Bin yıl geçmiş gibi. Acı dolu günler, haftalar, aylar, yıllar. Mutlu bir anısını hatırlamaya çalıştı, bu karanlık boşluk içinde. Sadece birkaç sahne, onlarda bölük pörçük. Evlenip bu mezara ilk geldiği günlerden. Mezar, sadece gün ışığının girebileceği, gelip geçenlerin ayaklarını görebileceği, küçücük penceresinden başka bir de çıkamadığı kapısı olan bir ev. Elleri kopana kadar silip yine de küflerini temizleyemediği, toprak kokusunu bir türlü çıkartamadığı ev. Kocasının onu koyup, “Dışarıya çıkmayacaksın. Ne istersen ben getiririm. Çıkarsan kemiklerini kırarım” dediği ev. Onun evi…mezarı. Kocasına her türlü şeyi söyleyebilirdiniz, kötü, zalim, acımasız, hayvan, canavar. Ama sözünü tutmadığını asla söyleyemezdiniz. Sözünü tuttu, defalarca hem de. Kemiklerini kırdı. Sadece dışarıya çıktığı veya en azından çıkmaya çalıştığı için de değil. Çay soğuk olduğu için, çorba sıcak olduğu için, ters baktığı için, terliklerini geç getirdiği için. Bahane konusunda hiç sıkıntı çekmedi. Hiç bir şey bulamazsa televizyonun üzerinde ki örtü yamuk olduğu için dövdü. Kaç kere gördü onu, sırf dayak atabilmek için o örtüyü kendisinin bozduğunu.
İlk seferinde sordu “Örtüyü neden bozdun?” diye. Kocasının cevabını hatırlamıyordu. Ertesi gön öğlen, taşların üzerinde kendine geldi. İlk gördüğü, kendi kurumuş kanında ki dişleri oldu. Sol gözünün açılıp tekrar görmeye başlaması bir hafta sürdü. Kolunda ki kırık çok daha geç iyileşti. Tahtalarla sabitleyip bantla sıkıca sarmıştı. Düşünceli adamdı nasıl olsa. Ona hizmet etmeye devam etsin diye sol kolunu kırmıştı.
Yıllar geçtikçe şiddetin dozu da arttı. Defalarca kaçmaya çalıştı. Ta ki kaçmaya çalışmanın iyileşme sürecini uzatmaktan başka bir işe yaramadığını anlayana kadar. Günlerce kan işediği de oldu, sıktığı boğazının acısından bir şey yiyip içemediği de.
O ise gayet sağlıklı, zinde ve kuvvetli görünüyordu. Sabah kapıyı kilitleyip gider, akşam gelir, yemeğini yer, günlük dayağını atardı. Bu adamın gerçekte insan olmadığına inanmaya başlamıştı. Onun acılarından beslenen bir canavardı kocası. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. Bu kadar şiddeti bir insan diğerine yapamazdı.
Karanlık boşluk birden kızıla döndü. Başında bir acı hissetti. “Kalk. Kahvaltıyı hazırla”. O zaman kocasının kafasına yumruğu indirdiğini anladı. Uyandı. Başını ovuşturarak yataktan kalktı. Dışarıdan gelen sütçünün sesini duydu. “Süüüt”. Odanın ortasında bir an durdu. Bütün bunları, bu acıları, şiddeti, vahşeti daha ne kadar çekecekti. Buna ne kadar dayanabilirdi. Ölene kadar mı? Neden onun ölmesi gerekiyordu? Mutfağa gitti, çekmeceden bir bıçak aldı. Kocası üzerinde ki battaniyeyi atmış, sol tarafına dönmüş yatıyor, yüzü elma beyazı duvara bakıyordu. Dizlerinin üzerine yatağa çıktı, kolunu kaldırıp hızla bıçağı kocasının göğsüne sapladı. Nereye vurduğunu görmedi ama adam gıkı çıkmadan öylece kaldı.
Yanına yatıp battaniyeyi başına çekti. Her şey bitmişti. Bundan sonra hiç bir şeyin önemi yoktu. Artık acılar, zulümler sona ermişti. Şimdi rahat bir uyku çekebilirdi.