TV’de bayağı bir film izledik. Bunların bir kısmı zaten dillerden düşmeyen seriler; Ghostbusters, Terminator, Robocop, Gremlins, vs. liste uzar gider. Aklıma ilk gelenleri sayıp, kaçayım. Sonrasında editleyerek bir iki film daha eklerim:
Galgameth: @okanakinci, hatırlattığınız iyi oldu. Ayağını yorganına göre uzatan hoş bir filmdi.
Defalarca izlememe rağmen her karşıma çıkınca izlediğim filmlerdendi. Hatta sırf bu filmin sonunu getirebilmek için ailecek misafirliğe uğradığımız evden geç ayrılmıştık. Filmin en sevdiğim sahnesi, genç prensi kızgın kalabalığın ellerinden kurtarma kısmı. Filmin genç, güzel ve cesur kadın başrolünün intikam ve öfke karşıtı söylemi beni derinden etkilemiştir. Anlık öfkeyle hareket etmenin zararları hususunda, Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf’ın o ünlü sözünden çok önce bir şeyleri zihnime kazımış anlardan biridir. Filmin geneli için şimdi izlesem belki çok izlemenin ve hikâyenin doğası gereği bünyesindeki işlene işlene hemen tanıyacağımız şablonların verdiği tanıdıklık hissiyle çocukluğumdaki seyir keyfini vermeyebilir. Ama kabul edeyim, kendi çapında kendini izleten keyifli bir seyirlikti.
American Cyborg Steel Warrior: Öncelikle filmin 1975 tarihli, jön mü jön Yul Brynner’ın yalnız savaşçı rolünde boy gösterdiği The Ultimate Warrior’dan esinlendiği bilgisiyle başlayayım. Ha, filmi defalarca izlediğim zamanlarda bu bilgiye sahip değildim. Ve itirafta bulunursam, 90’ların kaba saba ve anlamsız gösterişlikteki, kıyamet sonrası tekinsiz dünyalılı American Cyborg’e daha bir kanım ısınıyor. Hikâye, dünyadaki kısırlığa çare için taşıdıkları ceninleri güvenli bir bölgeye götürmekle başlıyor. Her Terminator sonrası katil cyborg/android filminde olduğu gibi T-800’den hallice bir makina ekibin peşine takılır ve bir kişi hariç hepsini yok eder. Geri kalan tek kişiyse yalnız kurt kafasında takılan savaşçı tarafından şans eseri kurtarılır (ya da ben öyle hatırlıyorum). Ekipten geriye kalan o tek kişi, savaşçıya kendisiyle gelmesi için ödül vaadinde bulunur ve birlikte yola çıkarlar. Böylece yamyamlar ve tuhaf geleneklere sahip topluluklar gibi karşılaşılan türlü durağın yer aldığı kaçış hikâyesi başlar.
Filmin, beni şaşırtması gerekirken o kadar da etkilemeyen bir ter köşesi de vardı.
The Goonies: Steven Spielberg’in hikâyesini ve yapımcılığını üstlendiği, genç kafadarların peşlerine beceriksiz gangsterler takarak korsan hazine avına çıktığı, tatlı mı tatlı bir serüven.
Stranger Things’in ilham kaynaklarından, halis muhlis 80’ler kafası macera. Aslında bu filmi Indiana Jones formülünün çocuklar temelinde uygulanmış bir versiyonu demek yanlış olmaz. Çocuklar ülke ülke gezemeseler bile hep bir öncekinden farklı mekanlarda macera yaşayarak o eksikliği fazlasıyla gideriyorlar. Geri kalan Indiana macera şablonlarından, gizli hazine, gizemli mekanlar, ilginç bulmacalar, tehlikeli tuzaklar ve hazine peşinde kötü adam teması yerli yerinde.
Filmde tanıdık oyuncular da yer almakta. Şu sıralar Marvel Sinema Evreni’nin Thanos’u olarak arz-ı endam eden Josh Brolin, Yüzüklerin Efendisi uyarlamasının Sam’i Sean Astin (kendisi Stranger Things 2. Sezon’da da boy göstermiştir) yer alıyor.
Filmdeki favori karakterlerimse sırasıyla şu ikili ve çılgın çocuk:

Labyrinth: Bir gün, Muppetların babası, mekanik efekt ve kuklacılık ustalarında Jim Henson, Star Wars ve Indiana Jones serilerinin arkasındaki isim George Lucas ve ünlü İngiliz komedi topluluğu Monty Python’dan Terry Jones bir araya gelmiş, film çekmeye karar vermişler. Oyuncu kadrosuna David Bowie’yi ve gencecik aktris Jennifer Connelly’i katarak, bolca mekanik efekt, dekor ve türlü mekanizmada hayat bulan kukla yardımıyla oldukça klasik temalara sahip fantastik mi fantastik bir yolculuk çıkarmışlar.
Filmi tekrar izlediğimde, zaten çok klasik sayılabilecek büyüme öyküsünün, masalsılığı destekleyen teknik şovun altında daha da kaybolduğu görüşündeyim. Ama o kuklalar ve türlü mekanla tasarlanmış şovlar yok mu, ah o şovlar? Görece daha derli toplu sayılabilecek bir başka Jim Hanson ve ekibinin işi sayılan The Dark Crystal bile o kadar etkileyici gelmemiştir.
Honey! Blew Up the Kid: Eyvah çocuklar büyüdü! Olay bu. Bu kadar. İzlenip unutulacak ve bu sayede yıllar sonra tekrar izlenecek bir aile filmi. Yıllar yıllar sonra ilk film Eyvah Çocuklar Küçüldü’yü izleyebilmiştim. Küçülme ve onunla gelen aksiyonları güzel kotarmışlardı. Bu listenin en uygunsuzu bu film galiba. İkinci filme maruz kalıp, yetişkinken birinci filmi daha çok bağrıma bastım.
Explorers: Gremlins serisiyle tanınan Joe Dante’den bir başka yaratıklı çocuklu film. Çocukların kendi uğraşlarıyla uzaya çıkıp uzaylılarla karşılaşması, çocuk aklımın başını almıştı.
*batteries not included: Bir Steven Spielberg yapımı daha. Uzaylı şirin mi şirin robotlar, kenar mahallenin birinde bulunan apartmana gelirler. Robotlardan biri doğum bile yapıyordu. Yaşlı çiftin eski pişmanlıklarından dolayı onları apartmandan atmaya çalışan serseriyle ilişkileri dramatik ve hikâyesel açıdan dikkatimi en çok çeken şeydi.
Short Circuit: Robotta olsa insanlık insanlıktır! Savaşmak için tasarlanmış bir robotun dostcanlısına dönüşmesi ve insaniliği koruma macerası eğlenceliydi. 5 Numara, yani Johnny 5, yani biricik robotumuz göz kapaklarını kıstı mı, ürkütücü, açtı mıydı, şaşkın ve masumane:
Kendi çapında savaş ve şiddet karşıtlığı içeren tatlı bir film.
Zulu: Teorik mahiyette tüm savaş ve kahramanlık klişelerine sahip. İşlenişteyse savaşı, ona sebep veren şeyleri ve birbirimize karşı verdiğimiz mücadeleleri gözümüzde kutsallaştıran etkenleri sorgulatan bir ruh haline içerisinde.
Elleri kanlı doktorun, inatla kampı terk etmeyip savunma savaşına geçen kumandana haykırışı “Sayende artık doktor değil, kasabım!” (En azından sahneyi öyle hatırlıyorum.)
Ernest Scared Stupid: Jim Varney’in hayat verdiği Ernest karakteri ve onunla anılan seri uzuncadır. Şapşal karakterin tuhaf maceralarını konu edinen serinin en ürkütücüsü bu film. cadılar Bayramı temasına uygun olarak yeri geldiğinde ürkütücü olmaktan çekinmeyen filmin sonuysa tam Ernest’lık. Tamam, biraz çatlakça ama bu film de zaten bir Ernest filmi.
Dragonslayer: Korkunç ejderha, soylu veya yoksul masum prensesler, büyücüler, düzenin sürmesini isteyen kötüler, bir çağın kapanıp bir başka çağın doğuşu… Çocukken izleyince bunları pek fark etmemiştim. Tek derdim ejderha görmekti ve film o konuda beni tatmin etmişti. Filmi tekrar izleyince, kılıç dövüşünde Star Wars’ın etkisi, büyücüler ve ejderhalar gibi mucizevi varlıkların çağının bitip yerini Hristiyanlığa bırakması, hikayeyi uzatmak ve kahramanın ders almasını sağlamak için Yüzüklerin Efendisi’ndekine benzer bir özel emaneti yerine ulaştırma mevzusu ve bunu "O kadar zahmete ne gerek vardı?"ya getiren işleniş… Kendini beğendiren yönleri de kendini sorgulatan yönleri de olan bir filmdi.
They Were Eleven: Ya da asıl adıyla Jûichi-nin iru! Ben kısaca TWE diye özetleyeyim. Bir anime olarak kendisini türdeşlerinden ayıransa şüphe üzerine kurulu psikolojik gerilim. Uzay Akamesi’nden 10 kişi, teste tabii tutulmak için terk edilmiş bir uzay gemisine gönderilir. Gemiye geldiklerindeyse 11 kişi olduklarını fark ederler. Farklı gezegenlerden gelen farklı mı farklı bu 11 kişi de test için orada bulundukları ve 11. kişi olmadıkları hususunda ısrar eder. İşbirliği gerektiren sorunlar karşısında ekibin arası yumuşarken, beklenmedik sorunlar karşısında o gizemli 11. kişinin varlığı ipleri gerer.
Arion: Yunan mitolojisini kafasına göre kurgulayan bir tuhaf macera. Tabii mitolojiyi kafasına göre kurguladığını çok sonra öğrenmiştim. Aman, neyse. Çocukken izledik, ters köşeler karşısında çok ola ola Arion’un macerasına tanıklık ettik.