[Bu üzerinde çalıştığım bir roman. Aralarda boşluklar, eksikler var. Belki hepsini burada yayınlarım, henüz emin değilim. İşte ilk bölümü]
Bu Gece Bütün Izdıraplar Benden I
“Siz?”
“Ev arkadaşıyım… dım. Ev arkadaşıydım.”
“Son zamanlarda kendisinde olağandışı bir şeyler gözlemlemiş miydiniz?”
“Nasıl olağandışı?”
“Beklemediğiniz tavırlar? Ani gelişen bir şey?”
“Yo hayır, ruh hali berbattı, ama bu çöküşü çok yavaş oldu.”
Ben konuştukça komiser küçük cep defterine sürekli not alıyordu, nedense bu sinirlerime dokundu. Üzerinde hâlâ yağmurda ıslanmış trençkotu vardı, nereden aklımda kalmış bilmiyorum. Sıkış tepiş bir odaya doluşmuş durumdayız. Süreki soru soruyor.
“Ne zamandır bu ‘çöküş’ halindeydi?”
“Yaklaşık iki yıldır.”
“Bu iki yıl içinde hiç profesyonel destek aldı mı?”
“Ne gibi bir profesyonel destek?”
“Rahiplere baş vurdunuz mu demek istiyorum.”
“Yo, hayır. Çok inançlı biri değildi. Ben gidelim istedim, ama kabul ettiremedim. Aslında inatçı değildir, ama bunalımları esnasında… Nasıl desem? Bir şey yapamıyordu… Herhangi bir şey.”
“Nasıl yani hiç mi bir şey yapmıyordu?”
Adam üç sayfayı doldurmuştu ve hâlâ not almaya devam ediyordu. Dolmakalemi akıtıyor olsa gerek, gömleğinin cebinde mürekkep lekesi görünüyordu. Defterin ise karton bir kapağı vardı, işlenmemiş kartondan bir kapak, sıradan bir defter ve bütün bu sıradanlığıyla, doldukça gözümde büyüyordu. Bunalmıştım herhalde, zihnim oyalanacak bir şeyler arıyordu belki de.
“Yani işe gidip geliyordu tabii. Krizler yaşıyordu dönem dönem. Bu krizlerin vurduğu zamanların öncesi ve sonrasında, uzun bir dönem boyunca neredeyse işlevsizdi, hayaller görüyordu. Nasıl anlatayım? Gerçekten ayırılamayacak kadar gerçek hayaller. Ama rüyadaymış gibi şeyler, tuhaf imkansız şeyler.”
“Mesela?”
“Duvarlardan yüzlerin çıktığını söylüyordu. Birilerinin onla konuştuğunu falan.”
“Otuz üç yaşındaydı?”
“Evet… İkimiz de 2215 doğumluyuz… Çocukluğumuzdan beri arkadaştık.”
“Ne güzel. Ne güzel. Demek ki otuz bir yaşından beri bu haldeydi?”
“Evet… Aşamalı olarak.”
“Eksaminle arası nasıldı?”
“Yani kullanıyordu ama o iki yıl içinde kullanmayı da yavaş yavaş bıraktı. Dediğim gibi berbat bir ruh hali vardı.”
“Eh, Eksamini de bırakmışsa berbat bir ruh hali olması normal, ne derler bilirsiniz…”
Savcı gelince sözünü tamamlama gereği duymadan beni bıraktı, fakat çok geçmeden kısa bir an için döndü, “Bir süre şehirden ayrılmayın, size ihtiyacımız olabilir.”
'Bir süre şehirden ayrılma’ymış, sanki ayrılmam mümkünmüş gibi. Beş kuruşum yok. Tolga’nın babaannesinden kalan bu ev de olmasa yatacak yerim de yok. Üstelik şimdi Tolga da öldü, tek umudum sürpriz bir mirasçının ortaya çıkıp evi elimden almaması.
Savcı Tolga’nın üzerine eğildi, komiser detayları anlatıyor. Pek öyle bir detay yok zaten, olanlar da şunlar: Odanın kapısı içeriden kilitli, kapıda zorlama belirtisi yok, silah elinde, kurşun kalbinde, yakın mesafeden ateş edilmiş, parmağında barut izi var. Temizliğe gelen kadın bulmuş, Alinçuk, beş yıldır temizliğimizi o yapar, Tolga’nın odasını temizlemek için kapıyı vurmuş, oda hiç kilitlenmediği için merak edip anahtar deliğinden bakmış. Manzara fena tabi.
Açıkça bir intihar, komiser böyle düşünüyor, ben de aynı fikirdeyim ama tabii benim fikrimin bir önemi yok, muhtemelen savcı da aynı fikirde, onun fikrinin bir önemi var. Güzel kadın doğrusu şu savcı. İnsanı harap edecek kadar güzel. Kendine gel, ev arkadaşın gözünün önünde ölü yatıyor, dahası yarının belirsiz. Zavallı Tolga, eli kadın eline değmeden öldü.
Savcı gerçekten de aynı fikirdeymiş. Daha Tolga’yı toprağa vermeden dava kapandı, yani ölü traşıyla toprağa veriş arası on gün olduğuna göre on günden kısa sürmüş bu kararı alışı. Tolga’nın ölü traşına ben katıldım, Mezmer El Verdi de Tolga’nın başka bir tanıdığı, akrabası çıkmadı ortaya, yani ev hâlâ benim. Sıradan bir ölü traşıydı, tanığı bendim, vücudundaki bütün kılları aldılar. İnsan öldükten sonra kılları ve tırnakları bir ay daha uzamaya devam eder, traş ölümün ertesi günü yapılır, traştan sonra çıkan bu kıllara ölünün bilgeliğinin kılları denir ve bu kılların yeryüzündeki dünyayı da görmesi için on gün gün boyunca penceresi kıra bakan soğuk bir odada bekletilir mefta. Fakat bunları niye anlattım şimdi durduk yere? Sıradan bir ölü traşıydı işte. Can dostum göğsünde bir gülle yatıyordu.
Kıllardan arınınca diğer yaraları da görünür olmuştu. Bisiklet kazası yaptığında çenesinde açılan yaranın izi mesela. Fakat bir de kafasında bir iz vardı ki bu tuhaftı işte. Kafasında açılan bir yaradan hiç bahsetmemişti bana. Bisiklet yarasını ve apandisit yarasını bildiğim düşünülürse tuhaftı gerçekten de. Düzgün, küçük bir iz. Mezmer Doğrusu, tuhaf şey.
Gelenek olduğu üzere on gün bekledi bilgelik kılları çıkana kadar Kilyos’ta bir uçurumun kenarındaki soğukhanede. O süre benim için çok kötü geçti. Toprağa verilirken birkaç arkadaşımız ve mezarcılardan başka kimse yoktu. Yalnızlığımıza sevinsem mi, Tolga’nın akrabaları çıkıp da evi elimden almadı diye sevinsem mi bilemedim. İlk başlarda çok kötüydü halim, koca evde ne yana gideceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. Sanki birden on kat genişlemişti ev. Doğrusu Tolga’nın son iki yıldaki bunalımını düşününce bir ferahlama da gelmedi değil, fakat bu yalnızlığımı ve galiba acımı bastırmaya yetmiyordu.
Arada sırada dışarı çıktım, bahar gelince para kazanmak için yaptığım ufak tefek şeyleri yapmayı sürdürdüm afallamış bir halde, bostanlardaki hasatta mevsimlik işçi olarak çalışmak, bisiklet montajı gibi şeyler. Sonra geçti. Ölüm ne kadar kolay unutuluyor. Yaza doğru iş buldum, Tarih Vakfı’nda, madem öyle deyip sonbahar gelince de Tarih okuluna girdim, otuz yaşımdan sonra yüksek okula dönüş çok hoş bir his değildi, fakat alıştım ve ağır bir koşuşturmacaya başladım, sersemliğim çoktan geçmişti, tarih okumak giderek daha çok hoşuma gitti. Tolga’yı iyiden iyiye unutmuştum.
İki yıl böyle geçti. Tarih Vakfı’nda mühendislik geçmişimden dolayı işlemcilerin bakımından sorumluydum, daha sonra, mezun olunca, araştırmaya geçecektim herhalde. Doğrusu, bu çok da öyle farketmezdi. Yaptığım işten memnundum. Ömrüm böyle geçti sanırım, halinden memnun biriydim ben.
Derken o gün geldi.
Dimaş’ın yerindeydim. Ailesi iki yüzyıl önce Türkiye’ye göçmüş, İstanbul’a yerleşmiş, sonra Mezer doğruların altını çizip de dünya şehir devletlere bölününce İstanbul’da kalmış ailenin bir kısmı. Kazak’dı Dimaş. Okmeydanı yetmiş nilletten halkının bir parçasıydı, meydanının bütün hengamesinin ortasında bir de onun tezgahı vardı işte, yerlisiydi Okmeydanı’nın. Kazak yemekleri yapıp satıyordu. Bir maşrapa kımızım, biraz çiböreğim, biraz da etim vardı. Sokağın köşesindeki müzisyenler canhıraş bir şeyler çalıyordu, yaza uygun hareketli bir parça. Bir süre cuma günü ne yapacağımızı konuştuk, sonra biraz müzisyenleri çekiştirdik Dimaş’la, onları da tanıyorduk, zaten Okmeydanı’nda herkes birbirini tanır, hatta galiba bütün bütün kalabalıklığına rağmen bütün İstanbul birbirini tanır, kule hariç. Gözüm tezgahın üzerindeki gazeteye takıldı, laf açmak için haberleri sordum Dimaş’a. Gökyüzünden düşen bir şey birini öldürmüş, metal olduğunu söylüyorlarmış. ********** Bir de şu intihar eden çocuk. Son üç haftadır dön dolaş bunu basıyorlar. İntiharların ne kadar nadir yaşandığını düşününce gazetelerin bu olayların üzerine atlaması anlaşılabilir bir şeydi.
Bir birinci sayfa haberiydi bu. İki fotoğraf ve üç sütun ayırmışlardı. Üç haftadır aynı fotoğraflar, yeni bir şey yok. Olay yeri fotoğrafları (bileğini kesmişti ve kan revan içindeydi her yer), ölü traşından bir kare, cenaze, yaslı tanıdıklar. Tolga düştü aklıma.
Fakat!.. Mezer Doğrusu!
Kuzu eti elimdeki tabağa düştü. “Dimaş versene şunu bir!” Gazeteyi uzattı genç Kazak.
Afallamış bir halde parmaklarımı yalayıp temizledim, ıslak elimi üstüme sürdüm, bir teklik attım Dimaş’ın tezgahına ve ayrıldım oradan. Ne gördüğümden emin değildim ya nereye gideceğimden emindim: merkez kütüphaneye. Burada bir milyonu aşkın kitabın arasında bir de gazetelerin dijital kopyaları bulunurdu.
Beyazıt her zamanki gibi sakindi, merkez kütüphane ise her zamanki gibi tıklım tıklım, gece gündüz hiç farketmezdi, merkez kütüphanede yer bulmak zor iştir. İşlemcilerden biri boşalana kadar tarih kitaplarının katologlarına baktım***********. Sonunda bir yere oturabildim ve Dimaş’ın tezgahında gördüğüm Tan gazetesinin ilk sayfasını yükledim ekrana. İşte o fotoğraf tekrar karşımdaydı, intihar eden çocuğun ölü traşının fotoğrafı. “Büyüt… sola kaydır… büyüt.” Büyütülmüş fotoğrafa bakakaldım. Mezer’in ışıkları karanlığını savsın!
Aynı yara izi!.. Ölünün traşlı kafasında… Aynı yerde!
Ne düşüneceğimi bilemiyordum, ışıklı caddelerden Taksim’e kadar yürüdüm, oradan Mecidiyeköy’e, oradan da Levent’e: kuleye.