Dolunay Tepeye Çıktığında

Bu hikayeyi yıllar evvel bir başka forumda paylaşmıştım…

Dedemin yaşadığı köye henüz küçük yaşlarımda, ailemle birlikte gidiyordum. Çocukken dedemi çok fazla görürdüm ama zaman geçtikte bazı şeyler ve öncelikler değişiyor… O hiç şehre gelmezdi, ben de köye gidecek fırsatı bulamazdım. Ama uzun bir ayrılığın sonunda nihayet dedemi ziyarete gidecektim… Hem de sürpriz yapacaktım. Köye gideceğim gün erkenden uyanıp son hazırlıklarımı yaptım. Hatırladığım kadarıyla köy oldukça eski yapıya sahipti, bu yüzden yanıma aldığım ilk şey fotoğraf makinenası oldu. Bütün hazırlıklarım bitince evden ayrıldım. Köy yolunda iki farklı kaza olduğundan trafik kilitlenip kalmıştı. Normalde dört saatte gidebileceğim yere tam sekiz saatte varabilmiştim. Köye girdikten sonra dedemin evine varmak çok zor olmamıştı.

Dedem iki katlı, ahşaptan yapılma, duvarları eskimis klasik bir köy evinde oturuyordu. İyice solmuş kül rengi kapının önünde durdum. Nedense heyecanlanmıştım, kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu; derin bir nefes alıp kapının tokmağını kaldırıp indirdim. Kapı hemen ardına kadar açıldı, sanki dedem birinin geleceğini bekliyormuş gibiydi… Dedemi karşımda görünce dizlerimin bağı çözüldü. Nereyse 9 yıldır görüşmüyorduk, kalbimin çarpıntısı ağzımda hissediyordum. Yine de duygusallığım şaşkınlığımın önüne geçememişti… Hatırladığım kadarıyla dedemin görüntüsü daha yaşlıydı, şimdi ise epey dik duruşlu ve dinçti. Beni karşısında görünce gözleri doldu. Yeşil gözleri giderek ıslanarak “Özgür… Hoş geldin oğlum” dedi. Sesi titriyordu, kalbinin hüzünle dolduğu her halinden belli oluyordu. O sırada yoldan geçen birisi dedeme “Avcı, misafirin var galiba” dedi. Dedem gülümseyerek “Ne misafiri? Misafir olur mu hiç! Canım parçası, torunum gelmiş” dedi. Evet, hatırlıyordum, dedem bir avcıydı… Hatta iyi bir avcıydı. Dedem “Hadi oğlum içeri gir” dedi.

Evin için hatırladığım gibi değildi. Evin dışı ne kadar eski püskü gözüküyorsa içi tam tersi, gayet modern döşenmişti. Dedem hem meraklı hem de sitem dolu bir ses tonuyla “Ah be oğlum neden kendinden mahrum bıraktın beni?” diye sordu. Buruk bir gülümseme ile “Biliyorsun dede, durmadan çalışmam gerekiyordu…” dedim. Mahrum bakışlarıyla “Biliyorum oğlum, biliyorum… Baban ölünce dertler omzuna yüklendi. Annenle sana sahip çıkamadım, affet” dedi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Araya giren yılların acısını çıkarır gibi sıkıca sarıldım, artık birbirimizden kopmayacaktık! Beklediğim duygusal sahne yaşandıktan sonra dedem içten bir gülümseme ile “Doğruca istediğin bir odaya git eşyalarını bırak, kıyafetlerini değiştir ve biraz dinlen… Bu akşam sana bir ziyafet hazırlayacağım” dedi. Koşar adımlarla çocukken kaldığım odaya yürüdüm… Sanki hiç değişmemişti, oda aynı duruyordu; oyuncaklarım, fotoğraflar… Daha fazla duygusal ruh haline girecek gücüm yoktu. Hemen üstümü değiştirip yattım.

Dedem resmen ne bulduysa sofraya koymuştu; çok zengin bir masa hazırlamıştı. Hemen sofraya oturduk. Biraz mahcup bir ses tonuyla “Amma zahmet etmişsin” dedim. Dedem tok bir ses tonuyla “Ne zahmeti? Oğluma sofra kurmanın nesi zahmet olur…” dedi. Sanki iştahım kabarmıştı, masanın üzerindeki her şeyin tadına bakıp tıka basa doymuştum. Yemeğin ardından biraz sohbet ettikten sonra “Dede, sana ayıp olmazsa biraz köyü dolaşayım ?” diye sordum. Dedem sanki bu soruyu bekliyormuş gibi “Ne ayıbı oğlum, çık dolaş tabii… Ama ben de seninle geleyim, biriyle tanıştıracağım seni, sonra ben dönerim eve” dedi. Büyük bir merakla “Kiminle?” diye sordum. Dedem ayağa kalkıp ceketini üstüne geçirdikten sonra “Sen daha küçükken buradan Mehmet diye bir çocukla arkadaş olmuştun. O da benim torunum sayılır.” dedi. Ben de üstüme bir şeyler giydikten sonra evden çıktık.

Köy çok sessizdi. Doğru düzgün bir ışıklandırma sistemi de olmadığı için neredeyse önümüzü zor görüyorduk. Ben bir yere takılmayayım diye yavaş yavaş yürürken dedem gayet hızlı gidiyordu. Yaklaşık 10 dakika sonra bir evin önünde durduk. Dedem hızlıca kapıya vurdu. Kapıyı benim yaşlarımda gençten bir çocuk açtı. Çocuğun gayet masum bir duruşu vardı. Dedemi görünce “Ooo avcı dedem, hoş geldin” dedi. Dedem gülerek “Hoş buldum oğlum. Bak senin çocukluk arkadaşınla tanıştırayım” dedi. Çocuk hemen elini uzatarak “Hoş geldin kardeşim, ben Mehmet” dedi. Samimi bir şekilde çocuğun elini sıkarak “Hoş buldum, ismim Özgür” dedim. Dedem ikimizin de omzuna vurduktan sonra “Mehmet sana zahmet olmazsa torunuma köyü gezdirir misin? Ama fazla geç kalmayın!” dedi. Dedemin neden ‘fazla geç kalmayın’ demesini anlamamıştım ama bir şey demedim. Dedem eve doğru giderken biz de köyü dolaşmak için yola düştük.

Mehmet gerçekten iyi bir insandı, neredeyse 2 saat boyunca köyün etrafında turlayıp muhabbet etmiştik. Ama zaman köyün içinde ilerlemiyordu sanki, saatim daha 10:21’i gösteriyordu. Saatin kaç olduğunu Mehmet’e söylediğim de soğuk bir ses tonuyla “Artık evlere dağılalım o zaman, zaten kimse kalmadı sokaklarda” dedi. Büyük bir merakla "Yaz mevsimindeyiz genelde köyün yaşlıları kahvehaneye falan çıkmıyor?" diye sordum. Mehmet yüzünü buruşturup cebinden bir sigara çıkardı, sonra kesik kesik konuşmaya başladı…

“Çıkıyorlar… Ama böyle bir gece de değil… Sana çok saçma gelebilir bu diyeceğim şey ama bilmeye hakkın var… Bazı geceler, daha doğrusu dolunay geceleri iblise aittir.”

“İblis?”

“Evet, iblis… Kurt kılığına girmiş iblis”

“Kurt adam gibi mi yani?”

“Artık o canavara ne dersen…”

Mehmet’in söylediklerinin hiçbir mantıklı yanı yoktu. Yüzümde anlamsız bir tebessüm ile “Bak kardeşim, sen gayet aklı başında bir insansın, böyle garip yaratıklar sadece filmlerde oluyor” dedim. Mehmet başını yere eğip “Öyle diyorsun ama deden geceleri onu avlamaya çıkıyor; bu gece de çıkacak!” dedi. Sanki kalbime bir bıçak saplanmıştı. “Olur mu öyle şey? Dediğin gibi en iyisi evlere dağılalım, hem dedemle şu konuyu konuşayım” dedim. Mehmet’le birbirimize telefon numaralarımızı verdikten sonra evlere dağıldık.

Eve girdiğimde dedemin yaptığı hazırlığı gördüm. Bir tane tüfek omuzundaydı, başka bir tüfek ise elindeydi. Hemen dedemin karşısına geçtim ve büyük bir tedirginlikle aklımdaki cümleleri sıralamaya başladım…

“Dede, Mehmet bir şeyler saçmaladı… Dolunay geceleri bir canavar köye geliyormuş sen de onu avlamaya çalışıyormuşssun falan filan…”

“Sana anlatacağını biliyordum zaten… Gerçi anlatmasa da elbet gece olduğunda anlayacaktın”

“Dede yapma lütfen! Sence mantıklı mı inandığınız bu şey?”

“Bak güzel oğlum, yaşadığımız dünyanın içinde sadece masum insanlar yok; lanete bulaşmış, iblisin oğlu olmuş insanlar da var… Onlardan birini ben avlamaya çalışıyorum… Ben gittiğimde kapıları iyice kilitle, bir şey seni rahatsız ederse benim odam da bir silah var, onu kullan!”

Dedem hızlıca evden çıkmıştı. Mehmet’in ve dedemin inandığı şey hala bana saçma geliyordu, yine de içimde bir endişe vardı… Dedem gittikten yaklaşık yarım saat sonra Mehmet aradı;

“Avcı dedem çıktı mı?”

“Evet… Hayali bir şeyi avlamak için çıktı”

“Birazdan uluma seslerini duyarsın”

“Normal bir kurt olma olasılığı yok mu?”

"O iblisi çok fazla insan gördü. Normal bir kurt, iki ayağının üstünde koşabilir mi?

“Bilmiyorum ama evde oturmayacağım! Ben de köyün sokaklarında onu arayacağım.”

Telefonu kapattıktan sonra hemen dedemin yattığı odaya koşup söylediği silahı aldım. Üstüme de bir tane mont geçirip kendimi sokağa attım.

Sokaklarda in cin top oynuyordu. “O kadar insan nasıl olur da bir efsaneye inanabilir?” diye soruyordum kendime. Mehmet’le geçtiğimiz sokaklardan ve kendi keşfettiğim daha karanlık sokaklarda neredeyse 45 dakika boyunca turlamıştım ama hiçbir tuhaflık yoktu… Eğer öyle bir canavar gerçekten var olsaydı benim gibi savunmasız bir insana saldırmaz mıydı? Artık emindim, öyle bir canavar yoktu; köy halkı kendilerince bir efsane uydurmuştu. Artık rahatça eve dönebilirdim. Karanlık sokakları arkamda bırakırken korkunç bir uluma sesi duydum. Ses o kadar ürperticiydi ki kalbim yerinden çıkacak gibi gümbürdemişti. Koşar adımlarla eve doğru ilerlerken tekrar uluma sesini duydum ama bu sefer daha yakınımdaydı… Hatta hemen arkamdaydı! Ne olacaksa olsun diyerek arkamı döndüm ve gördüğüm şey karşısında donakaldım. Neredeyse iki metre boylarında, kan kırmızısı gözlere sahip, birbirinine yapışmış simsiyah kılları olan, iki ayağının üstünde duran korkunç bir yaratıktı. Yaratığı görür görmez elimdeki silahı fırlatıp koşmaya başladım; hiçbir şey düşünmeden sadece koşuyordum. Ben koştukça o iğrenç canavar da peşimden koşuyordu. Korkudan ağlıyor ve bağırıyordum.

Omzumda korkunç bir acı hissettim, hatta acıdan bayılabilirdim. Kafamı biraz olsun çevirip omzuma bakamazdım, sadece koşmam gerekiyordu. Yaratık hala peşimdeydi. Her şey bitti derken bir tüfek sesi duydum. Birisi yaratığa ateş etmişti ama yaratık bir şey hissetmemişti; en azından kaçmasını sağlamıştı. Yaratığı vuran kişinin dedem olduğunu sanmıştım ama silah sesinin geldiği yöne baktığımda Mehmet’i gördüm. Hemen yanıma koşup koluma girdi ve beni eve kadar götürdü.

“Canavar galiba omzundan ısırmış, dua et bununla kurtulmuşsun!”

“Beni nasıl buldun?”

“Çığlık seslerini duydum; bir tüfek kapıp kendimi sokağa attım”

“Hayatımı kurtardığın için teşekkür ederim ama dedem hala dışarıda… Ya o na da zarar verirse?”

“Merak etme köydeki en tecrübeli kişi deden, yıllardır canavarı avlamaya çıkıyor; hatta bir sefer onu öldürmeye çok yaklaşmıştı. Zaten sabah olmak üzere, iblis çoktan kaybolmuştur. Ben eve gideyim. Omzundaki yarayı deden halleder.” Mehmet gittikten sonra çok geçmeden dedem eve geldi. Yanıma koşarak “Oğlum… Oğlum iyi misin?” diye bağırıyor ve ağlıyordu. Omzumdaki acı neredeyse bitmişti “İyim dede” dedim. Dedemin üstü başı kan içindeydi, o halini görünce çok korktum. Büyük bir merakla “Yaralandığımı nereden biliyorsun ki dede?” diye sordum. Dedem ağlamaya başladı. Koskoca adam karşımda hüngür hüngür ağlıyordu. Dizlerinin üstüne çöküp “Benim suçum… Ben yaraladım seni… Köyün laneti benim” dedi. Ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi bilemiyordum, zaman sanki o an durmuştu. Dedem yanıma yaklaşarak “Sana her şeyi anlatacağım ama ilk önce şu omzundaki yarayı temizlemem lazım” dedi. İlk önce benim omzumdaki korkunç gözüken yarayı büyük bir ustalıkla temizleyip iyice sardı. Dedem üstündeki kıyafetleri değiştirdikten sonra karşılıklı oturup konuşmaya başladık.

“Sen tam olarak nesin, nasıl böyle oldun?”

“Benim lanetim doğumumla beraber başladı. Soyumuzdaki bir başka lanetli tarafından bana geçti; onun lanetini devam ettiriyorum”

“Sadece bizim soyumuzda mı var?”

“Benim gibi bir sürü insan var ama burada sadece ben varım”

“Bende de lanet olabilir mi?”

“Eğer olsaydı bunu hissederdin… Ama senin çocuğunda olabilir”

“Neden bana anlatmadın?”

“Seninle neden yıllarca görüşmedim sanıyorsun? Seni bundan uzak tutmak istedim ama bugün seni karşımda görünce kalbim yanmaya başladı”

“Mehmet seni vurdu ama ölmedin, neden?”

“Normal kurşunlar bana zarar veremez! Yüzyıllar önce benim gibi yaratıkları gümüş kurşunlar ile öldürürlermiş”

Biz konuşmaya daldığımızda sokaktan bir kadının çığlık seslerini duyduk. Dedemle birlikle dışarıya fırladık. Kadın “İblis bütün hayvanlarımı yemiş” diye bağırıyordu. Sadece kadın değil, köydeki bütün insanlar öfkeliydi. Bir adam “Bu kadar ölüm yeter! Silah tutmasını bilen herkes hazırlığını yapsın. Bir daha ki dolunay gecesi o iblisi öldüreceğiz!” dedi. Dedemle birlikle eve geri döndük. Endişeli bir şekilde “Şimdi ne olacak?” diye sordum. Dedem ifadesiz bir suratla “Nasıl ne olacak?” diye sordu. Pencerede sokağı işaret ederek “Köy halkı seni öldürmek için dolunay gecesi sokağa dökülecek” dedim. Dedem gülümsedi “Gümüş kurşun gerçeğini bilmiyorlar, onların kurşunları beni öldüremez” deyip odasına gitti; geri döndüğünde elinde bir kutu vardı. Kutuyu bana verdikten sonra “Bu kutunun içinde gümüş kurşunlar var… Bir gün kendimi öldürmeye karar verirsem diye hazırlamıştım” dedi. Kutuyu açtım. Tahminen 20 tane parlak kurşun vardı. Büyük bir merakla “Bunu bana neden verdin?” diye sordum. Dedem elleriyle saçlarımı okşayıp “Dolunay gecesi bunları kullanabilirsin” dedi. Elimdeki kurşunlara bakarken kapı çalmaya başladı. Dedem koşarak kapıyı açtı, ben de arkasında duruyordum. İri yarı bir adam “Avcı Ömer, yardımına ihtiyacımız var. Dolunay gecesi tüm köy halkı olarak sokaklara döküleceğiz, bilgilerine ihtiyacımız var” dedi. Dedem “Tamam yardım ederim. Sen herkesi kahvehane de toparla” dedi. Adam gittikten sonra dedem üstüne yeleğini giyip “Ben kahvehaneye gidiyorum, sen evde kal” dedi ve evden çıktı.

Dedem yaklaşık 1 saat sonra geri gelmişti. Hemen “Ne anlattın onlara?” diye sordum. Dedem üzerindeki yeleği çıkardıktan sonra “Avcılık hakkında birkaç şey anlattım. Beni… Yani yaratığı öldürebileceklerini sanıyorlar; gümüş kurşun olmadan hiçbir şey yapamazlar” dedi.

DOLUNAY GECESİ
Kapı sanki yerinden sökülecekmiş gibi vuruluyordu. Kapıyı açmak için ayağa kalktığımda, dedem “Sen otur. Beni çağırmak için geldiler” dedi. Dedem kapıyı açtığında duyabildiğim kadarıyla adamın birisi “Vakit geldi! O iblisi bu gece öldürüp kellesini köy meydanında sallandıracağız” dedi. Dedem “Sizi gidin ben biraz sonra yanınıza geleceğim” dedi. Adam gitmişti. Dedem yanıma geldi. Heyecanla “Ne yapacaksın?” diye sordum. Dedem yüzünü buruşturarak “Onlarla birlikte biraz yürüyeceğim, sonra onlardan ayrılacağım ve ıssız bir yerde lanetin bedenimi ele geçirmesine izin vereceğim… Bu gece çok fazla kişi ölecek!” dedi. Duygusuz bir ses tonuyla “Vicdanın nasıl rahat ediyor?” diye sordum. Dedem ifadesiz bir suratla “Bu lanet insanın vicdanını elinden alıyor. Birazdan dolunay en tepeye çıkacak. Ben gidiyorum” dedi ve kendini evden attı.

Dedem çıktıktan sonra kendi kendime düşünmeye başladım. Bu gece birçok masum insan ölecekti, buna müsaade edemezdim. Gümüş kurşunları yerinden çıkardım ve evdeki bir tüfeği alıp sokağa çıktım. Bu gece masum insanların çilesine son verecektim. Köydeki insanlar karınca gibi sağa sola dağılmıştı. Ne yapacağımı bilmeden bir oraya bir buraya yürürken birinin çığlık sesini duydum; hemen çığlığın geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Bir adamın kafası gövdesinden ayrılmış bir vaziyette yerde yatıyordu; etraf resmen kan gölü olmuştu. Dayanamayıp kusmaya başladım. İyice sinirlerim gerilmişti. Düşünebildiğim tek şey o canavarı öldürmekti. Ormana doğru yaklaştığımda arkamda bir uluma sesi duydum. Tüfeğin kilidi açıktı. Hızlıca arkama döndüm. İblis bütün korkunçluğuyla karşımda duruyordu ama bu sefer korkmuyordum. Pençelerini kaldırıp üzerimde doğru koşmaya başlayınca tüfeği ateşledim. İblis yere yığılmıştı. Yavaş yavaş korkunç görüntüsü kaybolup normal insana dönüyordu. En sonunda dedemin kendisini görmüştüm. Kanlar içinde yatarken zar zor bir şeyler demeye çalışıyordu “A… A… Aferin oğlum. Yattığının odanın içinde bir mektup var; onu bul ve oku!” dedi ve gözleri kapandı. Tüfek sesini duyanlar yanıma geliyor ve yerde yatan cesede bakıyorlardı. Herkes çok şaşırmıştı, kimse dedemin bir canavar olduğunu tahmin edemezdi. Kalabalığın içinden bazı kişiler “Senin deden yüzüne hayatımız mahvoldu” diye sitem ediyordu. Elimdeki tüfeği yere atıp “Bana kızmaya hakkınız yok! Kendi dedemi öldürdüm ben!” diye bağırdım. Cesedin başındaki insanlar yavaş yavaş artarken ben de eve koştum. Hemen yattığım odaya girdim ve mektubu aramaya başladım. Neredeyse 15 dakika boyunca aradığım mektup yastığımın altından çıkmıştı. Heyecanla mektubu okumaya başladım.

“Köye geldiğin gün aslında sonumun geldiğini anlamıştım. Yıllarca görüşmüyorduk ve senin tesadüfen dolunay günü yanıma gelmen kaderin acımasız bir başka yüzüydü. Her şeye rağmen sana zarar veremezdim. Sana bilerek gümüş kurşunlardan bahsettim, aslında beni vurmanı istiyordum… Ben doğuştan lanetliydim ama ısırılma veya pençe yarasıyla da lanet bir başkasına geçebiliyor, sadece bunun tetiklenmesi gerekiyor… Seni ısıran canavarı öldürerek! Artık lanetin tetiklendiğine göre bir daha ki dolunay gecesinde sen de dönüşeceksin. Unutma, bizim soyumuz iblis tarafından lanetli; biz masum kalamayız!”

Mektubu bitirdiğimde ağlıyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Artık ben de bir iblistim…