Bu Ruhun Sesi Yok

Bu öykü, 1. Kolibandı Öykü Yarışması kazananı olmuştur. :slight_smile: Keyifle okuyunuz ve dinleyiniz.

BU RUHUN SESİ YOK

“Bu ruhun evi yok, bu ruhun sesi yok,” diyor bir Sırp şarkıcı kulaklarımda. Dedemin favorilerindendi, şimdi benim öyle. Bir insanın yazıp bestelediği şarkıların son neslinden.

Benim neslimde ise şarkılar anlık üretiliyor. Asistanınız, sizin ruh halinizi algılayıp saniyenin küçük bir kesrinde ona göre sözler yazıyor -enstrümental isterseniz de yazmıyor- beste yapıyor ve müzik haline getiriyor. Sizin için özel olarak üretilmiş şarkıları sınırsızca dinleyebiliyorsunuz. Bir müzik oturumunu kaydedip sonra dinlemeniz mümkün ama bunu kimse yapmıyor, yeni müzikler üretmek varken. Akış, diyorlar buna, anda yaşamak.

Benim asistanım ise kişiye özel şarkıları sevmediğimi biliyor. Geçmişin paslı bellek modüllerinden nostaljik parçalar getiriyor bana. Sevmiyorum çünkü benim için bir sanat eserini cazip kılan onun ardında bir insanın hissettiklerinin yatıyor olması. Sevgi, korku, hüzün ya da sevinç… Aşktan ya da yalnızlıktan içi dolmuş, oturmuş şarkı yazmış. Değerli olan bu. Yoksa bir kod neyi hissedebilir ki?

“Ben çok farklıyım,” triplerini sevmem ama farklıyım. Bu havalı bir şey mi, yoksa utanç verici mi? Belki öncüyüm. Belki de bir ucubeyim. Herkes hiçbir şeye sahip değil ama mutlu. Ben ise kiralamak yerine hep onunla olmak istiyorum, düzenli olarak bir sahibe para ödemek zorunda kalmadan. İnsanlar akarken ben doldurmayı seviyorum. Kulağımda çalan piyanoyu ya da duyduğum sözleri bir başkasının daha önce dinlemiş olmasını seviyorum. Başkalarıyla ya da dedemle ortak bir duyu verisi paylaşmayı seviyorum; görüntü, ses, dokunuş. “Acaba bu sözleri dinlerken kalbinden neler geçti?” diye sormayı seviyorum. Ondan kalan çalışmayan dizüstü bilgisayarın pürüzsüz yüzeyine dokunuyorum ve makinelerin düşünebileceğinin yeni yeni anlaşıldığı zamanlarda yaşamayı hayal ediyorum.

Akıllı koltuğuma uzanıyorum. Vücudumun rahatlığını, kan basıncını, nabzımı ve tansiyonumu her an ölçüyor. Bedenime nüfuz ediyor görünür dışı tayfa düşen ışıklarla. Gözlerimi kapatıyorum. Beynimin derinliklerindeki minik devre parçası, doğru sinyalleri gönderiyor, şarkı başa sarıyor ve ben piyanolu bir girişten sonra Teya Dora’nın sesini duymaya devam ediyorum.

“Kimse ruhumu istemiyor,” diyor.

Ruh… Eski yapıtlara sığınıp aradığım cevher. Bugünlerde herkes birbirini çokça övüyor. Sırıtırcasına gülümsüyorlar. Yolda yürürken etrafa sebepsiz bir nefretle baktığımız, benzinli araçların pedal ile direksiyona muhtaç bir şekilde yürüdüğü ve trafikteki en küçük ihtilafın kavgaya dönüştüğü zamanlardan daha mı iyidir, bilmem zira ben o yılları görmedim, dedem anlattı. Fakat muhataplarımın her lafıma “Harika bir fikir, Doruk! Bu argüman zeki, ironik ve laf sokan yanını ortaya sunuyor.” diye yorum yapması yerine dayak yemeyi ve kaşımın patlamasını tercih ederdim. Acı, en azından gerçektir.

Herkes yapay zekânın insana benzemesine odaklandı. İnsanların yapay zekâya benzeyeceğini hiç fark etmediler. Her söz bir dil modelinden çıkmakta şimdi. İnsanlar beyindeki minik devre ile asistanlarına bağlanarak konuşuyor, gerçi kendileri konuşsa ne olacak da? Özgün bir üslup mu ortaya çıkacak? YZ farklı karakterlere bürünebiliyor ama o karakterlerin asılları yok oldu. Şarkıcı, sanki geleceği görmüş. Bugün hiçbir ruhun sesi yok.

İnsanların makineleşmesine gelişme diyorlar. Nazım Hikmet de makineleşmek istemişti ama kastettiğinin bu olduğunu hiç sanmıyorum. Aramızda iki asır olan şairin adını herkes biliyor ama şiirlerini okuyan var mı? Ne gezer? Kitap bile okumuyorlar. Nasılsa asistan bilmeleri gerekeni çıkarıp özetliyor. Bir muhabbette, bir kült filmden konu açıldığında mesela, karşıdaki filmi hiç izlememiş olsa da düşünerek asistanına filmle ilgili yorumları özetletiyor ve sırıtarak “İzlemiştim! Son derece kaliteli bir film, Mert. Film zevkinin üst düzey olduğunu bu seçiminle ortaya koydun.” deyip replikleri ve filmin konusunu kitap gibi anlatıyor fakat izlememiş. İstese asistan o filmi beyninin içinde cüzi bir kiralama ücreti karşılığında oynatmaya başlar ve gözlerini kapatıp sinemadaymış gibi seyredebilir ama önemli olan muhabbette boy göstermek, yoksa filmden zevk almak değil. Yaşama uzanan olanaklar var ama yaşam yok. Yaşamın ucuz bir taklidi var.

İşte, böyle bir deliliğin ortasında kaldım ve ben de dedemden otuz yıl kadar evvel doğmuş Murat Menteş gibi “şeyhim,” demek istiyorum, “kainata alışamadım.”

Kaan Boşnak’ın sesi tercüme ediyor ruhumu şimdi. Ben de acaba asistanlarımız, eski yüzyılların şeyhleri yerine geçer mi diye düşünüyorum. Mürit gibi takıldık ya peşlerine, “gassalın önündeki meyyit” gibi teslim olduk.

Bir keresinde 1984’ü sesli kitap olarak dinliyordum. “Sen insansan, Winston, son insansın,” dediğinde gözlerim doldu. “Senin soyun tükendi, yerini biz aldık.” Ağlamaya başladım. “Bir başına olduğunun farkında mısın? Sen tarihin dışındasın, yoksun”. Hıçkırıklarım çığlığa dönüşmesin diye ağzımı sıkıca tuttum. Asistan kitabı durdurup iyi olup olmadığımı sorunca da ağız dolusu küfür ettim. Bu cümleler içimde hep hissettiğim ama düşünmek istemediğim bir yere, bam telime dokunuyordu.

Eski moda yaşamakta ısrar eden ben, tarihin dışında mı kalmıştım gerçekten? Soyum mu tükenmişti? Son insan mıydım?

Aslında değilim. Bu, aşırı duygusal bir tavır olur. Beynine asistan taktıran çoğunluğun yanında yapay zekâya tamamen karşı olan bir kitle de var. Onlar da insaniyetini koruyor, diyebilirim. En azından üç beş kalıpla konuşmuyorlar. Fakat onlara da katılmıyorum çünkü dünyaya tamamen sırt çeviriyor ve bilerek, isteyerek zamanın gerisinde yaşıyorlar. Bilim üretmiyor, sanat deneyimlemiyor -evet, geçmişte yapılanları da- ve hayat, yiyip içip “Teknoloji ne kadar da şeytani azizim!” temalı boş muhabbetler etmekten ibaretmiş gibi yaşıyorlar.

Ne onlardanım ne de onlardan. Bu yüzden ucube diyorum kendime. Zaruret dışında dışarı çıkmayan; insan yapımı filmler, diziler, şarkı ve kitaplarla günlerini geçiren bir mizantrop… İşimi de alışverişleri de dededen kalma bu evde yaptığım için sokağa adım atışım pek nadiren oluyor. Asistana ve teknolojiye de doğru kullanıldığı sürece karşı değilim ve benim de doğrum bu.

Zihinsel zaman makinemde şarkıların keyfini çıkarırken bir çağrı sesi geliyor kulağıma.

“Alo!”

“Doruk, haberi duydun mu?” diyor uzak bir şehirde yaşayan annem.

“Yok, biliyorsun, ben haber izlem…” derken sözümü kesiyor. “O yüzden aradım. Dikkat et oğlum, Ankara’da virüsün etkilediği kişi sayısı 129’a çıkmış”

“Ne virüsü? Biyolojik mi?” diye soruyorum. “Enformatik,” diyor. “İşyerinden izin alıp asistanını birkaç gün kapat istersen.”

“Öyle bir şey olsa tatil ederlerdi,” diyorum.

İnsanoğlu, maddenin sırlarına geçmişe göre biraz daha hâkim olsa da yine de kendinden büyük felaketlerin önünde diz çökmekten kurtulmuş değil. Bazen bedensel, bazen de asistanların işleyişini bozan bilişimsel salgınlar çıkıyor. Otuz dört yaşına kadar iki biyolojik bir de enformatik epidemi gördüm. Sonuncusunda on milyon insanın asistan çipi çöp olmuştu.

Annemi sakinleştirdikten sonra görüşmeyi bitirip durumun zaman içinde nasıl geliştiğini görmek için dünün haberini açıyorum. Herhangi bir ekran açılmıyor ya da bir yere ışık yansıtmıyorum, görüntüler, gözümün önünde -esasen beynimin içinde- oynuyor.

Yirmi dört saat öncesine kadar otuz yedi vaka tespit edilmiş. Sayı henüz az fakat sonucu ağırmış. Bugüne kadar ancak 129’a çıktıysa, o kadar da bulaşıcı değildir, diye düşünüyorum. Virüs kapan asistanlar, sahibinin hafızası da dahil olmak üzere tüm bilgilerini siliyormuş. “Hem bilişimsel hem biyolojik bir salgındır bu,” diyor bir profesör doktor. Hastalar konuşmayı bile unutarak adeta bebekliğine dönüyormuş.

“Nasıl bulaştığını bilmiyoruz ve en kötüsü de bu, hastalara da soramıyoruz!”

İç çekerek haberi kapatıyorum. Durumun bu kadar ciddi olacağını tahmin etmemiştim. Virüs ağdan geliyor olabilir, gerçi öyle olsa çok daha fazla insan hastalanırdı, yine de önlem almak lazım. İşyerinin sisteminden bir haftalık izin alıyorum ve tanıdıklarıma durumu bildiriyorum. Asistanın ağ ile bağlantısını kesiyorum ve daha sonra asistanı tamamen kapatıyorum. Aynı anda tüm modern cihazlar kapanıyor ve evdeki ışıklar sönüyor.

Dış kapının yanındaki bir şalterle manuel elektrik sistemini çalıştırıyorum. Koridorun ışığını yakıp arka odaya gidiyorum. Kitap dolu raflar, 220V’luk basit bir alternatif akım ile çalışan televizyon, DVD oynatıcı, 2000’lerin ilk çeyreğinden kalmış dizüstü bilgisayar; tozlu bir kutuda yığılmış diskler ve taşınabilir bellekler karşılıyor beni.

Mutfağa gidip erzakları ve suyu kontrol ediyorum. Su bitmek üzere. Sipariş veremeyeceğim için markete kendim gitmem gerekiyor. Beni evden çıkaracak nadir zorunluluk oluştu.

Kalabalığın önünde şiir okumak üzere olan bir çocuğun heyecanıyla gökyüzünün altına giriyorum. Lacivert ve yıldızlarla dolu olması gerekirken ışık kirliliği yüzünden garip bir turuncu-gri tonundaki gökyüzü, evcimen biri değil bir açık hava tutkunuymuşum da hücreye kapatılmışım gibi içimi sıkıyor.

Çevreme bakıyorum. Bir adam önümde yürüyor. Bir kadın ise önünde otonom bebek arabasıyla geziyor, bakışlarındaki donukluktan ve havayla konuşuyor gibi durmasından anlaşıldığı üzere asistanıyla meşgul. Sokağın âdetine uymayan üçüncü kişi ise durmama sebep oluyor.

Askılı beyaz elbiseli, turuncu saçlı bir kadın kaldırımda oturmuş ve ince bir sesle mırıldanıyor. “Neden soruyorsun, nereye gideyim? İki yol var demiştin, hangisini seçeyim?”

Bu şarkıyı hiç duymadım ama eski zamanlarda yazıldığına eminim. Ruh içeren sözleri ve sanatlı bir melodisi var. Asistana sorabilseydim keşke. Kadının yüzüne bakıyorum ve başka bir şarkının sözleri geliyor aklıma.

“Sen tam benim tarzımdaki kadınsın.”

Benim gibi nostaljiye tutkun birini görmemiştim daha önce. Bu bir rüya mı, yoksa büyü mü? “My Kind of Woman”ın sözlerini zihnimden geçirmeye devam ediyorum: “Diz çöküyor ve yalvarıyorum: Lütfen, bana dünyanı gösterir misin, bebeğim?”

Yaklaşıp boğazımı temizliyorum. “Merhaba.”

Şaşkınlıktan iz olmayan bir ifadeyle bakıyor. Tilki gibi sivri bir çenesi, minik bir burnu var. Gözlerinin rengi bir bulmaca gibi, ela mı desem yoksa kahverengi mi?

Şarkısı kadar tatlı bir sesle “Devam et,” diyor.

“Ne?”

“Neden soruyorsun, nereye gideyim?” diye şarkı söylemeye başlıyor.

“Asistanım kapalı,” derken deli gibi sırıttığımı fark ediyorum. Asistanların kapalıyken bile acil durumlarda konum bilgisi yayabilmesi için düşük güç modunda çalıştığı aklıma geliyor. Şarkının bilgileri -1998’de Mavisakal diye bir Türk Rock grubunun İki Yol adlı parçası imiş- ve şarkı sözleri salt yazı olarak önüme düşüyor.

Melodisini tam olarak tutturamasam da eşlik ediyorum. “İki yol var demiştin, hangisini seçeyim?”

Önümde yürüyen adam aslında epey uzaklaşmış olmasına rağmen arkasını dönüyor ve memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle beni izliyor. Dönüp omzuma dokunuyor. “Kiminle konuşuyorsun kardeşim?”

Bu, yapay ifadelere alışık bir toplum için fazla direkt ve doğal bir sesleniş. “Onunla işte,” diyorum turuncu saçlı kadından gözlerimi ayıramadan ve şarkıya devam ediyorum.

Söyleyişim düzelirken sesim yükseliyor. Artık sırayla değil birlikte söylüyoruz. “Birden bire boşalan yolların ortasındayım. Hedefler hep çok çok kolay olmuştu.”

“Asistanının konum bilgisini özel kod ile kapattın, değil mi?” diyor adam. “Devlet kod yayınladı ya…”

“Asistanı tamamen kapattım,” diyorum.

“Kod olmadan yetmez, hâlâ ağdan konum bilgisi çeker,” diyor.

“Alo!” diyor boşluğa bakarak. Sesi yüksek. Kaşları çatık. Acil ekiplere seslenerek sokağımızın adını söylüyor.

Düetimiz bozulduğu için özür mahiyetinde turuncu saçlı kadına doğru mahcupça gülümsüyorum. El uzatıyor, tutuyorum. Yürüyoruz birlikte. Nereye? Ne önemi var? Kendimi ona bırakıyorum. Zerre korku yok içimde, dilimden de “Korkma bebeğim, hepsinin sonu aynı.” dizesi dökülüyor.

Işıklar görüyorum. Kırmızı ve mavi. Mumları yakmış olmalı çok yukarıda biri. Yaklaşan ışıklar önümde duruyor, altından uçuşan robotlar çıkıyor ve kollarımı kavrayarak beni içeriye alıyor. Kanımda hiçbir yabancı molekül gezmese de sarhoş gibiyim. Başka bir insanın “ambulans” diyeceği bu beyaz ışıklı yer benim için hiçbir anlam ifade etmiyor, sadece uhrevi bir ortam gibi hissettiriyor.

Birisi “Kimsin?” diye soruyor, tek elinde ince uzun bir nesne tutuyor, bir diğerinde ise yayvan bir beyazlık var, biri diğerinde iz bırakıyor. O izlere harf diyorduk galiba bir zamanlar. Kalem, kağıt. Kavramlarım bir bulanıklık denizinde yüzüyor ve bu denizde tuz gibi çözülmek üzere.

Dilimden yarı bilinçsizce bir şarkı dökülüyor. “Neden soruyorsun, nereye gideyim?”

Başımı eğiyorlar, ensemdeki saçları tıraş edip minik bir iğne vuruyorlar, uyuşuyor. Bistürinin acısını değil hissini duyuyorum. Kesikten içeri bir cımbız girdiğini de duyuyorum. Hislerime ve nesnelere ad veremiyorum. Neden sonra ışıklar değişiyor; sırtım ve başım geniş, beyaz ve yumuşak bir zeminde.

Etrafımda yan yana iki girinti, ortada bir çıkıntı ve altta girintilerin çevrelediği bir çıkıntıdan oluşan diskler görüyorum. İsmi yok. Hiçbir nesnenin. Üstte kalan girintilerden şeffaf ve akıcı bir şey çıkıyor.

Zayıf bir mırıltı çıkıyor benden. “Gözyaşları bebeğim, hepsinin sonu aynı.”

Turuncu saçlı kadını baktığım her yönde görüyordum. Aslında ne kadın olduğunu, ne saçlarını ne de rengini algılayabiliyordum. Tek bildiğim onun salt varlığı, felsefi bir terimle “töz”ü idi. Bunu tarif edecek yetim yoktu. Kelimelerimi kaybetmiştim. Şarkıda söylendiği gibi zihnimdeki yollar, birden bire boşalmıştı.

Kendi tözümü de hissediyordum. Bu, algılayabildiğim ve sayesinde “varım” diyebildiğim son katmanımdı. Derken bu son perde de yırtıldı ve yaşayan bedenimde geriye “ben” kalmadı. Bu ruhun artık bir sesi yoktu.

“Ankara’da ortaya çıkan ve hızla yayılan yeni enformatik virüsün aslında ‘antikor’ olduğu ortaya çıktı.

Sahibinin hafızasını ve bilişsel yeteneklerini çok kısa bir süre içerisinde ortadan kaldıran virüs, asistanların kapalıyken bile yayın yapabildiği konum verileri üzerinden yayılarak üç gün içerisinde 284 kişiyi etkilemişti.

Bunun üzerine İletişim Başkanlığı’ndan verilen kod ile asistanların konum belirleme sistemlerine olan bağlantısı tamamen kesilmişti.

Bilim insanlarının ilk etapta ‘virüs’ olarak düşündüğü kodlar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda, bu kodların, asistanların kolektif olarak ürettiği bir savunma yanıtı olduğu ve asistanların, insanların gerçek bilincini virüs olarak algıladığı tespit edildi.

Sağlık Bakanlığı, asistan çiplerinin bir an önce çıkarılması için çağrı yaptı. Tüm devlet hastaneleri ve özel hastaneler, çip çıkarma ameliyatını ücretsiz olarak gerçekleştirecek.”

4 Beğeni