Canavar

Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir günün erken saatleriydi. Güneş doğmaya yüz tutmuş olmasına karşın, gökyüzünü istila eden kara bulutlar havanın aydınlanmasına müsaade edecekmiş gibi görünmüyordu. Bu durum, güne bu şekilde başlayacak pek çok kişinin canını sıkacak olsa da Orhan’ın zerre umurunda değildi… Zaten nasıl olabilirdi ki? Onun hayatı kararmıştı, bundan ötesi var mıydı? Ömrünün büyük bir bölümünü adalete hizmet ederek harcamıştı o fakat ona yaşatılan onca acıdan sonra anlamıştı ki aslında yıllarını heba etmekten başka bir şey yapmamıştı. Adalet koca bir palavradan ibaretti. Artık onun inandığı tek gerçek, intikamdı…

Her gece olduğu gibi gene uyuyamamıştı. Başında dikildiği pencerenin tül perdesini aralamış, dışarıyı seyrediyordu. Apartmanın önündeki sokak lambasının arada bir yanıp sönen soluk turuncu ışığı sinirlerini bozmuştu. Belediyenin bir türlü tamir etmek bilmediği bu lambaya bir tane sıkıp işi kökünden halledesi vardı. Böylelikle dairesinin iç karartıcı bir renge bulanmasından da kurtulmuş olurdu. Bunun hiç de fena bir fikir olmadığını düşünerek elini belindeki tabancasına götürdüyse de daha fazla ileriye gitmedi. Zira ölçüyü kaçırmaması gerektiğinin bilincindeydi, yoksa birileri onun yoluna ket vurabilirdi.

İç çekerek odanın ortasındaki çalışma masasına geçip oturdu. Sigara izmaritleriyle dolup taşan kül tablasına bir yenisi daha eklemek üzere gömleğinin cebinden çıkardığı paketten bir dal aldı. Sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip yaktığında, ciğerlerine temiz havadan çok giren dumanı tavana doğru üfleyerek rahatladı. Gerildiğinde yatışmasını sağlayan tek şey buydu. Bir de alkol olmazsa olmazıydı.

Çekmeceden bir viski şişesi çıkardı. Sadece birkaç yudumluk içkisi kalmıştı. Hiç yoktan iyidir diyerek bunu kafasına diktikten sonra kalkıp mutfağa gitti. Tezgâhın orasına burasına yayılmış boş içki şişelerinin ve dışarıdan söylenen yemek paketlerinin arasında, henüz açmadığı bir şarabın olduğunu anımsar gibiydi. Bu yüzden her yeri büyük bir hırsla didik didik ettiyse de aradığını bulamadı. Öfkeye kapılarak, eline geçirdiği bir şişeyi bütün gücüyle duvara fırlattı. Aldığı darbeyle anında tuzla buz olan şişe öyle bir gürültü çıkardı ki Orhan’ın zavallı yan komşusu yatağında sıçrayarak uyandı. Taksicilik yaptığından evine epey geç gelen adamcağız hâlbuki daha yeni uykuya dalabilmişti.

Orhan’ın bu tür davranışları komşusunun canına tak etmişti artık. Fakat bir şey de diyemiyordu, hatta rahatsız olduğunu belli etmek adına duvara dahi vuramıyordu. Tek yapabildiği, içinden ana avrat küfretmekti. Çünkü bir keresinde, kibarca şikâyette bulunmak üzere Orhan’ın kapısını çaldığında, ondan uzak durması gerektiğini hiç hoş olmayan bir biçimde öğrenmişti. O gün bu gündür hastanelik olmadığına şükrediyordu. Komşular zor yetişmişlerdi de kurtarmışlardı onu.

Oysa eskiden böyle miydi Orhan? Apartmandaki herkesin saygısını kazanmış, hiç kimseden selamını esirgemeyen, ihtiyacı olanlara her konuda el uzatan, iyi kalpli ve sevgi dolu biriydi o… Hayat onu çok değiştirmişti, hem de çok!

Orhan içeriye geri döndü. Yeniden masaya oturup telefonunun saatine baktı. Tekel bayiinin açılmasına daha yarım saat vardı. O vakte dek sigarayla idare edebileceğini düşünerek dişini sıkamaya karar verdi. Tam bu esnada da telefonu çaldı. Arayanın kim olduğunu görünce, gelen çağrıya hemen yanıt verdi.

Karşısındakinin konuşmasına müsaade etmeden, “Bir tane daha mı?” diye sordu.

“Evet, amirim, bir tane daha.”

Kenan’dı bu. Orhan’ın çok da uzun olmayan bir süre önce başkomiserlik yaptığı cinayet büroda çalışan komiserlerden biriydi. Ekibin en akıllı ve en liyakatli olanıydı… En azından Orhan’a göre öyleydi.

“Gene Yalınca’da buldunuz herhalde,” diyerek ayaklandı Orhan. Sigarasını kül tablasında söndürecek yer bulamayıp viski şişesinin içine atarak hızlı bir çözüm ürettikten sonra kapıya yöneldi.

“Şey, amirim, bu sefer farklı bir ilçede…” Kenan bir an duraksadı. Orhan’ın ne tepki vereceğini kestirememişti.

“Söylesene, oğlum, nerede?”

Cevap vermekten başka şansı yoktu Kenan’ın. Derin bir iç çekip, “Sizin orada, birkaç sokak ötenizde,” dedi.

Askılıktan ceketini alırken donakaldı Orhan. Duyduklarının etkisiyle aklına hücum eden bir ton şey onu derin bir sessizliğe sürükledi.

“Alo, amirim? Alo?”

“Buradayım… Kim öldürülmüş, tanıdık biri mi?”

“Henüz kimliğini tespit edemedik. Maktul otuz, otuz beş yaşlarında. Cinsiyeti erkek. Diğerleri gibi öldürülüp çöpe atılmış yine. Bir gören, duyan da yok ne yazık ki. Olay yerinin konumunu derhâl yolluyorum.”

“Çabuk ol,” deyip telefonu kapadı Orhan. Ceketini üstüne geçirip ayakkabılarını giydi. Bağcıklarını bağlarken, vestiyerdeki boy aynasında kendi yansıması gözüne çarptı. Alkol ve sigara bağımlılığı yüzünden ne hâle geldiğinin bir kez daha ayırdına varınca tepesinin tası attı. Karşılaşmaktan bıktığı bir manzaraydı bu. Kelimenin tam anlamıyla bir hilkat garibesine dönmüştü. Bir deri bir kemik kalmış, cildi buruş buruş olmuştu. Yara bereden geçilmeyen ağzının içindeki dişleri bakır rengine çalıyordu. Mosmor gözleriyse, “Ciğerlerim sizlere ömür!” diyordu resmen.

Kendine hâkim olamayıp sağ yumruğunu aynaya indirdi ve ayna çatlayarak, sanki onunla dalga geçiyormuşçasına, suratının çarpık görünmesine neden oldu. Bunun üzerine daha da öfkelenen Orhan, ayna paramparça olana dek vurmaya devam etti. Takati tükenip de durmayı başardığında aynadan da geriye bir şey kalmamıştı.

Sırtını kapıya vererek yere oturdu. Hem sinirden hem de bitkinlikten, soluk alıp verişi hızlanmıştı. Yatışana kadar öylece bekledi. Ardından kalkıp banyodan bir bez aldı. Orta parmağının bitimindeki kemikten bileğine doğru ince ve uzun bir kesik oluşmuştu. Yarası fazla derin görünmese de akan kanın haddi hesabı yoktu. Bezi eline güzelce sarıp bağladı. Küçük bir noktada anında peydahlanan bir miktar kan çabucak yayılarak bütün bezi kapladı. Şimdilik bu bezle yetinebileceğini düşünerek adamakıllı bir pansumanı daha sonraya bıraktı. Aşağı inip arabasına atladı ve yola çıktı.


Olay yerine varması beş dakikasını bile almamıştı. Polis şeridinin yanına park ettiği aracından inerken başında biten kısa boylu bir memur, “Kusura bakmayın, geçmenize izin veremem,” dedi.

Rütbesiz birini dinleyecek hâli yoktu Orhan’ın. Duymazlıktan gelerek şeridi aşmaya kalktı.

“Geçemezsiniz dedim!” Kollarını iki yana açıp Orhan’ın önünü kesti memur. “Beni zor durumda bırakmayın lütfen.”

“Lan çekilsene kenara!” Kenan, elinde şemsiyeyle arkadan koşarak geldi. “Amirimin geçmesine izin vereceksiniz demedim mi ben size?”

“Komiserim, dediniz de Yavuz Amir’in kesin emri var. Başkomiserimizin…”

“Lan yürü git! Başlatma emrine!” Adamı omzundan tutup sertçe itti Kenan.

Gördüğü muameleyi gururuna yediremeyen memur, bulunduğu yerden uzaklaşırken Kenan’ın yedi ceddine içinden bir güzel saydırdı.

Memurun gidişini seyrettikten sonra Orhan’a dönüp şemsiyeyi ona tuttu Kenan. “Affedersiniz, amirim, aldırmayın siz bunu. Bazıları laf dinlemiyor maalesef. Herkesi tembihliyorum ama… Amirim, elinize ne oldu?”

“Bırak şimdi elimi,” dedi Orhan. “Ceset nerede?”

“Şu tarafta, amirim, gecekondunun oradaki çöpte.”

“Peki, onun işi olduğundan emin miyiz?”

“Elbette, amirim, niye emin olmayalım? Telefonda dedim ya, maktul tıpkı önceki kurbanlar gibi öldürülmüş: şahdamarları kesilmiş, vücudunda tek damla kan bırakılmamış ve çırılçıplak çöpe atılmış… Başka kimin işi olacak bu?”

“Ne bileyim? Memleket, kopya cinayetler işleyecek manyaklarla dolu. Bir sorayım dedim.”

“Haklısınız, amirim, her çeşit manyak var bizde. Ama sanmıyorum, farklı düşünmemiz için bir neden yok ortada.”

“Neyse… Ha, bu arada Kenan…”

“Buyurun amirim?”

“Bana amirim demeyi bırak artık. Kaç defa söyleyeceğim?”

“Emredersiniz, a… Abi. Özür dilerim, ağız alışkanlığı işte.

Orhan adımlarını sıklaştırarak ilerlemeye başladı. Kenan onun hızına ayak uyduramayıp şemsiyeyi tutmaktan vazgeçti. Zaten Orhan’ın yağmuru umursadığı falan yoktu, ıslanmaktan daha büyük dertleri vardı bu adamın.

Çöp konteynerinin başına vardıklarında ikisi de burunlarını tıkadı. Dilerseniz bu mesleğe yıllarınızı vermiş olun, ceset kokusuna katiyen alışamazdınız. İnsanı haftalarca iştahından edecek derecede ağır bir kokuydu bu. Çöpün kokusundan bile daha beterdi.

Bulundukları sokak nispeten karanlık olduğundan Kenan bir el feneri çıkardı. Cesedin yüzüne ışık tutup suratını ekşiterek, “Diğerlerinden farksız,” diye mırıldandı.

Sırılsıklam olmuş, üzerine her türlü pislik yapışmış cesedin rengi kireç gibiydi. Boğazının iki yanında birer kesik vardı. Bir köpek balığının solungaçlarını andıran bu kesikler, en az bir cerrah kadar mahir birinin ürünü olacak ölçüde muntazam görünüyordu.

Olay yeri incelemeden biri yanlarına gelip, fotoğraf çekmek için izin istedi. Orhan bir sigara yakarak gecekondunun sundurmasının altına geçti. Kenan da, “Bununla birlikte on yedi oldu,” diyerek onu takip etti.

Kenan’ın gözlerinin içine baktı Orhan. “Hayır, on sekiz oldu,” dedi. “Bari sen yapma, Kenan. Anlatmaktan dilimde tüy bitti. Eşimi o orospu çocuğunun öldürdüğünü biliyorsun! Kanıtlayamasam da gerçek olan bu. Tamam, belki öldürülme şekli katilin usulüne uymuyor olabilir ama… Ama biliyorum işte! Onu o öldürdü.”

Onu o öldürdü… Kenan bu sözü defalarca duymuştu fakat hiçbir zaman, “İyi de nereden biliyorsunuz?” diye sormaya cesaret edememişti. Çünkü Orhan’ın ters bir tepki vermesinden korkmuştu hep. Psikolojik yardıma muhtaç olan biriyle iletişim kurmak muhakkak zordu. Karşınızdakinin nasıl bir tavır sergileyeceğini asla kestiremezdiniz. Psikolojisi bozulmuş birini anlamak istiyorsanız, onun buna izin vermesi gerekirdi ve Orhan da artık bu raddeye gelmişti. İçinde biriktirdiklerini daha önce olmadığı gibi, ayrıntısıyla anlatmaya karar verdi. Biraz olsun rahatlamaya her şeyden çok ihtiyacı vardı.

Önlerindeki polis aracının sessizce yanıp sönen, çevreyi kırmızı ve mavi ışığa boğan çakarına bakışlarını sabitledi. Sigarasından derin bir nefes alıp, “Gülbin’le aramız bozuktu,” diyerek söze başladı. “Ne gecem vardı ne gündüzüm… Katili yakalamayı kafayı takmıştım. Aylardır peşinde olmamıza rağmen bir türlü ilerleme kaydedemiyorduk. Şerefsiz, o denli usta ki ardında hiç iz bırakmıyordu… Hâlâ da öyle ya. Neyse, bunları biliyorsun zaten. Uzun lafın kısası, herkesten gizli saklı, katilin nasıl biri olabileceğine dair bir teori üzerinde çalışıyordum kendimce. Bir tür karakter profili çıkarıyordum yani. Bu yüzden, son zamanlarda aileme vakit ayıramaz olmuştum, hatta, bazen eve hiç uğramıyordum bile. Gülbin de bu gidişattan memnun değildi. İlkin onu pek dikkate almamıştım çünkü bir polisle evli olmanın ne demek olduğunu gayet iyi biliyordu. Nikâh salonunda ‘evet’ derken bu gerçeğin farkındaydı. Birçok zorluğa göğüs gerebilecek türden bir kadındı o… Ama nihayetinde hepimizin gücü bir noktada tükenir. Onunki de tükenmişti. Boşanmaktan söz etmeye başlamıştı. İşin ciddiyetini kavradığım vakit, bir pazar gününü aileme ayırmak istedim. Erkenden kalkıp güzel bir kahvaltı hazırladım, sonra da Yeliz’le Ayşe’yi ve akabinde Gülbin’i uyandırdım. Sevecen bir tavır takınarak, ‘bugün ne yapmak istersin?’ diye sordum karıma. Yüzüme dahi bakmadı. Yataktan çıkıp, çoktan kahvaltıya yumulan kızlarımızın yanına gitti. Kendine bir çay koyarken arkasından ona sarıldım. Yanağından öpüp kulağına, ‘Sorun ne?’ diye fısıldadım. Kollarımın arasından sıyrıldığı gibi sarf ettiği iki sözcükle bütün dünyamı başıma yıktı: ‘Bitti artık.’

Ayrılmayı aklına koymuştu. O gün onlarla birlikte olsam da yarın işime geri döneceğimden kuşkusu yoktu. Çocuklarımızın önünde tartışmamak için onu salona götürdüm. Meşakkatli bir mesleğe sahip oluşumu dile getirerek beni mazur görmesini rica ettim. Yakında her şeyin düzeleceğini, katili yakalar yakalamaz onlara eskisinden daha çok zaman ayıracağımı söyledim. Kızlarımıza bu kötülüğü yapmamalıydık, bu kadar hızlı karar vermesi yanlıştı.

Fakat Nuh diyor peygamber demiyordu…

Konuşmamız hararetlendi, sesimiz yükseldikçe yükseldi. En sonunda öfkeme yenik düşerek kapıyı vurup dışarı çıktım. Evimizin karşısındaki parka gidip bir banka oturdum. Kafamı toplamam gerekiyordu. Bir yandan da kara kara düşündüm. Mesleğim, ailemi kaybetmeme değer miydi? Elbette değmezdi! İçeri geri dönecek ve ‘Tamam, istifamı veriyorum,’ diyecektim. Yeter ki benden ayrılmasındı. Ne katil ne de kariyerim umurumdaydı. Teşkilat bensiz de yapardı, başka birini hemen yerime atarlardı.

Birden Gülbin’i kapının önünde gördüm. Gözyaşlarına boğulmuş hâlde bana sesleniyordu. Biraz uzakta olduğundan, ne dediğini doğru düzgün işitemesem de dudaklarını okuyabiliyordum: ‘Özür dilerim,’ diyordu. Kollarını açıp, bulunduğum tarafa doğru koşmaya koyuldu. Ben de kollarımı açıp ona koşacaktım. Ortada buluşup birbirimize sıkıca sarılacaktık… Ama sarılamadık işte. Son sürat gelen o araba eşimi altına alıp metrelerce öteye sürükledi. Kanlar içindeki çarpık çurpuk olmuş bedeni, betona yapışmış vücut parçaları ve açık kalan gözleri… Kafayı ne kadar bulursam bulayım, zihnime kazınan bu görüntüden asla kurtulamıyorum! Bu, sıradan bir trafik kazası değildi, Kenan! Gülbin yola atlamadı; sağını, solunu kontrol edip öyle ilerledi ve o araba… O araba sonradan hızlandı! Hiç durmak da bilmedi. Eşim onun 14. kurbanı. Kimse bana inanmıyor, katili kafaya taktığımdan abarttığımı sanıyorlar; hâlbuki gerçek olan bu!”

Orhan’ın gözleri dolmuştu. Akmaya yüz tutan birkaç damlayı elinin tersiyle hışımla sildi. Anlatacağı daha çok şey olsa da konuşmaya mecali kalmamıştı. Koca bir kül yığınına dönüşmüş sigarasını son kez içine çekip ciğerlerini dumana boğdu.

Kenan, Orhan’ın sırtını sıvazlayarak, “İnsanın, sevdiği birini kaybetmesinden daha büyük bir acı yoktur bu dünyada,” dedi. “Ben size inanıyorum. Ama neden bu acıyı yaşadığınızı anlayamıyorum. Yani neden sizi değil de eşinizi öldürmeyi tercih etti? Bu, ona ne kazandırırdı ki?”

“Bilmiyorum, Kenan. Bilmiyorum.” İzmariti fırlatıp bir adım öne çıkarak kendini ıslanmaya bıraktı Orhan. Zira gözyaşlarına hâkim olamıyordu. “Tek bildiğim, onun benimle bir alıp veremediği olduğu. Şimdiki kurbanı buraya bırakmasının sebebi de bu. Aklı sıra bana bir mesaj vermeye çalışıyor. ‘Bak, ben hâlâ buradayım,’ demeye getiriyor.”

“Sen ne arıyorsun lan burada?” Orhan meslekten ihraç edildiğinde yerine atanan Başkomiser Yavuz çıkagelmişti. Heyheyleri üstündeydi. Kenan’ın yerin dibine gömdüğü polis memuru da onun arkasında dikilmiş, adama şemsiye tutarken pis pis sırıtıyordu. Benden çekeceğin var dercesine bir bakış attı ona Kenan.

Ateş saçan gözlerini Kenan’a çevirdi Yavuz, “Hep sen haber veriyorsun buna, değil mi?” dedi ve Orhan’ı kolundan tutup polis aracının oraya sürükledi.

Orhan kendini çabucak toplayıp, koluna yapışan elden çevik bir hareketle kurtuldu. “İşine bak, Yavuz!”

“İşime bakıyorum lan zaten! Gittiğimiz her yerde seni görmekten bıktım artık. Bir kere de söz dinlesen ölür müsün? Savcı gelmeden çabuk defol buradan!”

“Yavuz, bir şeye müdahale ettiğim yok. Bakınıyorum sadece. Cesede elimi bile sürmedim.”

“Hadi lan oradan! Bakınıyormuş sadece… Sen git de babaannelerine bıraktığın çocuklarınla ilgilen. Kadıncağız her gün beni arıyor, seni sorup duruyor!” Yavuz bir an durakladı. Orhan’la sakin bir şekilde iletişim kurmanın en iyisi olacağını düşünerek sesini alçalttı. “Bak, tamam, bu işi kişileştirmene anlam verebiliyorum; yaşadıklarını sindirmek hiç kolay değil neticede. Ama bundan böyle metanetli olmak zorundasın. Müsaade et de soruşturmayı biz yürü…”

Orhan aniden adamı yakasından tutup aracın kaportasına yapıştırdı. Dişlerini sıkarak, “Sen benim ne yaşadığımı nereden biliyorsun ki?” dedi. “Allah’ın her günü kafamda bir delik açmanın hayalini kuruyorum. Hatta bazen tabancamı kafama dayıyor ve tetiği çekiyorum da! Fakat hiçbir surette mermiyi namluya sürmüş olmuyorum. Neden, biliyor musun? Çünkü o orospu çocuğunun canını almadan kendi canıma kıymayacak kadar metanetliyim de ondan!”

Orhan sessizliğe gömüldü. Bir müddet öylece kaldılar. Orhan’ın ağırlığı altında ezilen Yavuz, ona kenetlenen gözlerdeki öfkeden ürkerek, “Beni de mi döveceksin?” dedi. “Eşine çarpan, hani aradığımız katilin o olduğunu sandığın çocuğu hastanelik ettiğin gibi benim de mi ağzımı, burnumu kıracaksın? İyi, kır! Yalnız söyleyeyim, bu kez meslekten atılmaktan daha kötüsünü yaşarsın! Yukarıdakiler bile kurtaramaz seni!”

Arkada polis memurunu fırçalamakla meşgul olan Kenan, amirlerinin birbirine girdiğini geç de olsa fark edince hemen yetişip onları ayırmaya çalıştı.

Fazla güçlük çıkarmadan, birkaç adım geriledi Orhan.

“Niye bana inanmıyorsun, Yavuz? Ben senin en yakın arkadaşın değil miyim? O veledin aracı çalınmıştı. Onu elime geçirdiğimde her şeyi itiraf etmişti! Bana neden inanmıyorsun?”

Üstünü düzelterek kalkarken, “Ne itirafı be?” dedi Yavuz. “Suçunu reddetmek için yalan söyledi yalnızca. Bunu sen de biliyorsun. İster kabul et ister etme, eşini o salak öldürdü. Çalıntı ihbarında dahi bulunmamıştı. Üstelik arabası da kapısının önündeydi! Arabanın sonradan hızlandığı falan da yok! Kafan karışmış senin. O araba zaten hızlı geliyordu. Kanı kaynayan, birazcık eğlenmek isteyen aptal bir gencin suçu her şey… Bu arada, evet; eşin sağına, soluna bakmış olabilir ama bunun da bir açıklaması var: Aklı başka yerdeydi. Dalgınlıktan göremedi arabayı.”

Duydukları Orhan’ı deli ediyordu. Katil olmasına ramak kalmıştı. “Siktir git,” deyip arkasını döndü ve hızla uzaklaştı.

“Düştüğün şu durumu bir bak!” diyerek onun ardından bağırdı Yavuz. “Ne hâle geldin sen böyle? Eskiden teşkilatın gözbebeğiydin, herkes seninle gurur duyardı. Ankara’da beraber çalıştığımız zamanlarda imrenirdim sana. Şimdiyse… Yazık. Gerçekten yazık. Diyecek başka bir şey bulamıyorum! Keşke yaşadıklarını kabullenebilsen.”

Kenan, Orhan’ın peşine takılmaya yeltendi. Yavuz onu durdurup, “Hiçbir yere ayrılmıyorsun, seninle konuşacaklarımız var!” dedi. İşiteceği bir ton azara karşı kendini hazırlayarak derin bir nefes aldı Kenan.


Yağmur sona ermişti. Fakat karanlık, hâkimiyetini sürdürmeye devam ediyordu.

Orhan doğruca birkaç sokak ötedeki tekel bayiine gitti. Dükkânın sahibi gayet neşeli ve güleç biri olsa da Orhan onda ne huzur bırakmıştı ne de başka bir şey. Hayattan bezmiş adamcağız, ismini veresiye defterinden bir türlü silemediği pek kıymetli müşterisinin teşrif ettiğini görünce, “Ne günah işledim de bu herifi bana musallat ettin, ya Rabbim?” dedi kendi kendine. Orhan’ın hiç umursamadan, sanki babasının malıymışçasına, raftan bir şişe votka alarak çıkıp gidişini esefle seyretti. Cinnet geçirip elini kana bulamadan önce dükkânını ondan uzakta bir yere, hatta mümkünse cehennemin dibine taşısa iyi olacaktı…

Sokaklar bomboştu. Sessizliği bozan tek şey arada bir havlayan köpeklerdi sadece. Trafik kurallarına aldırış etmeden arabasını şehir mezarlığına sürdü Orhan. Sinirleri boşanmıştı. İki gözü iki çeşmeydi. Hedefine ulaşmadan şişeyi yarılamıştı bile. Bazen gözyaşları ağzına giriyor, votkanın acılığı tuzlu bir tatla karışıyordu.

Karısının mezarına vardığında aklına Kenan’ın sözleri geldi: “İnsanın, sevdiği birini kaybetmesinden daha büyük bir acı yoktur bu dünyada…” Evet, doğruydu. Şöyle bir düşününce, insanı bu denli başka ne kahreder, bilemedi. Son damlasına dek içkisini içti. Bünyesi alışkın olsa da hiçbir vücut bunca alkolü tüketebilecek niteliğe sahip değildi, dolayısıyla, çok geçmeden istifra etti. Midesine epeydir yiyecek namına bir şey girmediğinden, çıkardığı pislik su gibi şeffaftı. Oluşturduğu gölcüğün içine düşmemeye dikkat ederek mezar taşının yanına yığılıp kaldı. Sızmadan önce tek hatırladığı, hıçkıra hıçkıra ağladığıydı.

Akşama doğru anca ayıldığında, başına müthiş bir ağrı saplanmıştı. Kafası âdeta patlamak üzereydi. Telefonu çalınca da bunun bir an gerçekleşeceğini sandı. Zil sesi o kadar yüksekti ki az kalsın telefonu fırlatıp atacaktı.

Arayan Kenan’dı. Önemli bir gelişme yaşandığını, acilen görüşmeleri gerektiğini söyledi.

Ne zaman önemli bir gelişme yaşansa sonuç daima hayal kırıklığı olurdu. Bu nedenle meraka kapılmadı Orhan. Müdavimi oldukları meyhaneye doğru yola koyulurken Kenan’ı da oraya çağırdı.

Meyhaneye gittiğinde, gözden ırak bir köşeye oturdu. Garsonlardan biri derhâl yanına gelip, “Abi, kusura bakma, borcun birikmiş,” dedi. “Ödeme yapmadan sana serviste bulunamayacağız maalesef.”

Gözlerini yumup iç geçirdi Orhan. “İnsanların benimle zıtlaşmasından bıktım usandım,” diye gevelendi.

“Nasıl abi? Anlayamadım.”

“Ödeyeceğim, koçum, ödeyeceğim. Hadi, sen bana bir yetmişlik, bir de hep söylediğim mezelerden getir, tamam mı? Ha, ekmek de getir; acımdan ölüyorum.”

“Abi, vallahi patron tembihledi. Bana kalsa…”

Yaralı elini yumruk yapıp masaya indirerek, “Getir lan!” diye bağırdı Orhan. Derin bir sessizlik oluştu, herkes dönüp ona baktı. Mekânın sahibi çabucak yetişip garsonu gönderdi.

“Orhan! Hatırın var diye bu zamana dek görmezlikten geldik seni ama artık çok oluyorsun!”

Orhan ayağa fırladı. “Oluyorsam, oluyorum!” diye haykırdı. “Gidin, getirin istediklerimi! Ödeyeceğiz dedik ya bin defa, Halil, neyini anlamıyorsun?”

“Abi, dur! Sakin ol!” Kenan tam vaktinde gelmişti. Orhan’ı omuzlarından tutup zar zor sandalyesine oturttu. “Halil abi, sen de sakin ol. Gel şöyle bir.” Adamın koluna girip bir kenara çekti.

“Bu kaç oldu, Kenan? Bir değil, iki değil… Her seferinde olay çıkarıyor, müşterileri korkutup kaçırıyor. Üstüne üstlük bir kuruş para ödediği de yok!”

“Abi, tamam. Sakinleş. Biraz alttan al lütfen, durumunu biliyorsun. Borcu da neyse öderim ben.”

“Gözünü seveyim, Kenan, yakışmıyor ama…”

“Söz veriyorum, bir daha sıkıntı çıkmayacak, abi. Sen şimdi çocuklara söyle, rakı falan, bir şeyler getirsinler. Ben de onunla bir konuşayım, olur mu?”

Halil bir süre mırın kırın etti. En sonunda, “Peki madem,” deyip çalışanlarına seslenerek yanlarına gitti.

Masaya otururken Orhan’a bıkkınlıkla baktı Kenan. Halil’e yalan söylemişti, Orhan’la konuşmayacaktı. Daha mühim bir mevzu olduğundan direkt konuya girmesi gerekiyordu. Geldiğinden beri elinde tuttuğu yarım kapaklı pembe bir dosyayı Orhan’ın önüne koydu.

Orhan dosyayı geri itti. “Başım çatlıyor zaten, anlat geç,” dedi.

“Onu… Seri katilimizi bulmuş olabiliriz,” dedi Kenan heyecanla.

Orhan duyduklarını idrak edemedi. Kısa süren bir şokun ardından “Nasıl? Nasıl bulmuş olabilirsiniz? Ardında hiç iz bırakmıyordu ki! Nasıl?” diye sordu.

“Bu sefer bırakmış… Amirim. Çöp konteynerinde bir sürü parmak izi tespit ettik. Adli tıptakiler işi gücü bırakıp bu konuyla ilgilendiler. Parmak izlerinin hepsi çevrede oturan vatandaşlara ait çıktı. Yalnız birininki hariç.” Kenan dosyayı tekrar Orhan’ın önüne koydu. Kapağın açık kısmına iliştirilmiş; soluk benizli, siyah saçlı ve gözleri kehribar renginde olan güzeller güzeli genç bir kadının fotoğrafı tepelerindeki floresan lambanın ışığı altında parladı. “Aysun Kavaklı. Yirmi sekiz yaşında, Edirne doğumlu ve tahmin edin bakalım ikametgâhı nerede? Evet, on altı cesedi bulduğumuz ilçede. Yalınca’da!”

Orhan bunun bir tür şaka olduğuna inanmak istedi. Kafasını iki yana sallayarak, “Benimle dalga geçiyorsun,” dedi. “Bu kadar basit bir şekilde kendini ele vermiş olamaz. Üstelik işlediği onca kusursuz cinayetten sonra!..”

“Ne dalga geçmesi, amirim? Beni tanımıyormuşsunuz gibi konuşmayın. Başta ben de kuşkulanmıştım ama aradığımız şahıs büyük ihtimalle o. Kimliğini belirler belirlemez evine bir ekip gönderip merkeze getirttik. İfadesini Yavuz Amir aldı, aslında ben alacaktım da müsaade etmedi; camın arkasından onları seyretmekle yetinebildim anca. Kadını görecektiniz, amirim, fotoğraftakinden kat kat daha güzel. Öyle bir cazibeye sahip ki, yemin ediyorum, insanın dibi düşüyor! Keza Yavuz Amir de yavşamadan edemedi… Neyse, bu kadında bir iş var, amirim. Kesinlikle bir şeyler saklıyor. Nasıl desem? Böyle… Böyle çok soğukkanlı biri. Sorulan sorulara kendinden emin bir ifadeyle yanıt verdi hep. Sanki hazırlanıp da gelmişti. Tabii elimizde onu suçlayacak bir şey olmadığından saldık, gitti sonra. Giderken de bana…”

Öfkeden kudurarak, “Benimle harbiden dalga geçiyorsun!” dedi Orhan. “Bu mu lan? Sırf götü kalkık biri diye katilin gerçekten de o olduğunu mu düşünüyorsun? Benden hiç mi bir şey öğrenmedin, oğlum sen? Nerede somut delil? Nerede…”

“Amirim, giderken kaşla göz arasında bana sizi sordu! Hâlâ yas tutup tutmadığınızı öğrenmek istedi!”

Ağzı açık kalan Orhan’ın gözleri Kenan’ınkilere takıldı. Ardından bakışları yavaş yavaş fotoğrafa kaydı. Yıllar önce cinayet büroda henüz bir çaylakken, üstlerinden birinin diline pelesenk olmuş bir sözü anımsayıverdi: “Şeytanlar melek kılığında gezer.”

“Durumu Yavuz Amir’e izah etmeye çalıştım,” diyerek lafını sürdürdü Kenan. “Şerefsiz, oralı bile olmadı… Gerçi böylesi daha iyi ya, en azından size karışamayacak.”

Elinde kocaman bir tepsiyle garson geldi. Orhan sadece rakıyı alıp adamı geri gönderdi. Ne açlığı ne de baş ağrısı kalmıştı. Masadaki ters çevrilmiş kadehlerden birini düzeltip rakı koyarken, “Neden?” diye sordu. “Onu öldüreceğimi biliyorsun, Kenan. Niye anlattın bütün bunları? Bana neden yardım ediyorsun?” Su eklemeden rakıyı kafasına dikip kadehi yeniden doldurdu. “Zaten göze batıyorsun, bilgi sızdırdığını öğrenen olursa soruşturmayı yersin. Hatta, bırak meslekten atılmayı, mahkemeye dahi çıkabilirsin.”

Rakı koyması için Kenan da bir kadeh uzattı. “Ona katil, seri katil falan diyoruz ama bu doğru değil, amirim. Bunca kişiyi katledene katil denilmez, canavar denir! Canavarları bir kafese kapatmanın da mânâsı yok… Ayrıca, nişanlımı benden alan o illet hastalıktan hesap sorabilseydim, emin olun, elimden geleni ardıma koymazdım.”

“Eyvallah,” dedi Orhan. Onunkini de doldurduktan sonra kadehlerini tokuşturup birer büyük yudum aldılar.

“Şimdi ne yapacağız, amirim? Direkt evini mi basacağız?”

“Sen bir şey yapmayacaksın. Bu, benim meselem.”

“Olur mu, amirim? Bensiz…”

“Kenan! Sus lütfen. Tartışmayalım.”

“Peki, amirim. Başüstüne.”

Birden, sargılı elinin sancımaya başladığını hissetti Orhan. Yumruğunu masaya geçirdiğinde canını incitmiş olmalıydı. Kirden koyu bir renge çalan bezin arasından parmaklarına doğru kan sızıyordu. Kenan bunu fark edince, “Keşke bir sağlık ocağına gitseydiniz,” dedi.

“Mühim değil,” diye yanıt verdi Orhan. Tuvaletin yolunu tutmak üzere ayağa kalkarken bezi sıyırarak çıkardı. Yarası bayağı kötü görünüyordu, enlemesine hafifçe yırtılmıştı. Artık kesinlikle bir dikişe ihtiyacı vardı.

“Amirim, ne olur inat etmeyin. Elinizi bir doktora gösterelim.”

“Mühim değil dedim!”

Masadaki tabakların altına koyulmuş yemek bezlerinden birini kapıp tuvalete gitti Orhan. Eski bezi çöpe atıp elini yıkadı. Su, kanla bir olup şelale misali aktı. Ardından, kanamasının bu şekilde duracağından emin olmasa da yarasını tekrardan sardı.

İçeriye geri döndüğünde, “Ben gidiyorum, Kenan. Hakkını helal et,” dedi ve kadehinde kalan bütün içkiyi tek dikişte bitirip dosyayı alarak çıkışa yöneldi.

“Amirim!” diye arkasından seslendi Kenan.

Orhan dönüp baktı. İki adam birbirlerine başlarını salladı.


Saat on ikiyi vurmuştu. Rüzgâr sertçe esiyor, uzaklarda peş peşe çakan şimşekler etrafı bir anlığına aydınlatıyordu. İnsanı Güneş’e hasret bırakan ve bir türlü düzelmek bilmeyen hava daha da kötüleşecekmiş gibi görünse de Orhan’ın içinden bir ses her şeyin çok yakında sona ereceğini söylüyordu. Kara bulutlar dağılacak ve hava yine güllük gülistanlık olacaktı… Tıpkı karısının hayatta olduğu günlerdeki gibi…

Eskilikten yıkılmaya yüz tutmuşa benzeyen, üç katlı, metruk bir apartmanın giriş katında oturan Aysun Kavaklı’nın evi; karanlığa gömülmüş, ıssız bir ara sokakta bulunuyordu. Orhan arabasını bir, iki bina geriye park etmişti. Aysun’un ışıkları yanmayan dairesini şöyle bir süzdükten sonra, Kenan’dan aldığı dosyayı incelemeye koyulmuştu. Koca dosyada sadece tek bir sayfa vardı ve Kenan’ın anlattıklarının dışında başka hiçbir şey yazmıyordu. Şahsın hakkında elde edilen bilgiler de büyük ihtimalle yalandan ibaretti zaten. İşinin ehli olan bir seri katil kendini insanlara tanıtacak kadar dikkatsiz davranmazdı. Özellikle de muhtemelen istismara uğradığı çocukluk döneminin bilinmesine asla izin vermezdi. Geçmiş, bir katilin en zayıf noktasıdır.

Orhan, Aysun’un fotoğrafına bir kez daha baktı. “Katil gerçekten sen misin,” diye sordu kendi kendine ve hemen bu düşünceyi kafasından attı. Şüpheye kapılmak istemiyordu. Bu işi öyle ya da böyle halledecekti. Hem bir yanlışlık olsa dahi bunu ancak sorgu sırasında öğrenebilirdi.

Dosyayı yanındaki koltuğa atıp belinden tabancasını çekti. Şarjörün dolu olduğundan emin olmak için mandala basmaya çalıştıysa da beceremedi. Hâlen azar azar kanayan eli neredeyse tamamen hissizleşmişti. Tabancayı öbür eline alarak şarjörü öyle kontrol etti, dolu olduğu kanaatine varınca da arabadan indi. Bagajdan bir levye çıkarıp Aysun’un dairesine seğirtti.

Apartmanın kapısına ulaştığında, binadaki her bir pencerenin sararmış gazete sayfalarıyla örtülü olduğunu fark etti ve bunu iyiye yorarak gülümsedi. Demek ki doğru iz üzerindeydi. Saklayacak bir şeyi olmayan biri böyle bir yerde yaşamazdı.

Levyeyi kilidin bulunduğu kısımdaki aralığa sokup kapıyı kanırtarak açtı. Açar açmaz da mide bulandırıcı, ağır bir koku suratına çarptı. Ne olduğunu anlayamadığı fakat epey tanıdık gelen bir kokuydu bu. Aldırış etmeden ilerledi. Apartmanın içi zifiri karanlıktı. Levyeyi bırakıp kısa bir uğraşın ardından cebinden telefonunu çıkardı. Işığı yakmayı başardığındaysa Aysun’un dairesinin açık olduğunu gördü. Topuğunu kullanarak mermiyi namluya sürüp tabancasını derhâl o yöne doğrulttu. Sol eliyle nişan almakta güçlük çekse de bu şekilde idare etmeye mecburdu.

Derin bir nefes alıp verdikten sonra içeriye daldı. Ortalıkta ne eşya vardı ne de başka bir şey. Küften kararmış duvarları ve toz topraktan geçilmeyen zemini örümcek bağlamıştı. Burada kimsenin yaşamadığı aşikârdı ama yine de bütün odaları teker teker gezdi. Sonuç nafile olunca da apartman boşluğuna geri döndü. Karşıdaki daireyi de kontrol edecekti. Orada da kimseyi bulamazsa üst katlara bakacaktı. Ne yapıp edip bugün bu işe bir son verecekti.

Karşı dairenin kapısına tekmeyi tam basacakken gözüne bir şey ilişti: Merdivenin arkasında, hafifçe aralanmış çelik bir kapının ötesinde bir ışık belirmişti. Hâlbuki biraz önce orada ışık yanmadığına ve kapının da kapalı olduğuna yemin edebilirdi.

Heyecanlanmıştı. Her an patlayacakmış gibi atan kalbi kulaklarında zonkluyordu. Kendini zorlamaya devam ederse elinden düşüreceği telefonunu cebine koyup parmağını tetikte hazır tutarak usulca kapıya yanaştı. O ağır kokunun da nereden geldiğini ve neyin nesi olduğunu anladı. Kandı bu… İçgüdüleri, “Aysun’un kesimhanesini keşfetmek üzeresin,” diye bas bas bağırıyordu.

Tabancasının namlusuyla kapıyı ittirdi. Karşısına; birkaç metre aşağıya, epey serin bir yere inen dar bir koridor çıktı. Hiç vakit kaybetmeden merdivenleri aşmaya koyuldu. Son basamağa adımı attığındaysa gözleri dehşetten iri iri açıldı… İçgüdüleri onu yanıltmamıştı.

Yaklaşık yirmi, yirmi beş metre karelik bir alandı burası. Her yere muşamba serilmişti. Tam ortada, dikdörtgen şeklinde büyük bir masa duruyordu; üstünde çeşitli cerrahi kesim aletleri diziliydi. Masanın solundaki duvaraysa beş adet sandık tipi buzdolabı yerleştirilmişti. Fakat en ilginci; tavana tutturulmuş zincirlerdi… Sayılamayacak kadar çok vardı. Masayla buzdolaplarının arasında olan zincirlerden birine beti benzi atmış, şahdamarları kesilmiş, çıplak bir erkek cesedi asılmıştı. Baş aşağı öylece sarkıyordu. Altına da kanla lekelenmiş metal bir küvet koyulmuştu.

Midesinin ağzına geldiğini hisseden Orhan, “Demek kurbanlarının icabına burada bakıyorsun,” dedi. Sesli bir şekilde düşündüğünün farkında değildi.

Ansızın arkasından gelen zarif bir ses, “Evet, doğru bildin,” diye yanıt verdi.

Sıçrayarak hızla döndü Orhan. Aysun Kavaklı, tam karşısında dikilmiş, gülümseyerek ona bakıyordu.

Orhan’ın nutku tutulmuştu. Bir müddet kılını dahi kıpırdatamadı. O, Aysun’a; Aysun da ona bakıp durdu. Sonra seri bir hareketle tabancasının dipçiğini Aysun’un alnına sertçe indirdi. Sağ kaşı yarılan, yüzünün yarısı kana bulanan Aysun; bilincini kaybederek yere yığıldı.

İşte, onca zamandır peşinden koşturduğu katil… Karısının katili! Orada, ayaklarının dibinde yatıyordu. Hem de savunmasız bir vaziyette… Tek yapması gereken, tetiği çekmekti.

Ama hayır. Daha erkendi…

Çevresine göz attı Orhan. Gördüğü bir sandalyeye Aysun’u oturttu. Zincirlerden birine asılıp tavandan kopardı ve onunla Aysun’u sandalyeye dolayarak sıkıca bağladı.

Birkaç dakika sonra, Aysun kendine geldiğinde, “Sabrım tükendi artık,” dedi Orhan. “O yüzden bir kere soracağım. Karımı neden öldürdün?”

Başını kaldırıp Orhan’ın gözlerinin içine baktı Aysun. Ağzı kulaklarına varmıştı. Yanağından süzülerek dudağının üstünde birikmiş kanı yalayıp, “Ben yapmam gerekeni yaptım yalnızca,” dedi.

“Ne gerekeni lan!” diye bağırdı Orhan. Tabancasını Aysun’un alnına dayadı. “Karım sana ne yaptı ki? Çocuklarıyla ilgilenen, işinde gücünde olan, sıradan biriydi o sadece! Niye beni değil de onu öldürdün!”

“Anlamıyorsun. Anlayamazsın da. Türünüz bazı gerçekleri kavrayabilecek düzeyde değil.”

Tabancasını koltuğunun altına kıstırıp elinin tersiyle bir tokat patlattı Orhan. “Bırak saçmalamayı!”

İstifini hiç bozmadan konuşmaya devam etti Aysun.

“Biliyor musun, aslında benim sizden hiçbir farkım yok. Hepimiz, hayatta kalmak gibi temel bir içgüdüye sahibiz. Yaşamınızı sürdürebilmek için siz nasıl suya ihtiyaç duyuyorsanız, ben de…” Buzdolaplarına doğru baktı. Aralarından bir tanesi açıktı. İçi kan dolu bir sürü kavanoz görünüyordu. “Eh, herhalde köfteyi çakmışsındır.”

Kavanozlara bakınca, Orhan’ın yüzü, iğrendiğini belli eden bir ifadeye büründü. Tabancasını tekrar Aysun’un alnına dayayıp, “Sen bir canavarsın!” dedi.

Aysun gülmekten kırıldı. “Cana… Canavar mı? Biraz daha yaratıcı olabilirsin. Mesela ‘vampir’ kelimesini duymuş muydun hiç? Ya da en iyisi sen bana ‘Kontes Aysun’ de.”

Orhan sinirden ağlamak üzereydi. Sorduğu sorunun cevabını hâlâ alamamıştı. Aysun bunu anlamış gibi birden konuşmaya başladı.

“Karını öldürdüm çünkü seninle biraz eğlenmek istedim. Tıpkı onunla eğlenmek istediğim gibi.” Başıyla yanlarındaki cesedi işaret etti. “Sana acı çektirmenin müthiş olacağını düşünmüştüm. Ardımda iz bırakmamın, seni peşime takmamın sebebi de buydu. Seninle ilgili çok güzel planlarım vardı ama… Elindeki yara her şeyi mahvetti. Kan görmeye dayanamıyorum da ben.”

Lafını bitirdiğinde yeniden gülme krizine girdi Aysun.

Orhan, daha fazla uzatmaya gerek görmeden, tetiği çekti. Mermi, Aysun’un alnını delip geçti ve kafatasını patlattı. Kan, kemik ve beyin parçaları fışkırarak arkadaki duvara yapıştı… Fakat, sanki hiçbir şey olmamışçasına, gülmeye devam etti Aysun. Bağlı olduğu zinciri kolayca kopararak ayağa kalktı. Buzdolaplarının yanına gidip bir kavanoz alarak içindeki kanı son damlasına kadar içti. Kaşındaki yarık, alnındaki delik ve kafatasındaki gedik yok olup fiziki görünümü eski hâline döndü.

Nasıl oluyorsa öldürmeyi başaramadığı bu habis varlığa bütün şarjörünü boşaltası geldi Orhan’ın. Lakin vücudu kilitlenip kalmıştı. Olan biteni ağzı açık bir şekilde seyretmekten başka bir şey yapamıyordu.

Gülmeyi hiç bırakmadan, “Beni binlerce yıldır kimse durduramamışken, senin gibi zavallı bir fani mi durduracak?” dedi Aysun.

O günden sonra Orhan’ı ne gören ne de duyan oldu… Ta ki şahdamarları kesilmiş, cansız ve çıplak bedeni bir çöp konteynerinde bulununcaya dek.