Bir süredir aklımı meşgul eden bir konu bu. Bir hikâyeyi ya da romanı kaleme alırken hangi yöntemi kullanmalı? Öncesinde uzun uzadıya tasarlayıp, notlar alıp ve ondan sonra mı başlamalı, yoksa hiçbir hazırlık yapmadan doğaçlama başlayıp bu şekilde mi sürdürmeli?
Bugüne kadar hiç tam anlamıyla hazırlığını yaptığım bir hikâye yazmadım. Genelde çok az hazırlık yaptım ve gerisi yazarken aklıma geldi. Bazı öykülerimde o kadarı bile yoktu. Karakterler, mekânlar ve kurgu yazılırken ortaya çıktılar ki öykü seçkisindeki bazı öykülerim böyledir.
Bugünlerde üzerinde çalıştığım bir öykü var ve yarı doğaçlama. Bir bilimkurgu roman serisi projem var. Onda ise durum farklı, hayatımda daha önce hiç yapmadığım bir şey yapıp bütün ayrıntıları oluşturuyorum, ondan sonra yazmaya başlayacağım. Çünkü romanlar hikâyelerden çok farklı, doğaçlama işi bence o tarafta pek olmuyor. Ama dünyada elbette ilginç örnekleri de vardır.
Tolkien’in de eserleriyle ilgili çok detaylı notlar aldığı ve bu notlara göre yazdığı biliniyor. Bu bakımdan kesinlikle doğaçlama değil denilebilir. Ancak o da yazdıkça notlarını değiştirmeye başlamış ve ilk notlarından farklı şekilde tasarımlar yapmış. Bu nedenle eserlerindeki bazı şeyler günümüzde bile tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bu bakımdan orada da bir doğaçlama unsurundan söz edilebilir.
Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Hangi yöntem daha iyi? Yoksa ikisinden de biraz mı olmalı?
Uzun soluklu bir hikaye olacaksa planlı bir yazma yöntemi daha isabetli bir karar olur. İş doğaçlamaya kalırsa tutarsızlıklar baş gösterecektir.
Şöyle 1000 ya da 2000 kelimelik bir öykü ise doğaçlama iş görür.
Tolkien planlı programlı gitmiş. Daha sonraki değişiklikleri doğaçlama olduğunu değil fikirlerinin zamana göre değiştiğini gösterir. Bu süreç de planlamaya girer bence.
Dramatik etkinin amaçlandığı metinlerde plan şart. Doğaçlama yazılan öyküler genelde şiirsel ve duygusal olur, önemli olan final değil cümlelerin nasıl hissettirdiğidir bu türde.
Kesinlikle planlı yazmak. Doğaçlama yazıp hazırlıksız bir şekilde önemli bir işe girişmek mutlaka aksiliklere neden olacaktır. Bunlar da sürekli değişiklikler, düzenlemeler yapmaya gider; yazar adayını zorlayıp yorar, motivasyonunu kırar bir yerden sonra. Tabii 5-10 sayfalık öykü yazılacaksa onda belki doğaçlama olabilir ama uzun bir eser düşünülüyorsa mutlaka hazırlık yapılmalı.
Dünya’ da öyle bir şey vardır ki isim ve sıfatlardan kifayetsiz kalır ve çerçeveler hep dışına taşar, ne beyaz tam bir beyazdır nede siyah tam bir siyahtır.
Bir yol haritası ve kabaca da olsa bir plan olmazsa olmaz diye düşünüyorum. Doğaçlama ile anlatı ortaya koymanın niteliği, anlatının türüne göre değişebilir ama özünde bir planlama şart diye düşünüyorum.
25 yıla yakındır yazıyla haşır neşir biriyim ama tüm eğitim ve meslek hayatım çizim üzerineydi. Bu da yazı yazmada bana muazzam yol gösterdi. Fakültede tuvale bir resim yapılacağı zaman eskizini almayıp planını yapmadığımız takdirde o resim kulaktan kulağa oyunu misali ilk tasarladığımız halinden çok farklı yerlere gider, içimize sinmezdi. Daha acemi zamanlarımda, çeşitli dergilere ilk çizgi öykülerimi yaparken sadece yazdığım metin üzerinden bodoslama başlardım. Birkaç sayfalık işlerde sorun olmazdı ama ilk uzun çizgi roman denememde adeta duvara tosladım. 8 sayfada bitiririm dediğim hikaye, aydan aya doğaçlama bir şekilde genişleyerek sadece giriş bölümü 40 sayfa olacak hale geldi ve 32 sayfası bir derginin 4 sayısına bölünerek tefrika edilmişti. Ne karakterlerin tipleri, ne de görsel anlatım ve hatta balon yazı stilim bu 40 sayfada hiç birbirini tutmuyordu. Profesyonel meslek hayatımda uzun süreli storyboard çizerliğine geçince, bu alandaki tecrübemi yazıya da yansıtmaya başladım ve bir şeyler yoluna girmeye başladı. Öncesinde tüm yazdıklarım yarım, sonu belirsiz ve bıkkınlık sonucu bırakılmış hale geliyordu.
Bilirsiniz, filmlerde ve dizilerde storyboard aşaması önemlidir. Yönetmen bir storyboard sanatçısıyla çalışıp ana kadrajları belirler ya da elinden geliyorsa kendisi çizer. Animasyon sektöründe ise film olsun, dizi olsun, storyboard aşaması mecburiyettir. Hatta bir tık daha detaylı hale gelerek neredeyse her saniyeye bir çizim karesi düşecek kadar detaylı (ama reklam storyboardlarının aksine çalakalem çizgilerle) görsel anlatım, ses de eklenerek videoya dönüştürülür ve storyboard, artık animatik haline gelir. Tüm film, tüm zamanlama ve sahne süreleri ile karakterlerin eylem süreçleri tamamen bu çizimli sesli video taslağı üzerine inşa edilir. Ben de 15 yıla yakındır çizgi film stüdyoları için gerek dizi, gerek film projelerinde storyboard çizerliği ve animatik süpervizörlüğü yaptım ve yazı yazma konusunda bana misal olarak en net tecrübe oldu.
8-10 sayfalık ya da 20-25 sayfalık bir öykü yazacağım zaman, kafamda ilk anda şekillenen fikirler haricinde bazı diyaloglar ve bazı anlatım biçimleri de beliriyor. Bunları gece gündüz fark etmeksizin, not alma ihtiyacı duyduğum anda telefonuma not ediyorum (sadece bunun için tek kişilik bir whatsapp grubum bile var, sonra oradan metin belgesine aktarıyorum). Biriken notları zamanı gelince temize çektikten sonra yazacağım formata göre (günlük tefrika olarak mı paylaşacağım, yoksa tek seferde başlayıp biten bir öykü mü olacak) taslak haline getirmeye başlıyorum ve bu taslak, kaba bir özete dönüşüyor. Mesela burada da paylaştığım “Kara Esvaplı Küşende” adlı öykümün özet taslağını (ve onunla beraber diğer 5 uzun öyküsünün de) ortalama 5-6 sayfa olarak çıkarmıştım. Tabi ben özetin her paragrafını tekrar okudukça neleri detaylandıracağım, neleri irdeleyeceğim, aradan zaman geçse bile her okuyuşumda ilk andaki sıcaklığı ile canlandırabiliyordum. Daha öncesinde 5 bölümlük bir çizgi romanım için senaryo taslağı hazırlamıştım mesela. Onun notları çok daha dağınıktı ve bir haftalık bir çaba sonucu 30-40 sayfalık detaylı bir özete evrilmişti. Ondan da önce tek kitaplık bir çizgi romanın metin taslağını yine 10-15 sayfalık özet halinde belirleyip nadasa bırakmıştım. Halen ara ara açıp bakıyorum ve ilk andaki heyecanı duyuyorum. Başlayacağım güne kadar o şekilde beklemeye devam edecek. Bunların haricinde geçen ilkbaharda başladığım ve sonbahara kadar 200’e yakın sayfasını yazdığım ilk roman denememin henüz başlarda olsa da beklediğimden daha düzgün bir şekilde ilerlemesini ise 2 yıl önce yazdığım 10-15 sayfalık bir özete borçluyum. Yazım süreci esnasında ise kaçınılmaz olarak başka notlar aldım ve 200’lü sayfalara gelmeye başladığımda sadece devam notlarından oluşan sayfalarımın sayısı 30’u geçmişti. Ara vermeme rağmen tekrar döneceğim zaman en az yarım günümü bu notları tekrar okumaya ayıracağım ve bir nevi ağırlık antrenmanı öncesi ısınma yerine geçecek.
Plan program olmadı mı, şayet hemen de kaleme alınamayacaksa en güzel fikirler dahi uçar, buhar olur ya da ilk andaki heyecanı vermez. Ama heyecan tazeyken notlar alındı mı, bir de kaba bir taslak oluşturuldu mu (başlanacağı zaman bu taslağa %100 uyulmasa da olur, o taslak her şekilde görevini yerine getirecektir) aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, hatırlama amaçlı her okuyuşta ilk andaki sıcaklığı verecektir ve yazma isteği gelecektir.
Şayet isterseniz, yine daha önce burada paylaştığım “Çeribaşı” adlı öykümün kaba taslağını, kısa özetini ve detay notlarını buraya taşıyabilirim. Demek istediklerimin uygulamalı örneği olur. “Bu kadarı yeterlidir.” derseniz de yazacaklarınızda kolaylıklar ve başarılar dilerim. Az buçuk faydam olabildiyse ne mutlu bana.
En başta iyi kötü bir taslak olduktan sonra süreç içerisinde değişmesinin önemi yok. Fazla sadık kalınır, az sadık kalınır ama onun yerini başka notlar ve taslaklar alır. Bu da esasen ilk plana sadık kalınmasa bile anlatının yolunu doğaçlamaya çevirmez. Sadece notların ve taslağın seyri değişir. En azından bende böyle ilerliyor. Ama hiç aklımda olmayan şeyleri de süreç esnasında ilave ediyorum ki bu da yazım aşamasının doğal getirisi oluyor. Buna da doğaçlama gözüyle bakmıyorum. Olması gereken olarak görüyorum.
Ama en nihayetinde, ilk andaki en kaba omurga taslağım her zaman baki kalıyor. Sadece detaylar ve ekstralar şekilleniyor, hatta bazen sürpriz ilavelerle mükemmelleşebiliyor. Kendi meşrebince tabi.
Önce öykümün linkini paylaşayım, okumak isterseniz kenarda dursun;
Çıkardığım ilk notlar şu şekildeydi;
Dul avrada göz koyup sipahi abisini öldürten subaşı
Yardımcıları var, ellerine üç beş sikke sıkıştırıp arada kullandığı.
İt kopuk taifesinden.
Bir sokak köşesinde darp edilirken Subaşı ile adamları yetişir, saldırganların peşinden adamları koşarken subaşı da mağdur ile ilgilenir. Biraz oyalandıktan sonra bir kuytuda mağdur, subaşının böğrüne hançeri saplar ve bilmem kim ağanın selamını söyler. Sonraki akşam ağanın tımarındadır. Oğlu, subaşı ve kethüdası tarafından falakaya yatırılıp sakat bırakıldığı için (artık binici mi olur, başka şey mi) intikamını bu yolla almıştır. Kethüda ise öldürülmemiş, sakat bırakılmıştır. Bir ara gözü yüzündeki morluğa takılır, epey uğraştırmış ve saire gibi laflardan sonra ücreti öder. Tımardan ayrılınca bir açıklıkta birileriyle buluşur. Bunlar önceki akşam darp tezgahı kuranlardır. Efruz Ağam diye saygıyla hitap etmektedirler. Hepsi payını alır ama en iri olanına önceki akşam tembihinden fazla sert girişip yüzünde iz bıraktığı için adeta meydan dayağı çeker. Sonra parasını yere atar. Adam yerden dişleriyle beraber ücretini alır ve grup, Efruz’un salık vermesiyle ortadan kaybolur. Efruz da yoluna gider.
Allahtan değil ama Efruz dan çok korkarlardı.
Şehir subaşısının adamları / kolcuları
Bekçibaşı
Yasakçı Çavuşu
Bostancılar / bostancı neferleri
Kol gezen subaşı adamları
Kolcular
Çeribaşı / Çeribaşılık
Çeribaşılık eden filanca çavuş
“Namahrem” Bir Küşende Öyküsü
Gördüğünüz gibi birkaç cümlelik fikir notlarını çok kısa bir özet takip etmiş, ardından da biraz daha detay arz edecek kavramsal notlar gelmiş. Gece yatmadan önce ya da ofiste mola anında telefona not almışım. Hatta adı bile farklıymış. Başlangıçta sebep sonuç ilişkisindeki karakterler ve rolleri farklıymış. Sonra adam akıllı kafamda şekillenince masanın başına oturmuşum ve günlük tefrika olarak anlatırsam, 7 güne nasıl pay ederim diye düşünmüşüm. O da aşağıdaki final taslağı ortaya çıkarmış;
1- Şehir subaşısının adamları akşam ezanından sonra kentte kol gezmektedir. Çeribaşı uykuya direnmekte, bir çeşmeden eline yüzüne su çırpmaktadır. Sabaha daha çok vardır ve eskisi gibi sabahlayamamaktadır. Eski günler aklından geçerken üstüne başına çeki düzen verir. Ansızın bir gürültü kopar, adamlarına işmar edip sesin geldiği yönü tayin edeler ve feryat figan edilen yere vardıklarında dört beş kişi, aralarına aldıkları tüccar kılıklı birini benzetmektedirler.
2- Saldırganlar, kolcuları görünce hareketlenirler. Çeribaşı, kaçanların peşine adamlarını takarken kendisi de yaralıyla ilgilenmeye yeltenir. Yaralının ağzı burnu dağılmış, esvapları kan içinde kalmıştır. Çeribaşı onu koltuklayıp bir çeşme başına sürüklemek niyetindeyken yaralı dinçleşir ve çeribaşının göğsüne hançerini saplar. Çeribaşı inanamaz gözlerle kurtardığı adama bakar.
3- Çeribaşının hançeri yedikten sonraki mahvı ile detayları işleriz. Sonrasında hançeri saplayan adam bir şeyler mırıldanır, çeribaşının gözleri iri iri açılır, hayret ve ihanet duyguları arasında bocalarken başına gelen düzene uyanır. Dul bacısına talip olan ama olumsuz yanıt alan tımar sahibi bir yeniçeri eskisinin oyununa gelmiştir. Kahrolarak ruhunu teslim eder.
4- Hançeri saplayan Efruz, ölüyü orada bırakıp sokak aralarında gözden yiterken kolculara keseriz. Saldırganları epey kovalamış fakat yakalayamamışlardır. Bir noktada pes edip elleri boş vaziyette dönmektedirler. Olay mahalline vardıklarında çeribaşının cesediyle karşılaşırlar.
5- Kolcular ne yapacaklarını tartışıp ivedi hareketlerle gereğini yapmaya uğraşırken şehrin başka yerinde bir konağa keseriz. Yatsı namazının bitmesini bekleyen Efruz, tüccar kılığından sıyrılıp kara esvaplarına bürünmüştür. Yeniçeri eskisi tımar ağası ile alışverişini tamamlar. Ağa, yakında görücüleri bir daha gönderip çeribaşının dul karısını aldıracaktır, sahipsiz kalan kadının başka çaresi kalmayacağı gibi ağa da muradına erecektir.
6- Bir ara Efruz’un dağılan suretine bakar, yaman benzetildiğine dair laflar eder, Efruz ses etmez. Ödemesini alıp konaktan ayrılır. Şehrin dışında bir ıssızda onu bekleyen beş adamı gece karanlığında fark eder. Adamlar el pençe divan durmaktadır. En iri yarı olanına yanaşıp okkalı bir tokat indirir. Tokatın şiddetiyle adam yere kapaklanır. Mahcup bir şekilde bakmaktadır. “Ağam, af buyur. Elimin ayarı kaçmıştır!” demeye varmadan bu kez çizmesinin tabanı adamın suratında patlar.
7- Adam gene çok hasar almamıştır ama burnu kırılmış, her yanı kan olmuştur. Efruz hırsını alamaz. Adamı yerde tekme manyağı yapar. Adam af dilemekte, bir daha böyle bir şey olmayacağını, mahsustan vuracağını ve saireyi dile getirir. Efruz, denk getirdikçe çenesine çenesine indirir tabanını. Berikiler başları öne eğik olsa da ibretle olayı kesmektedirler imkan buldukları ölçüde. Allah’tan korkmayan bu it kopuk taifesinin Efruz’dan ödü patlamaktadır. Sonra Efruz hepsinin ücretlerini verir, en son iri kıyım olanınkini yere atar. Adam, yerdeki kırık dişleri arasındaki kan gölünden sikkeleri ayıklarken Efruz atına atlar, başka bir iş için ondan haber beklemelerini tembihleyip gözden uzak kalmalarını, şehirde beraber gözükmemelerini tembihler ve oradan uzaklaşır.
Bu notların ardından öyküyü okursanız, neleri gereksiz görüp çıkarmışım, neleri detaylandırıp daha da kabartmışım görebilirsiniz. Açıkçası en kolay ve en basit ilerleyen öykülerimden biridir taslak aşamasında. Çok daha farklı şekillerde, çok daha zor ilerleyen örneklerim de oldu. En nihayetinde isimsiz, kendi çapında bir şeyler anlatmaya çalışan biriyim ve naçizane deneyimlerimi paylaşmış oldum. Bende işe yarayan ve beni diri tutan yegane yönteme çok kaba bir örnek verdim. Herkeste işe yaramayabilir, belki çok daha farklı kafada olanlarımız için olumsuz bir yöntem bile olabilir ama beni bu yöntem ihya ediyor.
Anlattığım hikayelerde benim için en önemli şey “Fikir” dir. Fikir olmadan olmaz. Kısa ve öz bir fikri olmalı. George Lucas ın “Yıldız Savaşları” filmi için ikna etmek üzere, yapımcının eline verdiği bir parmak uzunlukta kağıda yazdığı “Savaşlar yıldızlarda geçecek” kadar öz bir fikir.
İkinci önemli şey “Karakterler”. Kötü mü? Bencil mi? Korkak mı? (Kahraman olmasın da): Karakter bütün hikayenin başını, sonunu, gidişatını, diyalogları v.s belirler. Hatta bazen fikrin önüne bile geçebilir. Üzerinde en çok düşündüğüm şey karakterlerdir.
Önce (Fikir ve karakterlerden sonra) hikayenin ilerleyeceği (Sonu dahil) patikayı belirlerim. Sonra defalarca hikayeyi kendime anlatırım, ta ki ben ikna olana kadar. Bütün olaylar, diyaloglar ben yazmaya başladıktan sonra gelir. Plan yapmam, not almam. En keyifli olan bu (Bana göre), bazen ortaya çıkan sonuçlar beni bile şaşırtıyor. Benim hikaye anlatma tarzım bu.
Ben daha “Yazmak için başına oturma” kısmını bir türlü aşamadım. Her gün aklımda bir şeyler yazmak, karalamak fikri ama bir türlü başına oturamıyorum. Geçmiş yıllarda yine iyi kötü yazabiliyordum.
Yazabildiğim zamanlar ise genelde doğaçlama, plansız idi.
Bence uygun bir eser; tutulmazsa yok olacak, çılgın hayal gücü parçalarını barındırabilecek kadar doğaçlama, bu parçaları anlamlı bir bütün haline getirebilecek kadar planlı olmalıdır.
Henüz parmağımla gösterebikeceğim bir edebi eserim olmasa da romanları (öyküleri de) değerlendirirken bu yazınların yapısı aklımda asla ayrılamayacak ölçüde iç içe geçmiş katmanlar olarak şekilleniyor.
Basitçe şöyle:
Evren Kurgusu
1.1 Mekan
1.2 Zaman
1.3 Karakterler
Olay Kurgusu
2.1 Ana olay
2.2 Ana olayı anlamlandıran yan olaylar
Alt Metin
3.1 Felsefi alt metin
3.2 (varsa) Bilimsel alt metin
Anlatım Şekli
4.1 (Gizem unsurunun miktarına göre) Kapalı/açık anlatım
4.2 Söz sanatları
4.3 Dilin akıcı/ağdalı olması
Eğer bir şey yazmaya yetecek kadar özgüvenim olsaydı bunların hepsini, hayal gücümü sonsuzluğa doğru salarak, tasarlar ve eserimin iskeletini oluştururdum. İskeleti, uygun ölçüde doğaçlamaya izin verecek şekilde, tasarladıktan sonra da tutarlı ve hatasız olarak üstünü örmeye başlardım.
Ana hatları çok basit cümlelerle çıkarmış olmak gerekir bana kalırsa. Olay akışı ve sona dair belli başlı fikirleriniz olmalı. Değil roman, kısacık bir öykü bile olsa yazarken “doğaçlama” diye bahsettiğiniz şey devreye giriyor zaten. Ya karakterler akışı yönlendiriyor ya da bilinçaltınızdan hiç hesaba katmadığınız şeyler dökülüyor. Roman formatında iskelet elzem ama öyküde en azından sonu bilmek gerek (bitişte değiştirsek bile) diye düşünüyorum. Yoksa ya yarım kalıyor ya da gereksiz yalpalıyor hikaye.
Yanıt veren herkese teşekkür ederim. Benim yaşadığım ilginç bir nokta da bazen aldığım notlar nedeniyle kısıtlanmış hissetmem.
Diyelim ki kısa bir öykü değil de daha uzun bir şey yazıyorum. Bunun için de eserin iskeletini oluşturacak notlar alıyorum. Şimdi bu noktadan itibaren aldığım notlara uyarak yazmaya başlamak lazım. Elbette bazen notların dışına çıkmak ya da notları değiştirmek mümkün. Ancak ben yazdıkça aklıma öyle detaylar, öyle fikirler geliyor ki aldığım bütün notları tamamen terk edip hikâyeyi bambaşka bir hâle getirmek istiyorum. Bunu yapmadıkça da notlarımın beni kısıtladığını ama yaptıkça da yazmakta olduğum hikâyenin dağılmakta olduğunu düşünmeye başlıyorum. En sonunda da o hikâyeden soğuyup yazmaktan vazgeçiyorum.
Murat Sönmez’in bu videoda anlattıklarına bakarsak Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’ni çoğunlukla doğaçlama yazmış. Bırakın ortasını ve sonunu, başını bile planlamadan işe girişmiş. Yazarken de pek çok şeyi sil baştan tasarlamış.
Bana ilginç geldi. Çünkü Tolkien eserlerini oluştururken önceden bir sürü notlar almış, hikâyenin geçeceği yeri, konuşulan dilleri, halkları, mitolojiyi fazlasıyla detaylandırmış bir yazar diye biliyordum. En son Numenor’un Düşüşü’nü okurken dipnotlarda kaybolmuştum. Yüzüklerin Efendisi gibi bir şaheserin doğaçlama olması ise büyüleyici.