydı ki pencerelerinin ışıkları nokta gibi görünüyordu. Yüzeyi kaplayan bir sürü sarı nokta. Görebildiğim kadarıyla dört bir yanına yerleştirilmiş asansörlerin hiçbiri üç yüz katın hepsini birden tırmanmıyordu. Birinden inip diğerine binmeni gerektiren bir asansör labirenti gibi olsa gerekti en tepeye kadar çıkmak. Fakat şimdi her şey o tuhaf yara izi gibi geliyor, yukarı doğru otuz derece açıyla tırmanan asansör sanki Tolga’nın kafasında küçük bir yara açıyor tırmandığı on kat boyunca.

Bu yara izinin anlamı neydi? Neden diğer çocukta da aynısı vardı? Düzgün bir yara iziydi. Mezer’den önce, hatta galiba sonra da bir süre devam etmiş, doktorlar hastaları kesip biçermiş, kesip biçerken de böyle yaralar oluşabiliyormuş, adına cerrahi diyorlar. Böyle bir şeyin bu çağda olması mümkün mü ki? Hem niye?

Terasta yere uzandım ve kendimi gece gökyüzünün o parlak griliğinin seyrine verdim. Zemin soğuk. Yukarılarda leylekler uçuyor.

Böyle arkaik bir ameliyatın yapılabileceği hiçbir yer bilmiyorum. Doktor tanıdıklarım var, bildiğim kadarıyla eski yöntemleri tıp tarihi dersinde anlatıyorlar o kadar. Herhangi bir uygulama yok. Ya bir ameliyat değilse? Sıradışı başka bir şey işte, bilemiyorum, bir tesadüf. Mezer’in Her Şey Bedeni, tesadüf diye bir şey var mı ki? Bilmediğimiz şeyler var ama. Öyle bilmediğimiz bir şeyse?

Tolga’nın yüzünü getirmeye çalışıyorum gözümün önüne. Zamanın sisleri arasında silinmeye başlamış bile. Oysa sadece iki yıl oldu.

Derken ani bri yaz yağmuru bastırdı. Şiddetli yağıyordu. Terastaki kulübeye sığındım, sığınana kadar da sırılsıklam oldum. Saçlarımdan gözlerime, ağzıma su damlaları akıyordu. İri yağmur damlaları tepemde çatıyı dövüyordu. Mintanımın kuru içini çevirip yüzümü sildim. Nemliydi hâlâ.

O düzgün, kısa yara izi içimi kemiriyordu ve ne düşüneceğimi de bilemiyordum. Elimde olayı tutup irdeleyebilecek hiçbir veri yoktu. Mesela bunu vakfın işlemcilerinde aratayım desem, aratmaya nereden başlayabilirdim ki?

Bir kedi girdi kulübeye, alt katlardan gelmişti. Beni görünce şaşırdı, bir süre olduğu yerde dikildi sonra bir köşeye geçip, yerdeki paçavraları düzeltip kuruldu üstüne. “Burada ne yapıyorsun, gece?” dedi kedilere has o tuhaf, boğuk boğumlamayla. “Bilmiyorum, kayboldum,” dedim. “Bilmiyorsan, acıtıyorsa bu öğren, kaybolduysan evini bul,” dedi, kedi işte, totolojiye bayılırlar. Fakat derin bir şeyler de vardı söylediklerinde. Hep olur. Bir şey demeden, selam verip kalktım oradan, on katı inip sokağa, yağmurun alnına çıktım, aklımda yara izi. Yaz yağmuru çabuk geçer, eve varmadan kesildi.

Eve döndüğümde de aynı hâl devam etti. Uyuyamadım. Aklımda hep yara izi, bir o yana bir bu yana döndüm. Gözümü kapattığımda kel bir kafadaki çizgi gibi yarayı görüyordum parlak mor renklerde, sonra kırmızı, sonra kararıp yokoluyordu ve gözümü açıp da bir ışık kaynağı görünce tekrar beliriyordu gözümü kapatınca, mor kırmızı, turkuaz. Güç bela uykuya daldım ve kabuslar başladı. Tolga vardı ilk kabusta, ama Tolga Tolga değildi, Tolga bendi. Ama ben gibi ben değildi, kendisiydi, Tolga’ydı. Neyse rüyaların nasıl olduğunu bilirsiniz işte.

Tolga, yani ben kalabalık bir yerdeydim. Yo hayır, önce uzun bir koridordaydım. Koridor renkli aydınlatılmıştı, rengarenk. Sonra bu renkler giderek kırmızılaştı ve kırmızı da beyaza döndü biz ilerlerken. Geniş bir yere açıldı. Boş beyaz bir yer. İçerisi kalabalıktı. Birileri kollarıma girip beni ortalara kadar götürdü. Kalabalık ağlayıp dövünüyor, Tolga’ya yani bana dokunuyordu yanlarından geçerken. Her yerden eller uzanıyordu. Herkesi tanıyor gibiydim, ama uyanınca kimsenin kim olduğunu hatırlayamadım. Her yerden eller uzanıyor ve bana dokunmaya çalışıyorlardı. Sonra biri kıyafetimden bir parça kopardı. Sonra biri daha. Ve üzerimdekileri paramparça etmeye başladılar. Koştum, o yerin sonu bizim evmiş, eve sığındım. İçerideki odaya girdim, Tolga’nın intihar ettiği odaya. Kapıyı kilitleyip yatağın üzerine tünedim. Fakat duvarlarda yüzler belirmeye başladı Tolga’nın anlattığı gibi. Deminki kalabalıktaki yüzler. Sonra sanki duvar esnek bir maddedenmiş gibi kafalarını içeri doğru uzatmaya başladılar. Ürküyordum, ama yapacak bir şey de bulamıyordum. Tekrar tekrar aynı şeyi söylüyorlardı bir yandan da. Ne yapsam da ne söylediklerini hatırlayamıyorum. Ama hepsi aynı şeyi söylüyordu ve tekrar tekrar söylüyordu. Derken bir tanesi esnek duvarlardan içeri düştü. Sanki duvar onu doğurmuş gibi. Üzerinde hâlâ duvarın yapış yapış parçaları vardı. Sonra başkaları da girdi, başkaları da. Bir süre yeni doğmuş bir bebek gibi yerde yatıyorlardı. Sonra ayağa kalkıyor ve diğer yerde yatanların üzerindeki yapış yapış duvar parçalarını yalayarak temizliyorlardı. Sonra bize, yani Tolga’ya yöneldiler. Geri çekildim iyice. Ama artık kaçabileceğim bir yer kalmamıştı. Benim dokunduğum duvar sertti. Kaçamazdım. Sürekli konuşuyorlardı. Artık farklı farklı şeyler söylemeye başlamışlardı. Ne söylediklerini anlamyordum ama bu söyledikleri kulağımdan başlayarak değdiği her yeri acıtıyordu. Elleri tekrar uzanmaya başladı bana doğru, yani Tolga’ya doğru. Önce sadece dokuyorlardı, sonra etimi koparmaya başladılar. Yıllar sürdü bu. Yıllar boyunca minicik parçalar halinde etimi kopardılar. Yaşattığı acıyı nasıl tarif etsem. Ani ve yüksek bir acı değildi, fakat bu acı bir yaşam biçimi haline gelmişti, acı bizim bütün benliğimizdi. Her yer kandı ve kan beyaz duvardan aşağı yavaş yavaş süzülüyordu. Bağırarak uyandım, daha doğrusu uyandığımı sandım. Oysa sadece yeni bir kabus başlamıştı, ya da belki de sadece bir rüya.

Bu sefer ben sadece bendim. Yatağımda uyanmışım, içeriden sesler geliyor, içeri gidiyorum, Tolga’nın odasına doğru. Tolga’nın intihar ettiği günkü manzara. Odanın içinde bir başka ben komiserle konuşuyor, hem benim o gün komiserle konuştuklarıma benziyordu bunlar, hem de anlaşılmaz rabarbalara. Geri dönüp yatağıma yattım ama ev meğer Tolga’nın kabriymiş. Doğrudan Tolga’nın kabrinin üzerinde mi yaşıyorum, yoksa Tolga’nın kabri evin altındamıymış emin değilim. Ama kabrin üzerinde uyuyorum, kabrin üzerinde yiyorum, kabrin üzerinde pisliyorum. O sırada Tolga’nın kabri de çoğalıyor. İkiye bölünüp iki kabir oluyor. Kabrin bölünüp iki kabir olduğunu görünce geri dönüp bakıyorum, daha bir sürü kabri var Tolga’nın. Dizi dizi uzanıyorlar geriye doğru.

Orijinal kabrin üzerine çıkıyorum tekrar. Dimaş geliyor ve tezgahını açıyor kabrin üzerine. Et veriyor bana yiyorum. O sırada Tolga’nın kabri konuşuyor, “ölmedim ben, yaşıyorum,” diyor. Sağıma bakıyorum Tolga geliyor o taraftan, elinde bir kutu. “Gerçek mi bu Tolga? Yaşıyor musun gerçekten de?” diyorum.

“Evet. Ben dün de yaşadım. Bugün de yaşıyorum. Yarın da yaşayacağım. Ben hep varım.”

“Öyleyse mezardaki kim? Kafandaki o kesik de ne?”

“Bak, sana seni getirdim.”

Elindeki kutuyu uzatıyor bana. Alıyorum. Kutunun üzerinde bir delik. Delikten içeri bakıyorum, içeriden doğru soğuk vuruyor yüzüme. Kutunun içinde bir oda var. Odanın içinde de ben. Beşe kadar sayıyorum durmadan odanın içinde. Oda soğuk. Bir. İki. Üç. Dört. Beş. Beşe gelince rahatlıyorum. “Kendine git,” diyor Tolga. “Beni boş ver.”

Kutuyu alıp koşturmaya başlıyorum birden. Üstüm başım çamur içinde. Sonra yağmur başlıyor birden, üzerimdeki çamur yağmur suyuna karışıyor. O kadar çok yağıyor ki sel oluyor önce, sonra tufan. Kutuyu kaybediyorum ve tufana kapılıp sürüklenmeye başlıyorum.

Sonra bir sürü görüntü hızla geçiyor. Traşlı kafalarda kesikler hatırlıyorum, kesiklerin içinden eksamin akıyordu.

Sonra bir yelkenlideymişim, usta bir kaptanmışım, kutuyu arıyormuşum, ama aramama gerek yokmuş çünkü zaten kutunun içindeymişim. Kutunun içindeki odada olduğumu farkedince rahatlıyorum ve saymaya başlıyorum. Bir. İki. Üç. Dört. Beş. Beşe gelince rahatlıyorum.

Uyandığımda gözlerimde yaşlar vardı, sonra bir daha uyuyamadım. O anda tek istediğim biraz müzikti, ama bando tutup evin içine sokacak halim yok, zaten istesem de o saatte kimseyi bulamazdım ve ben de müzik aleti çalmayı bilmiyorum. O yüzden böyle, aynen şimdi olduğu gibi sessizlikte uykuyu beklemeye koyuldum yatağın içinde. Fakat o uyku gelmeyecekti, onun yerine saplantılı bir fikir.

Sabah olduğunda ne yapacağımı biliyordum, sabah yapılamayacak bir şey: Tolga’nın kabrini açacaktım. Bu düşünce bıçak gibi saplanmıştı aklıma, ben de geceyi beklemeye koyuldum.

Deli Divanı I

Acıktım. Acıkınca bombadan yedim. Bombanın tadı yavan. Ama başka yiyecek bir şeyim yok.

Ben ölü canlara hayatı götürenim ama bomba her şeyi yoketmiş. Bu boşlukta nereye gideyim. Bu ölü canlar arasında hangi canı tutup da dirilteyim. Aşağı doğru gideyim en iyisi. Eski günlerin şatafatına doğru. Belki bombadan başka yiyecek bir şey bulurum.

Peki ya elimdeki kan?

Bombanın çizdiği çizginin üzerine sürsem elimi silinir mi ki bu kan? Çizgi. Çizgi. Çizgi. Çizgi. Çizgi. ÇİZGİ! Bombanın üzeri hep çizgi çizgi.

Ne kadar çok çizgi. Ne büyük aptallık. Bombanın çizdiği çizgi.

Çizgiyi takip etsem ucunu bulabilir miyim ki? Aptal! Aptal! Aptal! Seni aptal! Çizginin ucu belli. Hep unutuyorsun aptal!

Bak işte burada çizgi. Eski günlerin şatafatından da geçiyor her yerden de geçiyor. Geçmediği yer kalmamış. Bütün ölü canlar üstlerine giyiyor. Çizgiyi yiyip çizgiyi pisliyorlar.

Mezar!.. MEZAR! MEZAR! Mezarlardan geçmiş hep çizgi.

Dolanık. Dolanık. Mezara dokununca kabir çatlıyor.

Dolanık.

Dolanık.

Dolanık.

Dolanık.

Dolanık.

Dolanık.

Mezara dokununca kabir çatlıyor.

Bomba mezarları niye yoketmedi? Ölü canlar içine girebilsin diye şüphesiz.

Şüphe-siz mi? Ne kadar kurnazca:

Şüphe-siz.

Mezer mi geldi? Şüphe-siz.

Bomba mı patladı? Şüphe-siz.

Kurban mı oldu? Şüphe-siz.

Şüphe… Müphem… Kaknem… Devir… Devir… Devir…

Bir anlamı olmalı bütün bunların.

İşte eski günlerin şatafatı. Geldik. Bir anlamı olmalı bombanın. Bombadan başka yiyecek bir şey istesek çizgiden başka bir şey verirler mi ki?

Ne kadar çok ölü can toplanmış. Eski günlerin şatafatı hep böyle. Bomba eski günlerin şatafatını niye yıkmamış?

Yıkmamış yıkmamış ama üzerinden çizgi geçirmiş.

Ne kesin çizgi. Ne büyük aptallık. Daha ne kadar mahkum buraya bu ölü canlar? Mezer ne zaman inecek dünyaya?

Bombayı yesem iyice yesem biter mi bomba? Silinir mi çizgi?

Bombanın tadı yavan. Ama yerim bitecekse çizgi. Bir de çok açsam yerim. Yiyecek bir şey istesek bombadan başka bir şey…

Ölü can bana yemek verdi. Döner verdi. Su verdi. Sen de el ver bana Mezer. EL VER BANA!

Ne kadar çok ölü can toplanmış yine. Mezer bu ne büyük mahkumiyet. Ne güzel eski günlerin şatafatı. Ne kadar çok ölü can var içinde. Sanki ölü değillermiş gibi yapıyorlar. Sanki bomba yokmuş gibi. Sanki çizgi yokmuş gibi. Ah Mezer niye iki ucun var senin? Döner güzel. Bombadan güzel. Döner yavan değil. Yanında su içince hiç yavan değil. Su güzel.

Bu sudan da geçiyor mu çizgi? Aptal! Aptal! Ucunu biliyorsun çizginin. Hiç sudan geçer mi çizgi? Su su. Rahatladım. Su su. Su su. Rahatladım güneş güneş. Su su. Güneş sıcak çok sıcak. Kışın kötüydü. Kar kötüydü. Parkta hep üzerime yağdı. Ama güneş de sıcak. Bomba güneşe giden yolu kapadı.

Ne büyük aptallık. Ne kahramanca. Eski günlerin şatafatında ne çok ışık. Işıktan geçti mi çizgi? Hangi ışık? Bodofer mi Bafer mi? Hayır lambaları diyorum. Geçti. Bomba her şeyi yoketti.

Bunca lamba karanlık olduğunu gizlemek için sadece. Karanlık değilmiş gibi yapmak için.

Mezer bana el ver seni ışıklarla delik delik kara kahpe. Bana el ver Mezer. Çizgiyi ta ki bir uç bulana kadar takip edeyim.

Yok yok. Ucunu değil. Aptal değilim ben. Ucu belli. Son ucunu son ucunu.

Ne dersiniz, bunu burada yayınlamaya devam edeyim mi?