Düşünce Hırsızı

BÖLÜM - 1

Şehrin ışıkları ve para… Neredeyse doğru orantılıdır. Ne kadar zenginseniz o kadar parlak kentler, ne kadar fakirseniz o kadar karanlık pis sokaklar. Dediğim gibi bu cebinizde ne kadar paranız olduğuyla ilgilidir. Paranız azaldıkça ışığınız da sönmeye başlar. Yakın zamanda ben de o evlerden birinde yaşıyordum. Şuan yanlarından geçmekle yetinmek zorundayım. Babam evrakta sahtecilikten hapse girmeden önce “varlıklı” bir şirketimiz vardı. Hasta anneme daha zenginken özel odasında hemşireleriyle bakardık. Şimdi bir devlet hastanesinde devletin “en iyi şartlarında” bakılıyor.

Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken geniş caddede yürüyordum. Eskiden yaşamın bir parçası olarak gördüğüm yerlere artık yabancılaşmıştım. Sanki artık buraya ait değilmiş gibi. Varlıklı dönemimden kalma telefonum cebimde titreşti.
“Artık gelmeyi düşünüyor musun?”
Ev arkadaşım tanışmamızdan bu yana 3 ay geçmesine rağmen çok iyi anlaştığım tam kafa dengim diyebileceğim biriydi.
“Üzgünüm Aslan Bey trafik çok yoğun :)”
Cebime geri koyarken tekrar titreştiğinde nasıl bu kadar hızlı olabildiğini düşünerek mesajını okudum.
“Daha hızlı yürümeyi dene”

Tavsiyesine uyarak restoranta vardığımda yağmur atıştırmaya başlamıştı. Neyse ki fazla ıslanmadan içeri girmeyi başarabildim. Gözümle kısa bir tarama yaptıktan sonra büyük salonda Aslan’ı bulabildim. Oldukça şık giyinmişti. Üstündeki siyah ceketi salon erkeği havası yakalamasını sağlamıştı. Bir an için takım giymiş olmayı diledim. Tshirt ve pantolon fazla mı gayriresmi kaçtı? Açıkcası pekte önemsemiyorum.Aslan da kapıya doğru beni bulmak için bakındı. Beni gördüğünde eliyle burdayım işareti yaptı.
Her zaman ki güleryüzlüğünden pek eser yoktu. Aslında bakarsanız biraz stresli gibiydi.
“Kız arkadaşın ne zaman gelmeyi planlıyor? Saat yediye geliyor.”
“Şey… Aslında o bugün gelemeyecek.”
“Niye ki? Onunla tanışmak için burada olduğumu sanıyordum.”
“Bilirsin işte bazı işleri çıkmış”
Konuyu fazla üstelemedim. Ama bir terslik vardı. Kavga etmiş olmalılardı. Hayalgücüm en fazla ayrılmış olabileceklerini söylüyordu. Ama nerden bilebilirdim ki bu gecenin hayatımı değiştirebileceğini…

Gecenin sonuna kadar stresini üzerinden atamamıştı. Genellikle konuşan taraf ben olmuştum. Cevaplarını kafasını sallayarak yada kısa yanıtlarla veriyordu.
“Saat geç oldu dostum. Kalksak iyi olur.”
Evet anlamında başımı sallamamla garsona hesabı istediğini belirten bir el işareti yaptı.
“Hesabı nasıl ödemeyi düşünüyorsun. Burada hesabı ödemeyenlere bulaşık yıkattıklarını sanmıyorum.”
“Yanıma para almış olamaz mıyım?” dedi. Yüz ifadesindeki sertlik endişe vericiydi.
“İkimizde yanına hesabı ödeyecek kadar para alamayacağını biliyoruz. Gel kaçalım şurdan.”
Yüzüme buz gibi bir bakış attı. Tamam biraz korkmuştum. “Belki de hesabı ödemesi için babanı çağırmalıyız. Doğru baban gelemez. Öyle değil mi?”
Bu cevabın beni sinirlendirmesini bekliyordum. Ama kafamda değişik anıların canlanmasına sebep oldu.
Babamla son konuşmamız yaklaşık bir yıl önce onun ofisinde geçmişti. Terleten deri koltuklardan birinde oturuyordum. Masasında da babam. Yer yer kırlaşmış saçlarını kaşıyordu. Onu ilk defa bu kadar endişeli ve korkmuş görüyordum. “Baba… İyi misin?”
Yüzüme yaşlı gözlerle baktı. “Neler ol…”
“Şimdi sözümü kesmeden beni dinle oğlum. Sana hakkımda kötü şeyler söyleyecekler. Kötü şeyler yaptığımı…” Dediklerinden birşey anlayamamıştım. Ayağa kalktı ve önümde dizlerinin üstüne çöktü.
“Senden onlara kulaklarını tıkamanı istiyorum. Sadece şunu bil yeter. Ben asla sizi incitecek birşey yapmadım. Tuzak kurdular bana.”
“Baba ne tuzağı? Kim tuzak kurdu anlamıyorum”
Yüzüme uzun uzun baktı ve hiçbir şey söylemeden sıkıca sarıldı bana. Kafam çok karışmıştı. Moralinin düzelmesi için her zaman gittiğimiz kafeye gitmeyi önerecektim. Kapı çaldı ve babamın asistanı içeri girdi. “Fatih bey, geldiler efendim.”
Babam kafasını salladı. Gözyaşlarını elinin tersiyle sildi ve son kez bakıp odadan çıktı. Bu onu son görüşümdü. Anlayamadığım bir sebepten ziyaretci yasağı konmuştu. Ne yazık ki bu konu üstünde durucak kadar ekonomik gücüm yoktu.
“Üzgünüm” Aslan’ın sesi anılarımdan çıkıp gerçek dünyaya dönmemi sağlamıştı.
“Dert etme. Sorun değil.” “Onun için söylemedim.”
Kelimelerine anlam veremeden sertçe ayağa kalktı. Belinden bir silah çıkarıp havaya iki el sıktı. “Sakin olun. Sadece burayı soyuyoruz!”


Soyuyoruz mu? Biz mi soyuyoruz? O silah da ne öyle ? Herkes çığlık atarak masasının altına saklanmıştı.
“Aslan ne yapıyorsun? İndir o silahi” “Soyuyorum dostum burayı.” “Onu anladım? Silahı bana ver.” Cebinden bir poşet çıkardı. Kasadaki adama uzatıp “kasayı boşalt!” diye bağırdı. Adam titreyerek poşete paraları doldurmaya başladı. Poşetin dolmasıyla birlikte siren sesleri duyulmaya başladı. Streslenmesini bekledim. Yanından bile geçmemişti. “Böyle olmasını istemezdim. Düşündüm de isterdim seni zengin eskisi pislik! Tut!” Refleks olarak silahı tuttum. Tutmamayı dilerdim. Mutfak bölümüne koşarak gitti. Kapı seslerinden duyduğum kadarıyla mutfak kapısından kaçmıştı. Donmuş kalmıştım. Paniklemiştim. Nasıl paniklemez ki insan? Duruma bir bakalım. Elimde parmak izim olan bir silah, korkmuş müşteriler ve boş bir kasa. Düşün, aklını çalıştır. Donmak için doğru zaman değil. İçgüdülerim kaçmamı söylüyordu. Hemde acilen. Vücuduma yayılan adranilinde etkisiyle koşmaya başladım. Dışarı çıkınca sirenlerin ışığı yüzüme vurdu. Belkide arka kapıdan çıkmalıydım. Elimdeki silahı görünce üstüme sürmeye başladılar. Kaçmalıydım. Yandaki arın önünde duran Porshce dikkatimi çekti. Valesini bekliyordu. Madem battık neden olmasın?

Saatte 200 km’de esen rüzgar adranalinin artmasını sağlıyordu. Polislerin spor araba kullanmamasına şükrettim. Adranalinin etkisiyle iyice hızlanmıştım. Polislere hareket çekip-sakın siz denemeyin-ara sokaklardan birine girmiştim. Siren sesleri uzaklaşmaya başayınca rahatlamıştım. Yaklaşık 10 dakika daha ne yapacağımı bilemeden sürdüm. Törekent yakınlarında bir arsada benzinim bitti. Allah kahretsin! Duracak bu açık araziden başka yer bulamadın mı? Kendime not: Bir daha arba çalarken deponun dolu olmasına dikkat et.

Arabayı çekecek çalılık benzeri bir yer olmadığını anlayınca arsadaki çöplüğün içinde saklanmaya karar verdim. Olamaz çok pis kokuyor. Katlanmak zorundaydım. Bir kaç fare rahatsız olmuş olacak ki bana pis birer bakış attıktan sonra çöpün arkasına gittiler. “Merak etmeyim gidecek yerim olsa sizin pis çöpünüzde kalmazdım. Duydunuz mu beni aşağılık kemirgenler!” diye bağırdım arkalarından.
“Sana bir kötülük mü yaptılar?” Arkamdan gelen sesle irkilerek o yöne döndüm. Yaşlı bir adamdı. Üstündeki yırtık elbiseler burada yaşadığını gösteriyordu. Beyaz kirli sakalları vardı. Ve aynı renkteki saçlarını örten soluk gri bir beresi. Benim en çok dikkatimi çekense dişleri ve gözleriydi. O kadar kirin içinde parlayan bembeyaz dişleri vardı. Gözleri etrafındaki kırışıklıklara aldanmadan iri birer mavi top gibi yüzünde duruyordu. “Hayır” dedim utanarak “Ben sadece biraz sinirli ve yorgunum.” Gülümsedi inci dişleriyle. “Acısını onlardan çıkarmamalısın.” “Biliyorum. Üzgünüm.” Yanıma yaklaştı ve oturdu. “Bugün doğum günün. Değil mi Arel?” Unutmuştum. Evet ilk defa doğum günümü unutmuştum. Son yıllarda yaşadıklarım beni o kadar çok yormuştu ki aklımdan çıkmıştı. Ama bir dakika…
“Siz bunları nereden biliyorsunuz?” “Sadece iyi tahmin diyelim evlat.” dedi ve aynı gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. Bugün bilmem kaçıncı kez kafam karışmıştı. Akışına bırakmayı seçtim. Bana siyah bir kutu uzattı. “Doğum günü hediyesi” diyerek açıklamasınıda ekledi. Sonrada kalkıp geldiği gibi sessizce gitti. Kafamda bir sürü soru vardı ama dilim soramayacak kadar yorgundu. Onun yerine kutuyu açmayı seçtim. İçinden kutuyla aynı renkte bir gül çıktı. Hiç yoktan düşünmüş diye geçirdim içimden. Siyah bir gül…
Gülün kokusu hemen yayılmıştı etrafa. Fareler kokuyu alınca onlar bile geri gelmişlerdi yanıma. Farelerin gül sevdiğini bilmiyordum. Hayatımda böyle kokan gül hatırlamıyordum. Biraz daha inceledikten sonra kutusuna geri koydum. Dikeni elime batmıştı. Kesiği ağzımla emip kanı durdurdum. Kolum uyuşmaya başlamıştı. Kolumu silkeleyip uyuşukluğu atmaya çalıştım.Tam tersine uyuşukluk bütün vücuduma yayılıyordu. Kutu elimden düştü. Sonrada ben. Gözlerim kapanırken son gördüğüm kapağı açılmış kutunun içindeki siyah güldü.

BÖLÜM - 2

Dayanılmaz bir baş ağrısıyla gözlerimi açtığımda kendimi bir yatakta buldum.
Sayın Operatör Doktor Şahin Gezgin danışmadan bekleniyorsunuz…
Anons kulaklarımı çınlatmaya yetmişti. Başımı ovmak için elimi götürmeye çalıştım ama bileğimdeki kelepçe buna engel oluyordu. Yanımda duran, o ana kadar farketmediğim polis memuru ayağa kalktı. Çatık kaşlarında inceler gibi bir ifade vardı. Sanırım iyi olup olmadığımı inceliyordu. Ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettim. Yer yer kırlaşmış saçlarının tepesi açılmıştı. “Nasıl hissesiyorsun?” Doğrulmaya çalıştım-kelepçeye rağmen. “Kötü.” Bu kısa kelime bile beni zorlamaya yetmişti. “İfade vermen gerekiyor.” Ve kelepçenin neden takılı olduğunu hatırladım. İçeri giren beyaz önlüklü, doktor olduğunu tahmin ettiğim uzun boylu adam araya girdi. “Benim önceliğim hastamın sağlığıdır memur bey. Lütfen izin verin.” Polis başıyla onaylayıp bir adım geri çekildi. Doktor yüzüne güleç bir ifade takındı. Elindeki raporu incelerken benimle konuşuyordu. “İyi görünüyorsun… Arel.” Kafamı sallayarak yanıt verdim. “Ağrılarım var.” “Yakında geçecekler. Aslında bakarsan sana ne olduğunu tam olarak algılayamadık. Seni korkutmak istemem ama buraya geldiğinde kalbin durmuştu. Sana olanın bir çeşit zehirlenme olduğunu düşünüyoruz. Yine de itiraf etmeliyim, daha önce böyle bir zehirlenme görmedim ama endişelenme şimdi iyisin.” Polise doğru baktığımı görünce “Ve memur bey de ifadeni almak istiyor. Tabi kendini iyi hissediyorsan?” “Evet. İyiyim.”

Uzun sorularla dolu bir ifadeden sonra beni şartlı olarak tahliye ettiklerini söyledi. Kamera kayıtlarında soyan kişiyi tespit ettiklerini ve yakalanana kadar şehirden ayrılmamamla ilgili bir sürü zırvalık geveledi. “Sanırım her şey tamam. Serbestsin.” Cebinden anahtarlarını çıkardı. Kelepçeleri çıkartırken ani bir baş ağrısı daha geldi. Gözlerim buğulanmıştı.
“Az kaldı. Emekli olunca senin gibi çapulcularla uğraşmak zorunda kalmayacağım.” Sesi yankılı ve neredeyse anlaşılmaz gelmişti. Sanki yakınımda değil de suyun içinden konuşuyormuş gibi boğuktu sesi. Ayrıca dedikleri beni hem kızdırmış hem de şaşırtmıştı. Tamam böyle düşünebilir ama bu düşünceleri kendine saklamalı. “Hey bu hiç profosyonelce değil. Emekliliğinde ne yapacağını kendine sakla.” “Anlamadım. Ne dedin?” “Emekliliğiniz diyorum. Demek az kaldı.” Yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Kaşları çatılmıştı yine. “Demek dışardan o kadar belli oluyor yaşım. Yine de bunu söylemen doğru değil evlat.” Ben hep derim bu polisler deli. Az önce dediğini unutmuştu. “Sizinde düşüncelerini böyle ifade etmeniz doğru değil.” “Bence hastanede daha fazla kalmalısın. Olmayan sesler duyuyorsun.” Kafa karışıklığımı arkasında bırakarak odayı terk etti. Az önceki de neydi öyle? Sanırım son yaşadıklarım ve şu zehirli gül etkisini fazlasıyla gösteriyordu.
Az önce çıkan polis yeniden girdi içeri. Elinde, üstünde Polis Teşkilatı arması bulunan bir poşet tutuyordu. “Bunu seni bulduğumuz yerde bulduk. Galiba sana ait.” Poşeti bana uzattı. İçinde, önceki gece yaşlı adamdan aldığım kutu vardı. Zehrin gülden bulaştığını anlamamışlar mıydı? Parmağımda ki kesiğe baktım ama gitmişti. Nasıl bir yara bir gecede giderdi ki. Çıkmak için kapıya yöneldi. Sonra geri döndü. “Az önceki sözlerimi… Yani aklımdan geçirdiğimi sanıyordum. Sesli düşündüysem üzgünüm. Bu bir polise yakışmayacak sözler. Zaten aklanmışsın.” Yüzünde mahçup bir tavır vardı. “Önemli değil” Yüzüme en doğal gülüşümü takmaya çalıştım. Bu uzun süredir yapmadığım bir şeydi. Gülümsemek.
Hastaneden çıktığımda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Ayrıca karnımdan gelen gurultu da buradan hemen ayrılamayacağımı söylüyordu. Binanın önünde küçük bir çaycı vardı. Çay ve tost alıp masalardan birine oturdum. Bir yandan da masadaki siyah kutuyu düşünüyordum. Mükemmel bir doğum günü hediyesi diye düşündüm içimden. Bu beni güldürmüştü. Fazla sesli gülmüş olmalıyım ki yan masalardan birkaç seyirci edindim. Bir saniye sonra sanki reklam arasına girmişim gibi dikkatlerini yitirmiştim. Biri dışında… Merdiven trabzanına yaslanmış koyu gri takım elbiseli adamın, binadan çıktığımdan beri ilgisini yitirememiştim. Güneş gözlüklerinin bakışlarını gizlediğini düşünüyor olmalıydı. Yaşının kırklıların ortasında olduğunu tahmin ettim. Kısmen atletik diyebileceğim bir vücuda sahipti. Kollarını göğsünde kavuşturmuş bana bakıyordu öylece. Bir süre sonra karşı ateş olarak bende ona bakmaya başladım. Bunu beklermiş gibi yavaş adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. Kabul ediyorum. Bu beni biraz korkutmuştu. Kavga edersek kimin yeneceğini düşünmeye başladım. Sanırım ben kazanırdım ama zorlanacağım ve birkaç yumruk yiyeceğim kesindi. İzin istemeden karşımdaki sandalyeye oturdu. Gözlüğünü çıkardı ve elini uzattı. “Merhaba Arel. Ben Ediz, Edizhan Evrim.” Ben ünlü olmuştum da haberim mi yoktu? Ya da t-shirtimde ismim mi yazıyordu? Bu sefer sormayacaktım. Daha fazla kafa karışıklığı istemediğim bir şeydi. Elini sıktım. Bu sefer istemiyordum. “Benden ne istiyorsunuz?” Gülümsedi. Gözleri kutuya takılmıştı. “Bunu nereden bulduğunu merak ediyordum.” Peşinde olduğu şey anlaşılmıştı. Bir gül nasıl bu kadar önemli olabilirdi ki? Ne yazık ki bunun sıradan bir gül olmadığını dün gece öğrenmiştim. “Sadece bir hediye.” Tek kaşını kaldırdı. “Peki kimden?” “Eğer cevap istiyorsanız cevap vermelisiniz. Benim de sorularım var.” “Dinliyorum.” Pekala bir düşünelim merak ettiklerim listesinin başında ne vardı? “Bu gülü bu kadar özel yapan nedir?” Bir süre bekledikten sonra cevap verdi. “Şöyle söyleyeyim. İçindeki özler oldukça değerlidir.” Kaşını tekrar kaldırdı. Bu defa cevap bekliyordu. “Yaşlı bir adamdan aldım. Tanımıyorum. Ayrıca bana zehrinden başka özel başka bir özelliği varmış gibi gözükmedi.” Cevabım ilgisini çekmişti. “Birinin zehirlendiğini mi gördün?” “Beni. Neden hastanede olduğumu sanıyorsun?” Bu cevaptan sonra yüzünde bir saniyeliğine şaşkınlık ifadesi gördüm. Beni incelemeye başladı gözleriyle. “Nasıl?” “Dikenli bir gül olduğunu öğrendim. Parmağıma battı.” “Uyuşukluk?” “Dayanılmaz derecede.” Çenesini kaşıdı. Derin bir konuda düşündüğü ortadaydı. “Beni iyi dinle. Ben uzun zamandır bu gülü takip ediyordum. Çok nadir bir türdür. Özlerinden elde edilen bir aşıyla insanlara çok özel yetenekler kazandırabilir.” İlgimi çekmeyi başarmıştı. “Ne tür özellikler?” “Fantastik filmlerde gördüğün türden.” Fantastik filmler? Ne yani Örümcek Adam’ a mı dönüşmüştüm? Ya da Gül Adam?
“Ve siz de bana da bir şekilde bulaştığını düşünüyorsunuz.” “Evet. Tam olarak öyle.” “Peki benden ne istiyorsunuz? Gülü istiyorsanız veremem.” “Hayır gülü istemiyorum. Senin özelliklerin şuan embriyo halindeki bir bebek gibi. Onu geliştirmende yardımcı olmak istiyorum.” “Bu durumdan sizin ve benim çıkarlarım ne olacak?” Derin bir nefes verdi ve devam etti. “Seninle açık konuşayım. Bu gül birkaç nesildir bizim ailemizde dolaşmaktadır. Annem bana hamileyken aynı seninki gibi parmağına batmış. Annemin ölmesine sebep olmuş. Ben yeteneklerimle beraber doğdum. Senin yaşlarında yeteneklerim gözlerimi bürümüştü. Kötü şeyler yaptım. Fazlasıyla kötü şeyler… Başkasının böyle şeyler yapmasına izin veremem. İzin ver seni eğitiyim. Hem böylece gülü kötü kişilerden korumuş olursun.” “Peki benim çıkarım?” Bu soruyu bekliyormuş gibiydi. “Anneni özel bakıma aldırırım ve babanın aklanması için uğraşırım.” “Kabul” “Vaav daha çok ‘Düşünmem gerek’ gibi bir cevap bekliyordum.” dedi. “Ben hızlı düşünürüm.”

BÖLÜM - 3

Doğru kararı mı vermiştim? Son iki saattir beynimi kemiren bu soruyu, kendime kaçıncı kez sorduğumu hatırlamıyorum. Bu düşünce zihnimi o kadar meşgul ediyordu ki, dar ara sokaktaki çöplerin ağır kokusunu bile fark etmemiştim. Ya da arkamdan gelen birkaç çapulcuyu. “Hey şuna bakın. Bu bizim zengin eskisi Arel Bey değil mi?” Son bölümü alaycı bir tavırla söylemişti. Sonra da gülüşme sesleri-daha çok hayvan homurtusu gibi olsa da. Durdum. Gülüşmeler ve homurtular kesilmişti aniden. Şimdi, bir seçeneklerimize bakalım. Ara sokaktayım. Sakince yürüyerek yoluma devam edebilirim. Koşarak kaça da bilirim. Mmm Hayır…
“Bakın burada kimler varmış. IQ yetersizliğiyle okuldan atılan Atınç ve onun işsiz yancıları.” Suratlarındaki bozulmayı bulunduğum yerden bile görebiliyordum. “Bana bak pislik! Ya ağzını toplarsın ya da dağılmış şekilde buradan ayrılırsın.” “Yavaş ol. Bu kadar uzun cümleler senin için biraz fazla değil mi?” Son cümleyi kurmayacaktım. Arka kapıdan gelen sayamadığım kadar gelenler sürüyü büyütmüştü. Umarım şu “özel yeteneğim” süper yumruk ya da buna benzer bir şeydir. Yoksa uzun vadede buradan çıkmam pek mümkün gibi görünmüyor. Dedem aklıma geldi birden. Onu ziyaretlerimden birinde bana önemli bir şey söylemişti. Yetmiş yıldır attırmadığı eski ahşap sandalyesine oturmuştu. “Bak oğlum bu varlıkla, parayla biraz zor ama eğer bir gün kozların eşit olmadığı bir kavgaya girmek zorunda kalırsan” demişti “O zaman evlat ilk yumruğu sen at.” Dedemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Tamam dede…
Ağır adımlarla üstlerine doğru yürümeye başladım. Şaşırmalarını fırsat bilerek elimdeki en hızlı yumruğu vurdum Atınç’a. Arkasındaki iki yandaşıyla beraber yere düştü. Kaşından ve burnundan akan kanlar başarılı bir vuruş olduğunu gösteriyordu. Karnıma yediğim yumruk kendime gelmemi sağladı. Ardından gelen tekme ve yumruklarla yere kapandım. Tekrar ayağa kalkıp karşılık verebildiysem zamanında aldığım boks dersleri sayesindedir. Birkaç tanesine attığım yumruklar, kendime gelmem için zaman kazanmama yardım etti. Reflekslerim ardından gelen yumruğu tutmama yetti. Tamda o anda hastanedekinin aynısı bir baş ağrısı kafamı sardı. Ve daha az olmakla beraber buğulanma gözlerimde görüşümü kapattı. “Akşam kesin dayak yerim babamdan.” Dengemi kaybettim. Yere kapaklandığımda ağrı birden yok olmuştu. “Dur! Dur! Bekle vurma…” Şaşırarak havadaki yumruğunu indirdi. “Sen ne dedin az önce.” dedim. “Ne diyorsun pislik. Hadi kavga edelim.” “Dayak ona fazla geldi galiba. Baksanıza olmayan sesler duyuyor.” dedi içlerinden biri ve aynı iğrenç kahkahalarını attılar tekrar. “Babanın atacağı dayakla ilgili bir şeyden söz etmedin mi?” Bu yüzündeki kahkahayı silmiş, onun yerine büyük bir şaşkınlık koymuştu. “Ben kimseden dayak yemem. Saçmalama” Sonra arkasındakilere dönerek "Hadi gidiyoruz. Bu ucubeyle zaman harcamaya değmez. Toplandıkları gibi hızlıca dağıldılar. Ve bende patlak bir dudak ve yarık bir kaşla kalmıştım. Aslında ucuz atlatmış sayabilirdim kendimi. Ne de olsa hala yürüyebiliyordum.

Kendimi inandırmayı başarabilmiş değildim. Özel yetenekler ha? Bana pek inandırıcı gelmemişti. Yine de denemekten ne zarar gelebilirdi ki? Dağılan kumral saçlarımı üstünkörü düzeltmiştim. Kendime bakmaya fırsatım olmamıştı son dönemlerde. Eski binamın önüne geldiğimde gözüme tanıdık gelmişti. Bu tanıdıklıktan hoşlanmıyorum. Ben buraya ait değilim. Belki de Ediz denen bu adam, yeniden eski halime dönmem için bir fırsattır. Bu şansı iyi değerlendirmeliyim.

Asansörün kapısını açarken üstündeki yazı dikkatimi çıktı. “Sayın bina sakinleri, asansörümüz bakıma alındığından dolayı kullanıma kapanmıştır. Yönetim” Asansörün kapısına sert bir tekme attım ve kağıdı buruşturup yere attım hışımla. Merdivenlere yöneldim. Üstündeki tozdan grileşmiş mermere her ayağımı bastığımda tozlar havaya kalkıyordu. Bir bina nasıl olurda bu kadar bakımsız olabilirdi. Ev sahibi “Ankara Kalesi manzaralı” olduğu için kira ücretini ikiye katlamıştı evi tuttuğum gün. Pencereden baktığımdaysa gördüğüm şey uzaklarda ki kaleye benzer bir siluetti. Onun Ankara Kalesi olduğundan şüpheliyim. O gün Ankara’da deniz olmadığına şükretmiştim. Olsaydı bahçedeki su birikintisini bana deniz manzarası diye kakalamaya çalışacağından emindim. Her zaman yaptığım gibi kapıya yaslanıp anahtarı arayacakken cebimde, arkama doğru düştüm. Ayağa kalktığımda kapıya ağzıma geleni söylüyordum. “Senin gibi kapıyı da, kilidini de Allah kahretsin!” Yine kilidi bozulmuştu anlaşılan kapının. Kapıyı zorla kapatıp kendimi koltuğa atmak için salona gittim. Gördüklerim olduğum yerde kalmama neden olmuştu. Bütün oda dağılmıştı. Her yer darmadağın bir haldeydi. Evi bu kadar dağınık bırakmadığıma emindim. Koltuklar, halı, dolaplar, her şey dağılmıştı. Polisi aramak için telefonumu çıkardım. Aramalı mıydım? Daha yeni aklanmışken tekrar polislere bulaşmak istemiyordum. Hem arasam bile nasıl bulacaklardı ki bunu yapanı, yapanları. Peki ne yapmalıydım? Ediz Bey geldi aklıma. Evet o bunu yapan her kimse bilebilirdi. Ya da en azından bulmamda yardımcı olabilirdi. Verdiği karttaki numarayı aradım. İkinci çalışında açtı telefonu “Efendim” “Ediz Bey, ben Arel çok önemli bir durum var.” “Ne oldu Arel? Yada bekle evde misin?” “Evet ben evdeyim. Zaten bununla ilgili.” “Oraya geliyorum.” Bir şey söylememe fırsat vermeden telefonu kapattı. Yaklaşık on dakika sonra evdeydi. Evimi ve kapı numaramı nereden bulduğunu sormadım. Zamanı değildi. Cam kenarındaki koltuğun koluna yaslandı. Çenesindeki sakallarını kaşıyordu. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Sonunda bana döndü ve “Gül nerede?” diye sordu. Masadaki kutuyu işaret ettim başımla. “Yanımdaydı.” Bu onu rahatlatmış gibi görünüyordu. “Eşyalarını toparla gidiyoruz.” “Ne? Nereye? Hem niye ki?” “Bunu yapanlar besbelli gülü aramış. Sende olduğunu biliyor olmalılar. Burası artık güvenli değil. Benimle kalmalısın. Böylece eğitimini daha kolay verebilirim.” “Olmaz. Burada kalmak istiyorum” “Ölürsün!” Sesi net ve kesindi.

Eşyalarımı toplamam için bana zaman verdi. Bütün eşyalarımı bir sırt çantasına gelişigüzel doldurdum. Ve tabi ki siyah kutuyu. Dün olanlardan ve kavgadan sonra giysilerim oldukça yıpranmıştı. Kan lekeleri ve yırtıklarla dolu giysileri çıkardım. Altıma gri bir pantolon ve üstüme beyaz gömleğimi giymiştim. Aynı renk fötr şapkamı da kafama geçirdim. Gri blazer ceketimi de üstüme giydim. Son olarak babamdan yadigar kol saatimi de taktım. Aynaya son kez baktığımda kendime eski günlerimi hatırlattım. Ve virane evden ayrılmıştım. Kapıda beni siyah bir Audi bekliyordu. İçine bindiğinizde o soğuk havadan sıcak havaya geçiş. İşte en sevdiğim duygulardan biri. Bugün güneşli olmasına rağmen oldukça soğuk bir gündü. “Demek şoför tutacak kadar paran yok. Seni daha zengin biri sanıyordum.” Gülerek cevap verdi. Yüzümdeki yaraları görünce “Onları suç üstünde mi yakaladın?” “Hayır. Bunların hikayesi başka” dedim yaraları göstererek. “Torpidoda yara bandı var. Kaşına yapıştırabilirsin.” Başımla onayladım. Dediğini yapıp güneşliğin aynasından yüzüme baktığımda, bana daha sert bir hava kattığını fark ettim. Sert yüz hatlarına sahiptim. Uzun sayılabilecek saçlarımın uçları şapkanın kenarlarından çıkmıştı. İki gündür tıraş olmadığım için sakallarım çıkmaya başlamıştı. Ediz belki de bana moral vermek için “İyi görünüyorsun. Yara bandı bile havanı bozamadı.” dedi gülerek. Benzer bir gülümsemeyle karşılık verdim. Güneşliği kapatıp yolculuğun tadını çıkarmaya başladım. Bir süre sonra yolun iki kenarındaki binalar azalarak tükenmiş, onun yerine ağaçlar yer almaya başlamıştı. Muhit değiştirdiğimiz anlaşılıyordu. Binalar tükenmiş villalar boy göstermeye başlamıştı. Bir süre sonra iki yanı orman olan bir yola girmiştik. Ağaçların arasından gelen güneş ışıkları o soğuk havada bile güzel bir görüntü oluşturmasına yetiyordu. Yolun boş olmasını fırsat bilerek hızı biraz daha arttırdı. Tam o sırada sert bir frenle durduk. Yerde yatan bir adam fren yapmamızın sebebiydi. Arabada kalmamı söyleyerek adamın yanına gitti Ediz. Dayanamayarak bende yanına gittim. Adamın yüzünü gördüğümde şaşkınlıktan donakalmıştım olduğum yerde…

2 Beğeni
BÖLÜM - 4

Şaşkınlıktan olduğum yerde kalakalmıştım. Ediz nabzını kontrol edip bana döndü. “Sana arabada… Ne oldu? Hey Arel beni duyuyor musun?” Gözümü dikmiş yerde yatana bakıyordum. Bakışlarımı çevirmeye gerek duymadım. “Bu yüzü tanıyorum.”

Yanına eğilerek onu uyandırmaya çalıştım. “Bu kim? Nasıl tanıyorsun?” “Hakkımda her şeyi bildiğini sanıyordum.” “Uzatma işte. Ayrıca ben öyle bir iddiada bulunmadım.” Bu hoşuma gitmişti. Demek hakkımda bildikleri sandığımdan daha azdı. “Benim çocukluk arkadaşım. En yakın dostumdur. Allah"a şükür yaşıyor.” “Bunu ona neden yapsınlar ki?” Yüzüne birkaç hafif tokat attım. “Egemen uyan lan! Uyan! Hadi oğlum ya!” Nabzını tekrar kontrol ettim. Sonra yüzüne sert bir tokat indirdim. Gözlerini açmıştı sonunda. “Egemen beni duyuyor musun?” Kafasını salladı. “Başım ağrıyor.” Doğrulmasına yardım ettik.

Daha iyi gibi görünüyordu. “Kim yaptı bunu sana?” “Şu seni tuzaklayan yırtık vardı ya. Adı neydi? Aslan mıydı neydi işte?” Adını duymak sinirlerimin atmasına sebep olsada sakin kalmalıydım. “Evet. Nolmuş ona?” “Onu buldurttum bu sabah. Neyine güvendiğini sordum arkadaşa.” Yeşil gözlerinden ateşler fışkırıyordu. “Sakin ol lan! Aklandım sayılır zaten.” Bir an gözlerinde şevakt ve acıma duygusu gördüm. “Herneyse. Fazla küçümsemişim galiba. Üç kişi gittik. Sandığımızdan fazla çıktılar.”

Arabasını ağaçların arkasından güçlükle çıkarabilmiştik. Yolun kenarına çektik. Eskidem beyaz olan araba çamurdan kahverengiye dönüşmüştü. Bu onun için sorun değildi. İstediği an çöpe atabilirmiş gibi bakardı arabasına. Ediz arabasına geçmiş beni bekliyordu. “Ee bu adam ne iş?” dedi Egemen. Ediz’i kastediyordu. Egemen çocukluğumdan beri arkadaşımdı. Belki de şuan güvenebileceğim tek insandı. “Anlatacağım. Bir ara sizin oraya gelirim. Konuşmamız gerek. Çok değişik şeyler oldu.” Odağının bende olmadığını hissediyordum. “Tamam. Dediğin kadar önemliyse konuşuruz bir ara.” Gülümsedi ama aklının başka yerde olduğu belliydi. Sorgulamayarak bende yüzüme bir gülücük koydum. Üstü toz toprak olmuş Bugatti’sine bindi ve birkaç saniye sonra gitmişti. O böyleydi işte. Bir an için yok olurdu. Çoğu zaman ise tam ihtiyacınız olduğu zaman yanınızda bitiverirdi.

Hayatımda bu kadar yoğun geçen ve yorulduğum bir gün daha hatırlamıyordum. Ne oludu ki şu başıma gelenler, ekonomik gücüm yerimdeyken gelseydi? Her şey çok daha kolay olabilirdi. Güneş batarken varmak üzereydik. “Söylemeyi unuttuğum birşey daha var. Ben kızımla yaşıyorum.” Bundan ne anlam çıkarmalıydım. Kız var evde holey. “Yani” der gibi başımı salladım. “O beni sadece holding sahibi bir baba olarak biliyor. Öylede kalmalı. Yani seni bir arkadaşımın çocuğu olarak tanıtacağım.” “Gülden haberi yok mu?” “Hayır” “Ben onu da sizin gibi hayal etmiştim. Pisişik güçler?” “Hayır Arel. Normal bir kızım var.” Gülümsemesini tekrar ortaya çıkardı. “Ayrıca sana araba, giysi falan ayarlamalıyız.” “Niye?” Ne demeye çalıştığını çözememiştim. “Rol yapmalısın. Şüphe çekmek istemeyiz.” “Hayır Ediz. Ben buraya eğitim almaya geldim, rol yapmaya değil. Ayrıca utanacaksanız teklif yapmamalıydınız.” “Arel tamamen yanlış anladın konuyu. Bu benimle ilgili değil, seninle ilgili. Seni bulmak için nasıl çabaladılarını görmüyor musun? Belki de şuan bile peşimizde olabilirler. Seni korumalıyım. Risk alamayız. En azından sen belli bir güce ulaşana kadar. Beni anlıyor musun?” Dedikleri mantıklı gelsede rol yapmak pek bana göre değildi ama iyi açıdan bakarsak belki de en iyi bildiğim rolü oynayacaktım. Cevap vermedim. Bunun yerine camdan dışarıyı izlemeyi seçtim. “Ayrıca bunu tam olarak rol gibi düşünme. Senin iş zekanı biliyorum Arel. Sana bir iş ayarlayacağım şirkette. Böylece eski gücüne ulaşman için bir şansın olur. Tabi bu sana bağlı.”

Bir zamanlar yaşadığım evle eşdeğer bir evi vardı Ediz’in. Bahçesinde ki açık havuzu bu dönemlerde pek kullanılmıyordu ama suyun berraklığına bakarak bakımının yapıldığını anladım. Evin binasında beyaz renk ağırlıklı hakimdi. Aralarda kullanılan gri eskitme taşlar gerçekten estetikliğini arttırmıştı. Binanın yan cephesi bahçenin bitişiğinde ki ormana bakıyordu. Geniş bir bahçeye sahipti. Yeşil renk hakimiyeti vardı bahçede. Her ne kadar düzlük bir alanda ve etrafında pek çok ev olsa da dağ evi havası vardı villanın genelinde.

Kapalı garaja arabayı parketti Ediz. Garajdan eve açılan kapıdan eve geçtik. Hizmetçiler arabanın gelişini görmüş olmalılardı. Kapıda karşıladılar bizi. Beni tanımadıkları için merakla bakıyorlardı ama soracak yetkileri olmadığını bildikleri için bakmakla yetiniyorlardı. Ediz ondan beklemediğim bir hareket yaptı. “Bayanlar sizi Arel’le tanıştırayım. Çok yakın bir dostumun oğlu kendisi. Bir süre bizimle birlikte burada kalacak.” İçlerinden genç sarı saçlı olanı bir adım yanıma geldi. “Hoşgeldiniz Arel Bey. Ceketinizi alayım.” Bu sözü duymayalı uzun zaman olmuştu. Ceketimi alan dışında iki hizmetci daha vardı. Kısaca hoşgeldiniz dedikten sonra işlerine geri döndüler. Biri bana oda hazırlamakla görevlendirildi. Çalışma odasına geçtik. Beklentimden oldukça sade bir odası vardı. Karşılıklı iki deri koltuğa oturduk. “Başlamadan önce birşeyler içmek ister misin?” Bir an önce başlamak istiyordum. “Hayır. Bence başlayalım.” Başıyla onayladı. “Ama önce bilmen gereken küçük birşey var.” Üstüme bir gerginlik çöktü. “Ne hakkında?” “Güllerle ilgili.” “Seni dinliyorum.” Boğaznı temizledi. “Güller insanlarına sandığından çok daha bağlıdır. Bir gün öldüğünde gülün çürüyecek ve seninle birlikte yok olacak Arel.” Rahatlamıştım. “Bende endişelenmiştim. Önemli değil. Bir gün öleceğim ve gülün çürümesini öbür taraftan pek umursayacağımı pek sanmıyorum aslında.” “Ama bu şey iki yönlü çalışıyor. Sorunda bu zaten” Dediklerini anlamadığımı ifede eden bir bakış attım. “Şayet güle bir şey olursa Arel, o zaman… o zaman sende ölürsün.” İçgüdülerim haklı çıkmıştı. Bu kesinlikle endişelenecek bir şeydi. Gülü güvende tutmalıydım artık. “Endişelenme” dedi Ediz “Gülü saklamana yardım ederim.” Gülümsedi. "Ama eğitim tamamlanana kadar gül etrafta olmalı. Güçlerini daha kolay gösterebilmeni sağlar."Bu daha sonra endişeleneceğim bir meseleydi. Endişelenceklerim listesinde yerini almıştı.
Aklıma takılan bir soru vardı. “Şu bahsettiğin güç, seninkinden hiç bahsetmedin.” “Gerçekten merak ediyor musun?” “Yani şu ana kadar pek özel bir yetenek görmedim” Bu arada halısı dikkatimi çekmişti. Ona bakarak konuşmuştum. Gerçekten güzel bir halıydı. Düşünceli bakışlarından sonra karar vermiş gibi görünüyordu. “Ben zihnimin hayal edebildiği herhangi bir yere kısa zamanda gidebilirim.” Halının desenlerine bakıyordum ki yüzüme sert bir rüzgar esti. Pencereden esmiş olabileceğini düşünerek oraya yönelecektim ki Ediz’i göremedim. Nereye gitmiş olabilirdi? Az önce buradaydı. Pencerde kapalıydı zaten. Kapıyı açıp koridora baktım. Boştu. İçecek birşeyler getirmiş olmalıydı. Zaten son söylediklerinden de birşey anlamamıştım. Cebimin titreşmesiyle irkildim. Ekranda yazan Ediz yazısı beni şaşırtmıştı. Görüntülü arama? “Nereye kayb…” Ekrandakini görünce kelimeler dilimde kalmıştı. Ediz ekrandaydı. Tamam sorun yok ama arkasında ki Tac Mahal? Biraz önce yanımdaydı. “Hindistan’dan istediğin birşey var mı?” Hile olup olmadığını anlamalıydım. Kamera hileleri son dönemlerde çok gelişmişti. “Kanıtla” Biraz düşündükten sonra başını salladı. Yerden bir taş alıp Mahal’a doğru attı. Duvarına çarptığını gördüm. Sanırım teknoloji bu kadar ilerlemişti. Gerçekten Hindistan’da mıydı? Ediz’i kovalayan polisler kesin gözüyle bakmamı sağladı. Taş atınca terörist ya da ona benzer birşey sanmış olmalılar. Birkaç saniye sonra aynı şiddetli esintiyi hissettim. Ardından Ediz karşımdaydı ve nefes nefese. Nefesi düzenlenene kadar bekledi. Elinde ki Hindistan’a özgü fil heykelini masaya koydu ve şöyle bir baktı. “Bence güzel durdu. Ne dersin?” Şaşkınlığımı üzerimden atamamıştım. Bunu farketmiş olmalıydı. Gülümsedi. Kafamda o kadar farklı düşünceler var ki. Sıfır yol parası, zaman kaybı. Uçak yolculuklarını düşündüm. Böyle biri için bedava olurdu. “Bunu nasıl… yani nasıl mümkün olabilir ki?” “Şimdi bunlarla kafanı yorma. Zaten inanman için gösterdim sana. Daha sonra ayrıntılarıyla konuşuruz.” Derin bir nefes aldı. “Şimdi” dedi bana dönerek “Sana odaklanalım”

BÖLÜM - 5

Hayatımda bu kadar kötü geçen başka bir gün daha hatırlamıyorum. En azından bir liste yapsam ilk beşi zorlar gibi. Sis ve yağmur. En sevmediğim ikili şimdi her tarafımdaydı. Tam on dakikadır ağlamamaya çalışarak yürüdüğüm yolda taksi arıyordum. Tutamadığım bir tanesi yanaklarımdan süzüldü. Yağmur damlaların arasında gizlenmişti hemen. Hoş onu fark edecek biri yoktu etrafta. Kahrolasıca yolda tek başımaydım. Yaklaşık on dakika önce ayrıldığım sevgilime güvendiğim için onun arabasıyla gelmiştik buraya. Bu ıssız ormanı neden seçmiştim ki? Eve kadar bırakmayı teklif etse de, ayrıldıktan sonra nasıl biri bilebilir ki arabasına? Sonuç olarak reddettim ve buradayım. Gerçi pişman değilim. Onun arabasıyla gitmektense sürünerek eve gitmeyi yeğlerim. Ki bu gidişle öyle de olacak gibi görünüyor. Umurumda değil. Hayatımda ilk defa baba sözü dinlemediğim için pişmanlık çekiyordum. İlk tanıştıkları gün söylemişti bana. Her zaman ki o bilgiç ses tonuyla; “Bilemiyorum Ekin. Pek sana uygun biri gibi durmuyor.” O gün tartışmıştık. Bir gün boyunca küsmüştüm babama. Değmezmiş. Babamı mı arasam? Telefonda ki “sinyal yok” yazısı kararımdan vazgeçmeme neden olmuştu. Zaten evde değildir. Bugün bir arkadaşıyla buluşacaktı. Eminim muhabbetleri uzadıkça uzamıştır. Sanırım kendi başımayım.

Uzun bir yürüyüşten sonra hava kararmıştı. Beni merak etmemişler miydi? Babam çoktan bu saaatlerde ortalığı ayağa kaldırmıştır. Umarım. Orman tanıdık gelmeye başlamıştı. Yine de bu karanlıkta yolumu bulmam imkansıza yakındı. Gözümden bir damla yaş daha damladı. Bu sefer ki pişmanlık ve öfke içeriyordu. Elimin tersiyle yaşları sildim. Ağlamanın kimseye bir faydası yoktu.

Yolun ilerisinde ki içki içen bir grup adam korkmamı sağlasa da eve yaklaşamadığımı gösteriyordu. Öyle olsaydı burada barınamazlardı büyük ihtimalle. Onlara görünmeden geçmeliydim yoldan. Yolun karşısından gelen gri bir araba tam önlerinde durdu. Pencerenin açıldığını gördüm. Arabayı görünce hepsi yanına yanaştı. "Buralarda genç bir kız gördünüz mü?“Benden bahsediyor olabilir miydi? Tanımıyordum ama içindekini. Kahkahayla karşılık verdiler. “Burada kız görsek sana mı söyleriz lan?” “Doğru düzgün cevap ver.” Adamın yüzünde yine dalgacı bir tavır belirdi.“Merak etme bulursak bırakmayız zaten.” “Düzgün konuş. Yoksa konuşacak bir ağzın kalmamasını sağlarım.” Hepsi birden ciddileşmişti.“Altında arabaya mı güveniyorsun lan? Bas git yoksa çıkamazsın buradan” Arabanın içinde ki adam aşağı indi. Atletik bir vücudu olsa da hepsiyle başa çıkamayacağı aşikardı. Üstünde ki gri ceket ve pantolon bizim camiadan olduğunu gösteriyordu. Nereden bulduğunu merak ettiğim bir cesaretle üzerlerine yürümeye başladı. Adamlarda merak etmiş olmalılar ki, önce meraklı bir bakış attıktan sonra bir iki adım geri çekildiler. Bir an duraksadı. Olduğu yerde duruyordu öylece. Kaşları çatılmıştı. Acı mı çekiyordu yoksa öfkelenmiş miydi anlayamamıştım. Birden benim olduğum tarafa çevirdi kafasını. Bu karanlıkta o mesafeden ağaçların arasında ki beni görmesi imkansızdı. Belki de tesadüfen bakmıştır. Adamlara ilgisi tamamen kesilmişti. Sanki bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Annemle babam gözümün önüne geldi. İkisinin yan yana çekildiği en sevdiğim fotoğrafları. Keşke yanımda olsalardı. Annem olamazdı ama babam burada olsaydı eminim ne yapmam gerektiğini söylerdi. O an gözleri açıldı gizemli adamın ama adamdan çok benim yaşlarımdaki bir genç olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Elindeki anahtarla arabayı kitleyip bana doğru yürümeye başladı. Kaçmalı mıydım? Belki de beni bulmaya çalışan bir polis olabilir. O zaman neden kimliğini çıkarmıyor. Babamın düşmanları olduğunu bana söylemese de biliyordum. Onlardan biri kaybolmamı fırsat bilip beni kaçırmayı pekala deneyebilirlerdi. Bu fikir korkmamı sağladı. Koşmaya başladım. Arkamdan onunda koşmaya başladığını hissettim. Daha hızlandım. Var gücümle koşuyordum ağaçların arasından. Ormanda koşmak o kadar zordu ki birkaç kere yerdeki dallara ve küçük çukurlara takılıp düştüm ama mesafeyi kapatmasına izin vermeden koşmaya devam ediyordum. Birkaç dakika sonra nefes nefese kalmıştım. Etrafa bakındım ama görünmüyordu. Sanırım beni kaybetmişti. Nefesimin düzenlenmesini bekledim. Sandığımdan kolay peşimi bırakmıştı. Arkamı döndüğümde yine onu gördüm. Çığlık atarak koşmaya yeltendim ama kolumdan yakalamıştı beni. “Dur! Dur!” dedi omzunu yumruklayarak kaçmaya çalışırken.“Sakin ol! Sana zarar vermeyeceğim. Babanın düşmanı değilim.” Tamda şüphelendiğim şeyi bilmişti. Omuzlarımdan tutarak beni sakinleştirmeye çalıştı. Soluğum düzenlenince devam etti. “Sen Ediz Beyin kızı mısın? Ekin?” Başımı sallamakla yetindim. Kim olduğunu bilmiyordum ama yardım etmeye çalıştığı belliydi. Yakından bakınca yakışıklı sayılabilecek bir yüzü olduğunu fark ettim. Koşarken dağılmış kumral orta uzunlukta saçları vardı. Kehribar rengi gözleriyle bana bakıyordu. Kaşının üstünde bir yara bandı vardı. Banttaki kırmızılık yaranın iyi temizlenmediğini gösteriyordu. “Hızlı koşuyorsun.” dedi esprili bir tavırla. “Umarım kaybolmamışızdır.” Gülümsedi. Yanaklarında birer gamzesi olduğunu fark ettim. Çocuksu bir hava katmıştı ona. Gülümseyerek karşılık verdim. “Benimle gel. Seni evine götüreyim.” “Babamı tanıyor musun?” “Evet. O da seni merak etti. Şuan seni arıyordur.” Ona güvenmek zorundaydım. Başka çarem yoktu. Arabanın yanına gittiğimizde içki içen adamlar gitmişti. Gerilerinde sadece yaktıkları ateşin külleri ve etrafa dağılmış bira şişeleri kalmıştı. Arabaya bindiğimde hissettiğim sıcak hava üşüdüğümü hissettirdi. Adrenalin sayesinde fark etmemiştim. Gittiğimiz yol evden uzaklaştığımı fark etmemi sağladı. Arabaya bindikten sonra pek konuşmamıştı. Bir şeyler düşündüğü belliydi. “Sen kimsin?” İrkilerek düşüncelerinden çıktı. “Hıı…” “Diyorum ki, adını söylemedin. Kim olduğunu merak ettim.” “Evet. Üzgünüm aklımdan çıkmış. Ben Arel.” “Arel. Güzel isim. İlk defa duyuyorum.” “Galiba ismimi verirken bunu amaçlamışlar.” Dudakları yukarı büküldü. Bende aynı şekilde karşılık verdim. “Peki anlamı ne?” Düşünceli bir bakış attı. " Açıkçası anlamını bilmiyorum. Bir anlamı olduğundan bile emin değilim.” Sesli bir gülüş attım. “Hiç merak etmedin mi?” Omuzlarını silkti. “Aslında bakarsan hayır.” Kısa bir sessizlik girdi araya. “Fazla düşüncelisin.” dedim sessizliği bozmak için. “Evet kusura bakma. Beynim çok fazla şeyle meşgul son zamanlarda.” “Ona söyle, fazla meşguliyet iyi değildir.” Dudakları tekrar yukarı büküldü. “Söylerim. Şimdi buralarda değil.” Arel’in kim olduğunu gerçekten merak ediyordum. “Babamı nereden tanıyorsun. Seni ilk defa gördüğüme eminim.” Üstünde kısa süreli bir gerginlik havası sezdim. Onu fazla mı sıkmıştım? “Babamla çok eski dostlar. Yurt dışından yeni geldim. Ondan görmemişsindir beni. Bir süre sizinle kalacağım.” “O zaman hoş geldin.”
Eve vardığımızda gerçekten çok yorulduğumu hissetmiştim. Arel benden çok daha fazla yorgun görünüyordu. Kendimizi birer koltuğa attık. Arel telefonunu çıkarıp babam olduğunu tahmin ettiğim kişiyi aradı. “Evet. Onu buldum.” Karşıdaki bir şeyler söyledi. “Evdeyiz şimdi. Tamam.” Ardından telefonu kapattı. “Ses tonu nasıldı?” diye sordum korkarak. “Onu korkuttun. Bu yüzden kızgın.” Haklıydı. Gelince diyeceklerinin hepsinde haklı olacaktı ama bu yorgunlukla onu dinlemem imkansızdı. Arel’e baktığımda çok bitkin bir suratla karşılaştım. “Bu arada sana teşekkür etmeyi unuttum. Her şey için sağ ol. Gerçekten.” Yorgun yüzüyle gülümsedi. Gülüşüne bayılmıştım. “Rica ederim. Lafını etmeye gerek yok.” Bir süre gözlerime baktı öylece. Dalmış gibiydi. Sonra ayağa kalktı ve iyi geceler dileyip odasına gitti. Benim de babam gelmeden odama gidip yatmam gerekliydi. Bir şeyler atıştırıp duş aldım. Bugün Arel’le karşılaşmasaydım daha doğrusu beni bulmasaydı gerçekten ne yapardım? Hayatımı kurtarmıştı. Sıcak yatağıma girdiğimde uyumam bir dakikamı almamıştı.

BÖLÜM - 6

Arel…

Gözlerim duvardaki tabloya dikilmişti. Dışarıdan bakan biri tabloyu incelediğimi sanabilirdi. Oysa ki aklımda bambaşka şeyler savaşıyordu. Yataktan çıkmama bile izin vermemişlerdi. Dünü aklımdan çıkaramıyordum bir türlü. Ediz’in kızıyla tanışmıştım. Ekin… İyi bir kıza benziyordu. Ama benim aklıma takılan ondan önceki kısımdı. Ediz’le konuştuklarımız…

" Önceliğimiz" demişti Ediz “Senin yeteneğini bulmak. Sonra sana onu kontrol etmeni öğreteceğim.” Evet anlamında başımı salladım. Bu bölümde konuşmaktan çok dinlemeyi önemsiyordum. “Hiç güle dokunduktan sonra garip bir şeyler yaşadın mı?” “Tam olarak nasıl bir şey?” “Sana garip gelen, doğaüstü olduğunu düşündüğün yada olağan dışı bir şeyler olabilir.” Dediği kriterlerde bir şeyler yaşadığımı hatırlayamadım. Dediğine göre iyice düşünmem gerekiyormuş. Bende filmi geriye sarmayı denedim. Hastanede uyandım. Doktor, polis geldi. Bir dakika, galiba bir şeyler bulmuştum. Ediz kafamın üstünde ki sadece benim gördüğüm ampulü fark etmiş gibi baktı. “Bir şey mi hatırladın?” “Hastanede… Polis ifade almaya gelmişti. Elime dokunurken başım felaket ağrıdı ve sesler duydum. Aklıma tek bu geldi.” “Nasıl sesler?” “Polisin sesi gibiydi. Ama dudağının kıpırdamadığına eminim. Zaten ses ondan gelmiş gibi değildi. Beynimin içinde gibiydi.” Söylediklerim onu düşündürmüştü. Sanki kendi içinde çelişiyordu. Ani bir hareketle bana döndü ve elime dokundu. Başa ağrısı artık yok denecek kadar azdı ama beynimin içinde yine sesler duymuştum. Ediz’in sesi.

“Ne duydun?” “En karanlık gece bile sona erer…” dedim. Ediz dudakları yukarı bükülerek devam etti “Ve güneş tekrar doğar. -Victor Hugo.” Bu sözü hiç duymamıştım. Ediz’e baktığımda rahatlamış ve mutlu görünüyordu. “Sanırım” dedi “Yeteneğini bulduk.” Ben anlayamasam da onun bulması iyi bir şeydi. “Eee… Söyleyecek misin?” “Senin bir Telepat olduğunu düşünüyorum.”


Telepat mı? Anlamını biliyorum ama benden telepat olmaz ki! Ben kendi düşüncelerimi kontrol edemeyen adamım. Başkasının düşüncesini ne yapayım? “Herkesin düşüncesi kendine” fikrini benimseyen biriyim ben sonuçta. Ne biliyim, bir hız olsun, uçma olsun, dövüş yeteneği olsun. Yok önüme gelenin kafasına gireceğim. Ne kadar eğlenceli.

Her neyse madem kaçışım yok. Eğitimimi almalıydım. Önce açma kapama tuşunu buldum. Yani artık sadece istediklerimin beynine girebiliyordum. İki saat molasız egzersiz yaptırdı bana Ediz. İlerleme kaydetmiş sayılırdım bence. Beyin donması yaşadığımı hissediyordum. Bezmiş bir şekilde Ediz’e döndüm. “N’olur biraz mola.” Bu halim onu güldürmüştü. “Tamam, tamam beş dakika mola verelim.” Ardından balkona çıktı ve telefonuyla birini aradı. Bende kapattığım telefonu açıp arayan var mı diye baktım. Hiç bildirim olmaması beni şaşırtmamıştı. Ediz geri içeri girdi. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. “N’oldu?” “Ekin… Kızım telefonuna ulaşılamıyor.”

Kapı tıklatması düşüncelerimden sıyrılmamı sağlamıştı. Gelen dünkü hizmetçilerden biriydi. “Ediz Bey bahçede kahvaltıdalar. Sizi de çağırmam istendi.”

Kusursuz düzende bir kahvaltı sofrası. En son ne zaman böyle bir sofraya oturmuştum bilmiyorum. Sofrada ki neşeden anladığım kadarıyla, ya dünkü konu unutulmuştu yada üzerinde uzun bir tartışmadan sonra kapatmaya karar verilmişti. İkincisi gibi görünüyordu anladığım kadarıyla.

Kalktığımdan beri başımı mesken edinmiş ağrı iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Yüzüme yansımış olmalıydı. Ediz masadaki hapı işaret etti. “İyi gelir. Çok etkili. İç bir tane.” Başımla onayladım ve bir yudum suyla boğazımdan süzülmesine izin verdim. Dakikalar sonra etkileyici bir biçimde etkisini göstermişti. Ediz’e şaşkın bir bakış attım. O da “demiştim” anlamlı bir bakış attı.

Ekin tabağına hiç dokunmuyordu. Az önceki neşeli halide ortada yoktu. Dün her ne olduysa onu etkilemiş olmalıydı. Gözlerimiz karşılaştığında daldığı yerden çıktı ve bize döndü. “Ee Burada hangi okula gitmeyi düşünüyorsun Arel?” Ediz’le birbirimize baktık ama cevap ikimizde de yoktu. Bu konuyu hiç konuşmamıştık. Ediz “Bize bir dakika verir misin kızım. Bu konuyla ilgili Arel’e bir şey sormalıyım.” Beni havuz başına çekti. “Herhangi bir okula gidiyor musun?” “Arada sırada uğruyorum.” “Seni yeni bir okula yazdırmalıyız. Düzenli gideceğin bir okula.” Diyerek vurguladı. Düzenli okul pek hoşuma gitmese de rolüm için gerekli olduğu için kabul ettim. Masaya döndüğümüzde ikimizde Ediz’in cevabını bekliyorduk. Ediz “Arel bizim üniversiteye yazılmaya karar verdi.” Ekin’in yüzünde parlak bir gülümseme oluşmuştu. “Ciddi misin? Çok sevindim.” Bizim okul neresi? Niye oraya gidiyorum? Bilmediğimden gülümsemekle yetindim.

Sofradan kalktıktan sonra telefonu kontrol ettim. Egemen aramıştı. Yedi kez. Telaş yapmama gerek yoktu. Her zaman ulaşamadığında böyle yapardı.
“Anlat” diyerek açtı telefonu. “Her ne olduysa anlat.” “Telefonda olmaz. Yarım saate oraya gelirim.” Telefonu kapattığımda Ekin’in odaya girdiğini fark ettim. “Ben çıkıyorum. Sen n’apıyorsun? Bugün kayıt olacak mısın?” Bir yandan da çantasında bir şeyler arıyordu. Bu okul işi hiç hoşuma gitmemişti. Yine de yapabileceğim pek bir şey yoktu. “Sen çık istersen. Benim uğramam gereken bir yer var.” Telefonunu çantasından bulunca zafer edasıyla gülümsedi ve taytının cebine koydu. “Peki. Adresi atarım ben sana.” Saate baktıktan sonra aceleyle çıktı. Geç kalmış olmalıydı.

Bense şimdi ki sorunumu düşünmeye başladım. Egemen’in yanına nasıl gideceğim? Ediz’i bulmak için çalışma odasına gittim. Boştu. Mutfağa gittiğimde sabah beni çağıran yardımcı kadın tabakları dizmekle meşguldü. Boğazımı temizleyince bana döndü. “Buyrun Arel Bey. Ne istemiştiniz?” “Ben sadece Ediz Bey’in nerede olduğunu soracaktım. Kahvaltıdan sonra göremedim de.” “Az önce çıktılar.” Sonra elini önlüğünün cebine götürdü ve bir anahtar çıkardı. “Bunu size vermemi istedi.” Bana verdiği bir araba anahtarıydı. İşte bu beni rahatlatmıştı.
Garaja gittiğimde siyah bir Porsche beni bekliyordu. Uzun zamandır böyle bir arabayı kullanmamıştım. Eski günlerimi hatırlamamı sağladı.

Egemen’i kafenin terasında buldum yanına gittiğimde. Ona son iki gündür yaşadığım her şeyi anlattım. Kahvesinden bir yudum daha aldı ve çenesindeki sakalları kaşımaya başladı düşünürcesine. Yüzünde ki yara izleri geçmeye başlamıştı. “Bak dostum bunu başka birisi söyleseydi ona dün içkiyi fazla kaçırdığını söylerdim. Yani nasıl inanabilirim ki? Bana anlattıkların fantastik bir filmden çıkma bir bölüm gibi.” Söyledikleri beni güldürmüştü. “Ben ciddiyim Egemen.” Kahvesinden bir yudum daha aldı. “Peki” dedim “Seni şu döven adamlar kim olduklarını öğrendin mi?” “Bu konu üstünde çalışıyorum” dedi. Bana detay vermeyecekti. “Kanıtlayabilirim.” dedim konuyu değiştirerek. “Bir sayı tut.” Omuzlarını dikleştirdi. “Aralık?” “Sınırsız, istediğin bir sayıyı seç” dedim. Düşünmesini izledim. Birkaç saniye sonra bir sayı tuttu. “2576” dedim şaşırışını izleyerek.

Birkaç yapıştan sonra oyuna çevirse de bana inanmıştı. Biraz daha oturduktan sonra ikinci kahveleri bitirip kalktık.
“Güzle araba” dedi Porsche’u göstererek. “Ediz’in hediyesi” dedim. Konunun açılmasını fırsat bilerek atladı. “Bu adama güveniyor musun?” Bunu sormasını bekliyordum. “Bunu nereden çıkardın şimdi?” “Sadece diyorum ki; dikkatli ol, çok dikkatli ol. Bu anlattıklarından yola çıkarak söylüyorum ki, kim dost, kim düşman bilemezsin.” “Oradan bakınca saf biri gibi mi görünüyorum.” deyip konuyu kapattım.

1 Beğeni
BÖLÜM - 7

Üniversiteye bu arabayla gitmek eski günlerdeki gibi üstüme birkaç göz çekse de kabul etmeliyim ki oldukça zevkliydi. Açık otoparkta boş bulduğum bir yere park ettim. Zor olmadı. Bugün pazar olduğu için yönetim dışında pek kimse yoktu okulda. Geniş hilal şeklinde bir bina karşılamıştı beni. İki kanadın beyaz duvarları oldukça görkemliydi. Orta kısımlara geldikçe eskitme bir görünüm hakim olmaya başlıyordu. Kapının üstündeki büyük Evrim Holding logosu karşıladı beni. Dürüst olmak gerekirse bu görkem beni bile etkilemişti. Ve artık giyimim eskisi gibi buraya uyacak şekildeydi. Şehrin bu yakasında beni tanıyan olmazdı. O yüzden rahat olmaya çalıştım. Büyük girişten içeri girdim. İçerisi de dışı kadar görkemliydi binanın. Müşterileri-öğrencileri-çekmek için daha renkli bir yapıya sahipti. Bana yardımcı olabilecek herhangi bir yetkiliyi aradım ama bina neredeyse boştu. Sağ tarafta yerleri paspas yapan görevliden başka kimse yok gibiydi. Tam karşıda Ethem Evrim’in büyük bir fotoğrafı vardı. Altında da hayat hikayesinin kısa bir özeti yazıyordu. Daha önce Ediz’den dinlemiştim babasının hayat hikayesini. Evrim Holding’in kurucusu ve bugünlere getiren lideri diye söz edilirmiş hep ondan. Ethem Beyi orada bırakıp sol tarafta ki merdivenlere yöneldim. Üst katta geniş bir koridor vardı. En ucunda da arazinin haritası. Yine kimseyi bulamamıştım. Eski Arel olsa, göklerde ki egosuyla bu binayı birbirine katmıştı. Tınas holding’in yegane varisi Arel Tınas olsa, çoktan birkaç kişinin kovulmasına neden olmuştu. Ama artık eski Arel’in olmamasına seviniyordum. Koridor boyunca ilerledim. Haritada fakülteyi aradım ama pek yardımcı olmadı. Çok karmaşıktı. Geldiğim merdivenlerden aşağı indim yine. Görevlinin hala orada olmasına sevinmiştim. “Pardon” diye bağırdım boş binada. “Yetkili birini nereden bulabilirim acaba?” Paspası bıraktı ve bana döndü. “Bulamazsınız. Herkes Yaz Eğlencesindedir şimdi.”
“Yaz Eğlencesi mi?” dedim. Şaşırmıştım. Ekin hiç bahsetmemişti daha önce. “Evet” dedi. “Şuan okulda ki herkes oradadır.” Demek Yaz Eğlencesi ha. O ana kadar fark edemediğim şey kafama dank etti; Yaz geliyordu. Görevliden Partiyi nerede bulabileceğimi öğrenip geri otoparka yöneldim. Boş otoparktan çıkıp binanın arka cephesine gelince müzik sesi gelmeye başlamıştı. Sesi takip edince bütün okulun nerede olduğunu da bulmuş oldum. Geniş bahçede panayır havası hakimdi. Karşı tarafta büyük sahne, öğrencilerden oluşan kalabalık; sanırım Yaz etkinliği bu olmalıydı. Boş bir alana park ettim. Alana gittiğimdeyse amacım herhangi bir yöneticiyi bulmaktı. Kalabalığın içinde aradıysam da sonunda amacıma ulaşamamıştım. Herkesin düşüncesi zihninden fışkırıyordu. Hepsini hissedebilsem de anlayabilecek kapasiteye ulaşamamıştım. Sebebinin yüksek sesli müzik olduğunu sandığım bir baş ağrısı bütün kafamı sarmıştı. Gittikçe artıyordu. Öğrencilerin düşünceleri sanki kafama girmek için derimi yırtıyordu. Sonunda sessiz bir yer aramak için binalardan birine girdim. İnsanlardan uzaklaşmak iyi gelebilirdi. Koşmaya başladım uzun koridorun içinde. Boş olduğuna şükrettim içimden. Nitekim beni bu halde gören biri deli olduğumu sanabilirdi.

Yerin hareketlenmesiyle dengem bozulmaya başladı. Koridorun sonunda duran ve düşmeden az önce fark ettiğim kıza çarparak yere düştüm. Dengesini bozmuştum. Ardından oda üstüme düştü. Düşmek iyi gelmiş gibiydi. Ya da kalabalıktan uzaklaşmak. Etraftaki tek düşünce benimkiydi. Birde üstümdeki kızınkiler. Uzun kumral saçları yüzümü kapatsa da parfümünün kokusunu içimde hissetmiştim. Üstümden kalktığında beyaz tenli yüzünü de görmüştüm. Şaşkın yüzünde birazda kızgın bir ifade vardı. “İyi misiniz?” dedi ben ayağa kalkarken. “Önüne bakarsan daha iyi olabilirim.” Şimdi suratında kızgın ifade ağır basıyordu. “Ne?” dedi biraz sesini yükselterek. “Sen baksaydın önüne, çarpmazdın bana!” Sonra bacakları dolandı ve sendeledi. Duvardan destek alarak kendine geldiğinde kaşları çatılmıştı yine. “Sen… İyi misin?” dedim sesimi yumşatmıştım. “Bu seni…” Kelimelerini tamamlayamadan bayılmıştı. Yere düşmeden tutmayı başardım.


Ediz’in beni bulduğu hastaneye götürdüm onu. Bu beni gülümsetmişti. Birkaç gün önce bu yataklardan birinde ben yatıyordum. Şimdiyse bu koltukta oturmuş öylece onu izliyordum. Uyurken çok masum görünüyordu. İsmini öğrenmek için zihnine girmeyi düşündüm önce, ama sonra sabah ki baş ağrımı hatırladım ve daha önce hiç baygın birinin zihnine girmeyi denememiştim. Ediz’e bundan bahsetmeliydim. Sabah ki baş ağrım daha önce hiç hissetmediğim bir şiddetteydi.
Gün batmak üzereydi ve ne okuldan biri gelmişti nede doktorlardan biri. Bilgi almak istiyordum. Neden öylece yatıyordu? Kapıya doğru yöneldiğimde kapı açıldı ve beyaz önlüklü doktor olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın girdi içeriye. Duvardaki ekrandan birkaç değeri kontrol ettikten sonra bana döndü. “Siz yakını mısınız?” dedi. Pek sayılmazdım. “Hayır, sadece bayılırken yanındaydım.” dedim "Ama yine de neyi olduğunu öğrenmek istiyorum."diye ekledim. “Uzun süre aç kalmış görünüyor. Önemli bir baygınlık değil. Uyandıktan sonra taburcu olabilir.” dedi monoton bir ses tonuyla. “Peki ne zaman uyanır?” diye sordum. “Belli bir zaman veremem. Bir saatle beş saat arası muhtemelen. Ailesine ulaşabilir misiniz?” Onu bile tanımıyordum daha, ailesine nasıl ulaşabilmemi bekliyordu ki? ama yinede “Denerim” diye karşılık verdim.
Doktor çıkınca neden aç kaldığını düşündüm… kızın. Adını bile bilmiyordum ama hastaneye getirmemle sorumluluğunu da almıştım. Ailesi merak emiş midir acaba? Ah evet. Onlara ulaşmam gerekli önce. Belki onları arayabilirdim. Çantasını açıp telefonunu buldum. Benimki gibi üstünde ısırıklı elma olanlardan değildi, robot simgesi olanlardandı. Ekranı açtığımda şifre girmemi isteyen bir bölüm belirdi. Aklıma gelen birkaç kombinasyonu girdim. İşe yaramamıştı. Başarısızlığı sindirememiş şekilde koltuğa tekrar oturdum. Belki zihnine girebilirdim. Baş ağrımın üstünden çok zaman geçmişti ve kendimi daha iyi hissediyordum. Anılara girebilirsem istediğimi alabilirim. Denemekten zarar gelmezdi.
Elini tuttum ve zihnimi açtım. Bekledim ama hiç düşünce gelmiyordu. Gözlerimi kapattım. Daha önce hissetmediğim bir çekilme hissi yaşadım. Gözlerimi açtığımda loş bir ortamda buldum kendimi. Sanırım zihnine girmiştim. Ediz’e bahsedilecekler listesine bir madde daha ekledim. Etrafa baktıkça bulunduğum yerin bir koridor olduğunu fark ettim. Kapılarla dolu bir koridor. Her kapının üstünde bir şeyler yazıyordu. Sağımdaki kapıda “Analitik Bilgiler” yazıyordu. Merakla içeri girdim. İçerisi bir sınıfa benziyordu. Her yanı kitaplarla doluydu. Her sınıftan ders kitapları. Matematik, geometri, fizik, edebiyat ve bir dönem bütün öğrencilerde bulunan kırmızı ve kalın Tüm Dersler kitabı.
Sanırım burası Okulda öğrendiği derslerin zihnindeki bölümüydü. Fazla oyalanmadan koridora geri çıktım. İlerledikçe kapıları okuyordum. Sırlar, trajediler, bilinçaltı, müzikler, hayaller, duygular, korkular, anılar… Anılar? Evet bu işime yarardı.
Kapıdan girdiğimde önümde beyaz uzun bir duvar buldum. Üstünde 2005 yazıyordu. Etrafından dolanıp arkasına geçtim. Bir duvar daha. 2006. Üstünde tuşlar vardı. Her tuşun üstünde de bir yazı. Kolumun çatlaması, Arkadaşlarla piknik, yaz tatili, gitar dersleri… Sanırım bunlar anılarıydı. 2016 yazılı duvarı buldum. Bu bir kütüphanede istediğin rafı bulmak gibi bir şeydi. Diğerleri kadar uzun değildi. Galiba bunun nedeni henüz dolmadığıydı. Şimdide bana lazım olan anıyı bulmalıydım. Hmm hangisi olabilir? Duvarın sonuna doğru gittim. Taze anılar işime yarardı. Evden Kaçış? Sanırım bu olabilir.
Tuşa bastım ve kendimi bir evde buldum. Bu ani değişimlere henüz alışamamıştım. Fildişi rengi duvarlarda aile resimleri vardı. Sade dekore edilmiş bir evdi. Birden içeri zihninde olduğum kız girdi. Ardından kırklı yaşlarında bir adam ve kadın girdi. Herkes öfkeliydi ama onların yüzünde şefkatte vardı. “Anlamıyor musunuz?” diye bağırdı kız. “Ben Ankara’da okumak istiyorum.” Sanırım beni göremiyorlardı. Annesi olduğunu düşündüğüm kadın söze girdi. “İpek. Kızım tabi ki bizde istiyoruz orada okumanı ama babanın tayini çıkana kadar bekleyemez misin? Biliyorsun geçici olarak buradayız.” “Siz sonra gelirsiniz yanıma. Anne orası benim hayalimdi. Bursu kazanmışken kaçırmak istemiyorum.” Karşılığında bir sessizlik çöktü salona. “Ben gidiyorum.” deyip hışımla çıktı odadan. Arkasından “Nereye?” diye bağırsalar da pek geri dönecek gibi durmuyordu. Arkasından bende çıktım. Telefonunu çıkardı. Taksici çağıracaktı sanırım. Ekrana şifresini girdi; 1234.
Bu beni güldürmüştü. Beni duyamayacağına güvenerek kahkaha attım. Tek denemediğim kombinasyondu.

BÖLÜM - 8

“Kızım. Neredesin sen?! Korkudan öldürdün bizi. İnsan bi telefonunu açar. Tamam sen kazandın. Nasıl is…” Araya girmemle telefonu açan kadının sesini bastırabilmiştim. “Üzgünüm kızınız değilim.” dedim. Afalladığını hissedebilmiştim. “İpek nerede? Sen kimsin?” Sesi tedirgin gelmişti. “Siz annesi olmalısınız. Küçük bir baygınlık geçirdi ve şuan hastanedeyiz.” Diye açıklamaya çalıştım. “Siz doktor musunuz? Durumu nasıl? Önemli bir şeyi var mı? Lütfen doğruyu söyleyin.” Tedirginliği artmıştı. “Hayır değilim. Sadece bayılırken yanındaydım. Sakin olun. Yani önemli bir şeyi yok. Doktor yakında kendine geleceğini söyledi.” Derin bir nefes aldıktan sonra telefonu diğer kulağına geçirdiğini hissettim. “Bak delikanlı iyi birine benziyorsun. Biz şuan Urfa’dayız ve oraya gelmemiz 5-6 saati bulabilir. Senden ona geldiğimizi söylememeni istiyorum. Onunla konuşmak istiyoruz.” Onlara adresi verdikten sonra arama kaydını silip telefonu geri yerine koydum.
Anlaşılan bir süre daha buralardaydım. Geniş pencereden dışarıyı seyrettim bir süre. Şehir harika görünüyordu.
Birden sabah ki baş ağrısı yeniden geldi. Çok daha şiddetliydi. Dizlerimin üstüne çektim ve başımı ellerimin arasına aldım. Bu dayanılmazdı. Beynimde anlamsız bir gürültü. Fısıldayan sesler. Delirdiğimi düşünmeye başladım. Seslerin arasından tanıdık bir erkek sesi yükseldi. " Arel… Beni bul… Bul beni… Arel… " “Sen kimsin?” Diye haykırdım. " Güller Arel… Yolunu bul… " Sonra birden her şey kesildi. Bütün sesler ağrı sanki hiç olmamış gibiydi.
O kadar çok yorulmuştum ki koltuklardan birine kendimi attım. Karanlık…
Geniş bir bahçedeyim. Gün batımının nefes kesen kızılı, bahçedeki bütün güller üzerinde eşsiz bir ahenk oluşturuyor. Sadece siyah güllerden oluşan bir gül bahçesi. Güllerin kokusunu içime çekiyorum. Bütün ciğerlerim taze kokuyla canlanıyor. Bahçeye bakıyorum. Geniş bir daire şeklinde düzenlenmiş bütün bahçe. Arka tarafında uzun ağaçlar. Orman olduğunu tahmin ediyorum. Ahşap bahçe kapısını açıyorum. Taştan bir yol karşılıyor beni. İki tarafında güller uzanıyor. Ve sarmaşıklar her çiti sarmış şekilde dolanmışlar. Taş yoldan yürüyorum. Karşıma ahşap bir kulübe çıkıyor. Şu iki katlı verandalı Amerikan tarzı olanlardan. Oldukça sade görünüşlü bir ev diye düşünüyorum. İçine girip girmemekte kararsız kalıyorum. Sonra evin ön kapısı gıcırdayarak açılıyor. Bir adam beliriyor yaşlıca. Yüzünü seçemiyorum uzaktan. Verandadan aşağı iniyor yavaşça. Yaklaştıkça yüzü netleşiyor. Önce mavi gözleri kendini ortaya çıkarıyor. Bu gözleri bir yerden tanıyorum. Sonra yüzünü örten beyaz sakalları beliriyor. Sonunda karşıma geldiğinde şaşırıyorum. Şaşkınlığım yüzüme vuruyor olmalı ki gülümsüyor bembeyaz dişleriyle. En sonunda ağzımı açabiliyorum. “O… O sensin.” Gülümsemeye devam ediyor ve ardından “Hoş geldin Arel.” diyor kalın bilge ses tonuyla. “Gülü bana neden verdin?” diyorum. “Sorularını cevaplayacağım.” diyor “ama şimdi, burada olmaz.” Konuşmama izin vermeden devam ediyor. “Beni iyi dinlemelisin Arel. Uyanınca beni bul. Burayı bulman gerek. Ve en önemlisi Ediz’e asla ama asla güvenemezsin Arel. Kendini güvene almalısın ona karşı. Ve bilmeni isterim ki sendeki cevheri başka birinde daha görmedim ama ne yazık ki yerinde sayıyorsun. Yeteneğini geliştirmelisin ve Ediz’in sana kötü şeyler yaptırmasına izin vermemelisin.” Şaşırıyorum. Ediz’e neden güvenemeyecektim ki? O bana o kadar çok yardım etti ki. Hem ne uyanması? Rüyada mıyım ki ?
Ona bunları soramadan birden karanlık yeniden geldi. Kulağıma fısıltılar geliyordu. “Sence uyandırmalı mıyız?” Bu erkek sesiydi. “Ona borçluyuz. Bi teşekkür etmeliyiz en azından.” Bu da bir kadının sesiydi. “Bence siz onu uyandırmadan çıkın isterseniz. Çay almayacak mıydınız siz?” Bu daha genç bir kız sesiydi. “Peki tatlım” dedi kadın sesi. Bir öpücük sesi duydum, ardından kapı sesi. Bir süre sessizlik. “Teşekkür ederim” dedi genç kız sesi fısıltıyla. Uzun zamandır ilk defa bana biri içinden gelerek teşekkür ediyordu. Farklıydı. Kesinlikle, sinsi muhasebesine vergi kaçırdığı için verdiğin çift maaş sonrası gelen teşekkürden farklıydı. Sese uyanmış gibi yapıp gözlerimi açtım. Göz göze gelmiştik. İstatistikler Dünya’nın yaklaşık %90’ının kahverengi gözlü olduğunu söylüyor, ama karşı koyamadan içine daldığım bu gözler, bu kahverengiler, gördüklerim içinde kesinlikle diğerlerinden farklıydı. Bir insanın gözleri, nasıl zihninden daha derin olabilirdi ki?
“İyi misin?” Sessizliği ben bozmuştum. “Evet. Daha iyiyim.” dedi. “Ben İpek bu arada”
“Biliyorum. Yani annen söyledi. Dolaylı olarak.” Dedim toparlamaya çalışarak. “Arel bende.”
“Biliyorum” dedi. “Doktorlar söyledi. Direkt olarak.” Güldü. Gülümseyerek karşılık verdim. "Ailen gelmiş olmalı. Saat gece yarısını geçmiş."dedim duvardaki saate bakarak. “Ben artık gitsem iyi olur.” “Çekinmene gerek yok” dedi “Ailem sana minnettar. Tabi… Bende.”
“Dinlenmelisin.” dedim. Az önce sesim mi titremişti? Oda çok sıcaktı. Cevap vermesine izin vermeden dışarı çıktım. Hastanenin çıkış kapısına yönelirken arkamdan gelen sesle durdum. “Arel bey” Arkamı döndüğümde İpek’in zihninde ki kadınla adamı karşımda buldum. “Buyrun” dedim tanımamış gibi yaparak. Kadın söze başladı. “Ben İpek’in annesiyim. Telefonda konuşmuştuk.” dedi. “Ah. Evet. Hatırladım. İyi olmasına sevindim.” dedim. "Senin sayende."dedi gülümseyerek. Gülümseyerek karşılık verdim. “Ben kahve almaya gidiyorum sizde ister misiniz?” dedi kadın. “Hayır teşekkürler.” dedim.
Uzın beyaz koridorda kadının uzaklaşmasını izlerken İpek’in babasıyla yalnız kalmıştık. Uzun boylu bir adamdı. Göz altlarında halkalar oluşmuştu. Birkaç gündür uyuyamadığı belliydi. “Eğer özel değilse, İpek’e ne olduğunu sorabilir miyim?” diye söze girdim. “Ben Şanlıurfa’da öğretmenlik yapıyorum ve orada ki üniversitelerin başarısı pek yüksek değil bildiğin gibi.” dedi. “Tayinimin çıkmasına bir yıl daha var. Anlayacağın buraya yerleşmemiz bu yıl pek mümkün görünmüyor.” Dedi ve koridordaki bekleme koltuklarından birine oturdu. Ardından yanına oturduğumda tekrar söze başladı. “İpek hep zeki bir öğrenciydi ve hakkını yemeyeyim çok çalıştı bu sene. İyi bir burs kazandı Ankara’da ama izin vermedim buraya gelmesine.” Sözünü kesmek istemedim. Devam etmesi için ona bakıyordum. “Burada hiç akrabamız veya tanıdığımız yok. Buraya tek başına gelmesine izin vermedim. Zeki olduğu kadar deli dolu bir kızdır. Sonunu düşünmeden yapar kafasına koyduğunu. Kaçtı evden Ankara’ya. Yanına hiç para almamış. Ve işte burdayız.” Gözleri dolsa da gülümsedi. “Yenilgiyi kabul ettim ve yurt için Üniversiteyi aradım ama bütün odalar dolmuş.” Dedi. “Hangi Üniversiteden kazandı peki bursu?” Diye sordum. “Evrim Üniversitesiydi sanırım.”
“Belki bir şeyler ayarlayabiliriz.”


Rahatlatıcı bir yaz serinliği karşılamıştı beni, dışarı çıktığımda. Rüyamı aklımdan çıkarmayı başaramamıştım. Ediz’e nasıl güvenmezdim? En zor dönemde bana yardım eli uzatmıştı. Bense ona ihanet mi edecektim? Düşüncelerimin içinde kaybolurken eve vardığımı fark edememiştim bile. Sadece uyumayı düşünüyordum. Bedenim ve zihnim için oldukça yorucu bir gündü. Ediz’i görürsem ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum.
Eskiden eve geç geldiğimde babama yakalanmamak için odama pencereden, tırmanıp girerdim. Sanırım böyle yapmak daha kolay olacaktı. Ön kapının üstünden çatıya çıktım. Asıl zor olan buradan odamı bulmaktı. Sessizce yürümeye çalışırken ışığı yanan bir pencereden sesler geliyordu. Tahminimce üç kız konuşuyordu. Ekin’in sesini ayırt edebilmiştim. “Kızlar zorlamayın. Pek konuşulacak bir şey yok.” Dedi başından salmak istercesine. “Uzatma Ekin, dökül işte.” Bu sesin sahibini tanımıyordum. Ekin’in kine göre daha inceydi. “Peki” dedi Ekin kıkırdayarak. “Ormandaydım işte. Hava kararmıştı. Babam merak etmiş olmalı ki iki koldan aramışlar beni. O arabayla geldi. Karanlık olmasına rağmen fark etti beni, ve gerisi bildiğiniz gibi.” Konuşurken nefesinin hızlandığını hissetmiştim. “Vay be.” dedi daha önce duymadığım bir ses. “Bizi tanıştırmayı düşünmüyor musun?”
“Daha gelmedi eve. Bugün pek görmedim bende. Sabah tanışırsınız.”
Onları orada bırakıp yürümeye devam ettim. Konuştukları beni gülümsetmişti.
Ediz’in olduğunu tahmin ettiğim pencerede durdum sonra. İçeriden Ediz’in sesi geliyordu. Telefonla konuştuğunu tahmin ettim. “Haklısınız ama bana güvenmesini sağlamalıyım… Evet emin olabilirsiniz… Gülü bende ve bana güvenmeye başladı… Hayır, planda sorun yok… Sizi temin ederim öyle yada böyle ölecek…”

BÖLÜM - 9

H.A.T.E. Zihinsel ve Sinirsel Sistemler Araştırma Enstitüsü

Ardı ardına gelen yumruklar sandalyedeki adamın direncini kırmak içindi. Her ne kadar amaçlarına ulaşamasalar da adamın kanlı yüzüne inmeye devam ediyorlardı. Bu yumrukların ironik bir şekilde zarif bir kadından gelmesi adamı gülümsetmişti. Dışarıdan gören birisi bu kadının güzelliğinden bahsedebilirdi. Siyah uzun saçlarından, yada açık yeşil gözlerinden, zarifliğinden… Ne yazık ki sadece onu tanıyan biri görebilirdi içindeki şeytanı, kötülüğü. Şimdi adamın karşısında kısmen bitkin duruyordu. Adam 20’li yaşlarının sonlarındaydı. Yüzü sert hatlara sahipti. Normalde yakışıklı denebilecek bir yüze sahipti. Yüzü kan ve ter içinde olmasaydı eğer, bu söylenebilirdi. Kadının karşısında öylece gülümsüyordu. Sanki deminden beri dayak yiyen kendisi değilde karşısındakiymiş gibi. Beş dakikada bir vücuduna verdikleri 50 Watt elektrik, aslında ondan nasıl korktuklarını ona göstermişti. Elektrik zihinlerine girmesini engelliyordu. Biliyordu ki bir kere bile elektrik vermeyi unutsalar, ona onları anında yok etmek için gereken gücü vermiş olacaklardı. Yine de bir telepat için bile bu elektrik fazlaydı. Çok dayanamayacağını kendisi de biliyordu.
Boş ve karanlık bodrumda ikisinden başka sadece işkence aletlerinin olduğu masayı görebiliyordu. Kadın eline bir muşta aldı. Sivri uçlarını inceliyordu. “Bize bilgiyi ver Serhat. Yoksa buradan çıkamayacağını ikimizde biliyoruz.” Kadının topuklu ayakkabısının sesi yankıyla yaklaşıyordu. Adam kanlı bir tükürük daha attı yere. “Verirsem de çıkamayacağımı ikimizde biliyoruz.” Kadın sert, muştalı yumruğunu geçirdi adamın suratına. Adam bir kahkaha daha patlattı.
Kadının sert yüzünden kızgınlık seziliyordu. Belki yorgunluk… “Ah Serhat. Şansını denemelisin.” “Bende öyle yapıyorum zaten.” Adamın kızarmış yüzünden kararlılık seziliyordu. Kadın bıkkınlık dolu bir yumruk attı adama. Şimdi adamın kahkahası, çığlıklarının inletmesi gereken duvarlarda yankılanıyordu. Bunun ondan bilgiyi isteyenleri çıldırttığının farkındaydı. “Neden gülüyorsun?” diye sordu öfkeyle kadın. Adam aynı ifadeyle bakıyordu kadına. “Seni öldürmekten vazgeçtim. Artık öldürmeyeceğim.” Kahkaha atma sırası kadındaydı. “Bunu o sandalyeden mi söylüyorsun?” Dedi kadın. “Ama yine de merak ettim. Bu iyiliğini nasıl hak ettim.” Adam gülüyordu. Yüz ifadesini birden ciddileştirdi. Bu ifadeyi ilk defa görmüştü kadın. Adam kanının donduğunu hissedebiliyordu, kadının ve onları izleyenlerin. “Ah bu kesinlikle iyilik değil.” dedi. “Seninle işim bittiğinde ölmek için yalvaracaksın. Ölmek isteyeceksin ama seni öldürmeyeceğim.”
Birden sessizleşmişti oda. Kadın, adamın o sandalyede elektrik almaya devam ettikçe bir şey yapmayacağını biliyordu. Korkmaması gerekiyordu. Neden korkmuştu? Sesi içine işlemişti. Son bir yumruk vurmak için hazırlanırken eli havada kaldı.
Her yer kararmıştı. Kadın elektriklerin gittiğini tahmin etti. Böyle bir yerde bu pek mümkün bir şey değildi. Jeneratörün devreye girmesi gerekliydi. Öyle olmalıydı. Zifiri karanlıkta telepatı göremiyordu. Bir saniyeliğine ışıklar geldi. Tekrar gitti. O bir saniyelik anda kadının gözleri dehşet dolu bir şekilde açılmıştı. Adamın sandalyesi boştu. Karanlık…


Eymir’in eşsiz manzarası ve temiz havası bile beni düşüncelerimden çıkaramamıştı. Gün doğduğundan beri koşuyordum. Bir saattir koşmama rağmen, zihnim bedenimden daha yorgundu. Kime güveneceğimi bilmiyordum. Rüyamda ki adam haklı mıydı? Yoksa sadece hayal ürünü müydü? Etrafta her zaman güvenecek birilerim olmuştu. Babam. O yokken annem. Şimdi ikisine de bir şey anlatamazdım. Egemen’inde bu konuda yapabileceği pek bir şey yoktu.
En sonunda dönmeye karar verdim. Eskisi gibi yaşamaya devam edecektim ama kesinlikle hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Eve vardığımda her şey normal görünüyordu. Olması gerektiği gibi. Ediz’le konuşmaya karar verdim. Sade çalışma odasına gittim tekrar. Masasında oturmuş bir şeylerle uğraşıyordu. “Gecen nasıl geçti?” diye sordu birden. “İyiydi” diyebildim sadece. Kütüphanesini incelemeye başladım. Sonra aklıma İpek konusu geldi. “Senden bir iyilik isteyeceğim.” Kafasını kaldırdı ve devam etmemi işaret etti. “Bir arkadaşım sizin okulu kazanmış ve ona bir yurt odası ayarlamak istiyorum.” Ciltli kahverengi kapaklı kitaplarla dolu bir kütüphanesi vardı. İçlerinde parlak altın sarısı büyük bir kitap ilgimi çekti. “Neden olmasın” dedi “Bir şeyler ayarlayabiliriz.” İyi rolünü bu kadar iyi oynaması beni sinirlendirmişti. İlgimi kitaba yönlendirdim. Üstünde büyük harflerle “EVRİM AİLESİ SOY AĞACI” yazıyordu. “Bu nedir?” diye sordum. Kafasını tekrar kaldırıp kitaba baktı.“Soy ağacımız. İçinde bütün aile üyeleri var. İnceleyebilirsin.”
Teker teker sayfaları çevirdim. Her sayfada aile üyelerinin resimleri ve isimleri yazıyordu. Neredeyse her sayfanın yeşil renkli olduğunu fark ettim. Bazı sayfalar kırmızıydı. Bazıları da beyaz. “Bu renklerin anlamı ne?” diye sordum Ediz’e. Bu sefer kafasını kaldırmadan cevapladı. Yeşil sayfalar Gezginleri temsil ediyor. Benim gibi sıçrama özelliği olanları. Ailemizden en çok çıkan üyeler. Kırmızılar kahinleri temsil ediyor. Bunlar kimi zaman gelecekten görü alabilirler. Ailemizde çok olmasa da Dünya’da yaygın durumdalar. İyi ve dürüst bir kahine denk gelirsen sana gelecekten haberler verebilir." Dedi. “Birde beyazlar var. Onlarda yeteneksiz olarak doğanları temsil ediyor.” Sayfaları çevirmeye devam ettim. Yeşil sayfalar, kırmızı sayfalar, beyaz sayfalar. Bir tane sayfa dikkatimi çekti. Yarısı beyaz, yarısı mordu. Renklerden çok resim ilgimi çekmişti. Rüyamda gördüğüm ve gülü aldığım adamdı. Şaşkınlıktan kalmıştım öylece. “Peki bu?” diye gösterdim. Görünce telaşlandığını hissettim ama zihnine girmeyecektim. Çok kolay olurdu. “Uzun hikaye” diye geçiştirmeye çalıştı. “Vaktimiz var” Uzun bir nefes aldı ve işini bıraktı. “Mor senin gibi telepatların rengidir. Resimdeki dayım. O yeteneksiz olarak doğdu ve yeteneği olan biri yeteneğini birine aktarabilir ama bu ölümüyle sonuçlanır. Dayıma da ölen bir telepat tarafından verilen yetenek olduğu için yarısı mor ve yarısı beyaz. Kısaca hikaye bu. Daha sonra sana uzunca anlatırım.” dedi. “Peki dayın, o nerede?” Uzun bir iç çekişten sonra cevabımı aldım. “O olaydan sonra onu gören olmadı. Ölmüş olabileceğini düşünüyoruz.”

Odama döndüğümde artık ne yapacağımı biliyordum. Bilgisayarın başına oturdum ve dünyaca ünlü arama motorunu açtım. “Siyah gül” yazdım ve ara butonuna tıkladım. Karşıma bir sürü makale çıktı.
“Siyah güller, Türkiye’de Şanlıurfa’nın Halfeti yöresinde yetişen bir çiçek türüdür. Çok nadir bir bitki türü olması, onu çok özel kılmaktadır. Çok ilginçtir ki; sadece bu yörede siyah olarak büyüyen bu çiçek, başka yerlerde yetiştirilmemektedir.”
Halfeti. Gideceğim yeri biliyordum. Ediz’in dayısını bulmalıydım.

Kahvaltı masasında kafamda çeşitli planlar kurup durdum. Tek plan yapan ben değildim. Ekin dünkü arkadaşlarıyla beni tanıştırma planlarını yapıyordu. Ediz’in zihninde düşünceden çok endişe vardı. En sonunda yemeğe odaklanmaya çalıştım.
“Ee” dedi Ekin’in arkadaşlarından biri “Biz tanışmadık.” Sarı, kıvırcık saçları vardı. “Ah. Evet. Arel ben.” diyerek elimi uzattım masanın üstünden. “Naz” dedi elimi sıkarken. Diğerine uzattım elimi. Kalın çerçeveli gözlükleri ve uzun düz saçları vardı. “Cansel bende” dedi gülümseyerek.
Kahvaltının sonuna doğru derin bir muhabbetin içinde bulmuştuk kendimizi. Onlar kendi anılarını anlatıyorlardı. Bende kendi yalanlarımı. Arada bir Ediz’e göz ucuyla baktığımda telefonuna bakıp durduğunu fark ettim. Neyi beklediğini merak etmekten kendimi alamıyordum.
“…sonra bende dedim ki; Madem bekleyemiyordun neden beni aradın. Tabi ondan sonra bu bir kızardı. Sesi…” Naz konuşmaya başladığından beri kaç dakika geçmişti hatırlamıyorum. Masadaki herkes dinlemeyi bırakmıştı. Ekin’e baktığımda çoktan düşüncelere daldığını fark ettim. Masadan kaçma planları kuruyordu zihninde.
Birden daha önce hissetmediğim bir şey oldu. Birinin zihnime girdiğini hissettim. Nasıl anladığımı bilmiyorum ama hissetmiştim. Kendi zihnime girdim. Bunu ilk defa yapıyordum ve kesinlikle tuhaf bir histi. Kendi zihnimin o ana kadar neye benzediğini bilmiyordum.
Boş, eski bir lunaparktı. Paslanmış oyuncaklarla dolu bir lunaparktaydım. Burası her ne kadar ıssız olsa da, hoşuma gitmişti.
Karşımda Cansel’i gördüm birden. İleride bir banka oturmuş etrafı inceliyordu. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Aynı şaşkınlığı onda görmeyi beklemiyordum, ama benden daha şaşırmış bir halde gördüm onu. “Hey” diye bağırdım. “Zihnimde ne arıyorsun?” Yanına doğru koşmaya başladım. Aniden yok olduğunda, yanına varmama az kalmıştı.
Sofraya döndüğümde, gözleri kocaman açılmış şekilde beni süzdüğünü fark ettim. “Telepat olduğunu nasıl fark edemedim?” Ağzını kımıldatmadığına yemin edebilirdim. Sofradakilerin de duymadığına emindim. Nasıl yaptığını anlayamamıştım ama sanırım Ediz’in dayısının yaptığı gibi, bir şekilde sadece ben duyuyordum. “Ne zamandan beri telepatsın?” Nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum. “Beni duyuyor musun?” Nasıl cevap verebilirdim ki? Ediz’in telefonu titredi birden. Sanırım beklediği telefondu. Özür dileyerek masadan kalktı ve hararetli bir konuşmaya geçti. Cansel’e döndüğümde, hala bana merakla baktığını gördüm.
Cevap vermenin yolunu bulmuştum. “O tuzu nasıl öyle ektiğini anlayamadım. Ben öyle ekemiyorum da.” dedim. Umarım mesajımı almıştır. Gülümsedi. “Zor değil. Bir ara öğretirim istersen.” dedi. Mesajımı almıştı. Cidden o konuşma numarasını nasıl yaptığını öğrenmek istiyordum. “Çok iyi olur.” dedim.
Ekinleri kontrol ettiğimde, Nazla sohbete daldıklarını fark ettim. Cansel’e biraz daha yaklaşıp fısıldadım. “Fazla olmadı. Belki iki hafta olmuştur.” dedim sorusunu cevaplamak için.

Ediz’e baktığımda telefonu kapattığını fark ettim. Yanında iki, takım elbiseli adam vardı. Siyah takım elbiseli ve uzun boyluydular. Koruma olduklarını düşündüm. Göğüslerinde altın rengi parlak bir broş benzeri bir şey olduğunu gördüm. Uzaktan neye benzediğini fark edememiştim.

Cansel’e döndüğümde dehşet içinde adamlara baktığını fark ettim. "Sorun nedir?"diye sordum. Hemen yanımdaki sandalyeye geçti ve hızlı ve fısıldayarak konuşmaya başladı. “Bu adamlar Enstitü’den.”
“Enstitü mü?” Dedim. Bir yandan onları izleyerek konuşuyordu. “Bunu şimdi açıklayamam. Benim için gelmediklerine eminim. Çok iyi gizlendim Ediz’den. Senin için gelmiş olmalılar. Kaçmalısın Arel.” dedi. Ne için kaçmam gerektiğini anlamamıştım, ama Ediz ve o adamlar bana bakmaya başlayınca içimden bir ses Cansel’e hak vermişti bile. Bana doğru ilerlemeye başladılar. Cansel “Bu son şansın.” diye fısıldadı. Aniden salgıladığım adrenalinle garaja koşmaya başladım. Arkamdan koştuklarını görebiliyordum. Garaja girdiğimde Ediz’garajı arkamdan kapadı. Gördüğüm ilk arabaya binmeye karar verdim. Karşımda duran Mustang’e atladım. Garajın kapısını gürültülü bir şekilde delerek çıktığımda, aynadan bakışlarını izlemek beni eğlendirmişti.
Bir süre sonra arkamdan gelen siyah Bugatti, bana yetişmekte gecikmemişti. Son hızla onlardan uzaklaşmaya başladım. Ankara sokaklarının alışık olmadığı bir kovalamaca da bulmuştum kendimi. Bugatti’den bir tüfek çıktığını fark ettim. Bütün arabayı taramasıyla, başımı eğerek sürmek zorunda kaldım. Hızlanarak arkadan vurmayı başarmışlardı. Yoldan çıkmayı ve karşıdaki arabaya çarpmayı az farkla sıyırmıştım. Bir süre sonra arkamdan gelmediklerini fark ettim. Galiba atlatmayı başarmıştım. Biraz daha hızlandım. Birden ortaya çıkan Mustang’in arkadan tekrar çarpmasıyla dengemi kaybettim ve " Kule size emanet. Yakında döneceğim " yazılı kartondan içeri girdim. Bayılmadan önce son gördüğümse Atakule’nin ihtişamlı görüntüsüydü

Hikayeyle ilgili ne dersiniz?

  • Bence yazmayı bırak
  • İdare eder :confused:
  • Fena değil :neutral_face:
  • Geliştirilebilir :thinking:
  • İyi gidiyor :grin:
  • Çok güzel, devam :slight_smile:
  • Harika!:star_struck:
  • Önerilerim var :smirk:

0 oylayanlar

1 Beğeni
BÖLÜM - 10

Yarı karanlık, loş bir odada açtım gözlerimi. Vücudum uyuşmuş gibiydi. Hiçbir şeye odaklanamaz haldeydim. Ellerimin oturduğum sandalyeye kelepçelenmiş olduğunu fark ettim. Hareket edemiyordum. Yarı çıplak halde sabitlenmiştim. Gözlerim karanlığa alıştığında göğüslerimden çıkan kabloların fosforlu renklerini görmeye başladım. Vücudumda ki karıncalanmaların nedenini anlamıştım. Yeni bir elektrik dalgasıyla birlikte bedenim kasılmaya başladı.
“Endişelenme.” arkadan gelen ses irkilmeme neden oldu. “Sadece biraz elektrik veriyoruz. Kaçmaman için” Şimdi rahatladım sadece biraz elektrik, bende beni cyborga dönüştürdünüz diye korkmuştum. İyi oldu öğrendiğim. Diyemedim tabi, tanımadığım tehlikeli adamlarla dalga geçme gibi bir huyum yoktu. “Gerçi buradan kaçabilecek kadar yetenekli bir Telepat değilsin… Yani henüz.” dedi sırıtarak "Ama yinede önlem önlemdir. "
“Beni neden kaçırdığınızı sorabilir miyim zahmet olmazsa?” dedim. Tavırları beni sinirlendirmişti. Oldukça yaşlı görünüyordu. Yüzüne hiç dikkat etmemiştim. Kırışık alnının ortasındaki yara izi dikkatimi çekti. Oldukça uzun boyluydu. Elindeki kahverengi bastonun yaşlılık için mi, yoksa uzun boyu için mi olduğunu kestirmedim. Kısa beyaz saçları seyrekleşmişti. Gri gömleğinin üstüne giydiği beyaz önlük, doktor yada ona benzer bir işi olduğunu gösteriyordu. Bastonunda ki altın renkli ayı kafası işlemesi loş ışıkta bile göz alıyordu. “Güzel soru evlat. Aslında biz seni istemiyoruz. Kara kaşın, kara gözün pek ilgimizi çekmedi” tıslar gibi gülmüştü. “Yeteneklerin ilgimizi çekti. Ham, gelişmemiş olsa da oldukça özel. Senden tek istediğimiz bize gülünün yerini söylemen. Böylece gidip alabiliriz. Sonra da ihtiyacımız olan yetenekleri alır seni de serbest bırakırız. Kimsenin canı yanmamış olur.” Sesindeki soğukluğu beni korkutmak ve üzerimde hakimiyet kurmak için yaptığına adım gibi emindim. Buna izin vermemeliydim.“Ha baştan söylesene adresi verirdim direkt. Hatta sende annenin adresini ver bende orada arayım.” dedim bozuntuya vermeden. Attığı kahkaha odayı doldurmuştu. “Dosyana yeteneklerini eksik yazmışlar. Ben sadece telepat olduğunu sanıyordum. Meğer stand up yeteneğini unutmuşuz.” dedi karanlık bir gülüşle “Hemen düzeltelim.” Yanındaki aletin düğmesini sert bir hamlede çevirdi. Vücudum aniden kasıldı. Bu sefer daha fazla acı veriyordu. Çok daha fazla… Küfürler ederek bağırmaya başladım. Çünkü döndürmeyi bırakmamıştı. O çevirdikçe acım çoğalıyordu. Zihnim sanki kendini kapatmak istiyordu. “Dayanamıyorum! Sigortaları attıracağım birazdan.” diyordu adeta. Yaşlı adam bastonuna dayanarak eğildi ve kulağıma fısıldadı. “Biliyor musun burada o kadar çok telepat yakaladık ki, sanırım sana ihtiyacımız olmadığına karar verdim.” iğrenç nefesini vererek kulağıma söylediği sözler ölümümün yaklaştığını hissettirmişti. Son gördüğüm şeyin, bu aciz adamın buruşuk yüzü olması muhtemelen son istediğim şey olurdu. Keyif dolu sırıtışı blöf yapmadığını gösteriyordu. Birden elektrik vermeyi kestiğinde blöf yapmış olabileceğini düşündüm. Ancak yüzündeki gülümsemenin bozulduğunu gördüğünde, bunu onun yapmadığını anlamıştım. Loş ışık birden yerini karanlığa bırakmıştı. Etraftaki koşuşturmaları, ayak seslerini duyabiliyordum. Bu karışıklıktan faydalanıp buradan kaçmayı istiyordum. Vücuduma verdikleri elektrikse buna izim vermeyecek gibi duruyordu. Gözlerimin kapandığını hissettiğimde “YİNE Mİ” diye haykırmıştım içimden.

BÖLÜM - 11

*** Flashback efekti*
Neva Holding’in en tepesinde, büyük odamda ilk defa bu kadar çaresiz hissediyorum kendimi. Bugüne kadar hep çalıştım, hep çabaladım. Ve bunlar beni buraya kadar getirdi. Şimdi Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birine sahibim ve bu ellerimden gitmek üzere. Bu hayattaki en değerli varlığım, ailem bunu kaldırabilir mi bilmiyorum. Oysa her şey onlar içindi. Şimdiyse her şey o kadar karışık ki.
Odada ki perdeler çekilmişti. Ahşap masamın karşısındaki oturan adam loş ışık sevdiğini söylemişti. Siyah takım elbisesi ve altın renkli Bozayı broşu tezat halindeydi. Saç olmayan kafasındaki tek kıl öbeği çenesindeki sakallarıydı.
“Seçenekleriniz sınırlı Fatih Bey, ya güzel güzel oğlunuzu verirsiniz, ya da şirketinizi alırız. Biz çok ciddiyiz. Karınızın hastalığı ciddiyetimizi gösterir sanmıştık.” son kelimeleri dehşet dolu bir gülümsemeyle söylemişti. Bu da benim sinir krizi geçirmeme yetmişti.
“Defol odamdan! Sizin gibi kaç serseriyle uğraştım ben haberin var mı? Anlaşma falan yok.” dedim içimdeki öfkeyi kusarak. Sözlerim onu eğlendirmişti.
“Peki Fatih Bey, istediğiniz gibi olsun. Ben üzerime düşeni yaptım” dedi ve aynı sinsi gülüşünü yüzüne yerleştirdi ve odadan çıktı.
Tüm ihtimalleri düşündüm, yapabilecekleri her şeyi. Neden oğlumu istediklerini, Bizimle para dışında ne işleri olurdu ki? O kadar dalmıştım ki oğlumun odaya girdiğini fark edemedim. Kırlaşmış saçlarımı kaşırken düşüncelerimden sıyrılmayı başarabilmiştim. Konuşmaları arka planda yankı gibi geliyordu sadece. Ona anlatmalıydım. Keşke zaman olsa diye geçirdim içimden. Üzerime attıkları suç birazdan polislerin buraya gelmesini sağlayacaktı. Zaman yoktu.
Kafamı kaldırana kadar gözlerimin dolduğunu fark etmemiştim.
“Neler ol…” diyecek oldu.
“Şimdi sözümü kesmeden beni dinle oğlum. Sana hakkımda kötü şeyler söyleyecekler. Kötü şeyler yaptığımı…” dedim. Şimdi anlamak için çok küçüktü ama ilerde her şeyi anlayacaktı. Ayağa kalktım ve önünde dizlerinin üstüne çöktüm.
“Senden onlara kulaklarını tıkamanı istiyorum. Sadece şunu bil yeter. Ben asla sizi incitecek birşey yapmadım. Tuzak kurdular bana.”
“Baba ne tuzağı? Kim tuzak kurdu anlamıyorum”
Yüzüne baktım uzun süre göremeyeceğimi hissediyordum. Oğluma son kez sarılmak istediğimi fark ettim ve gözlerim yaşları serbest bırakırken kollarımı dolamıştım. Kapı çaldı ve asistan beklediğim haberi vermek için içeri girdi. Her şeye en az benim kadar şahit olmuştu. Gözlerinin kızarıklığından önceki gece uyuyamadığını anlamıştım. “Fatih Bey, geldiler efendim.” Arkamda kafası karışmış oğlumu bırakırken içimin tek rahatlığı ona güveniyor olmamdı.
Arel, sana güveniyorum oğlum.


Gözümü açtığımda bu sefer nerede olduğumu merak ediyordum. Son günlerde o kadar çok bayılmıştım ki alışkanlık olmasından korkuyordum. Son hız giden bir arabanın arka koltuğundaydım bu sefer. Arabayı süren adamdan başka kimse yoktu. Belki de beni kaçıran adamların şoförüydü ve beni onların yerine falan götürüyor olmalıydı.
“Hayal gücün fazla geniş. Kimsenin şoförü değilim” dedi gülümsemesini gizlemeden. Son zamanlarda o kadar ilginç şey görmüştüm ki buna şaşırmadığımı fark ettim.
İnce, keskin hatlı suratı yeni olduğunu tahmin ettiğim yara izleriyle doluydu. Kıyafetleri savaştan çıkmış gibiydi. Yeni çıkan sakalları iki gündür tıraş olmadığını gösteriyordu.
“Demek sende telepatsın” dedim. Yüzündeki gülümsemesi tekrar yayılmıştı.
“O kadar belli oluyor mu yav” dedi dalga geçerek.
Ardından yüzünde oluşan ciddiyet beni de tedirgin etmişti. “Kaçırıldığını hatırlıyor musun?” diye sordu. Tek hatırladığım yaşlı adam ve elektrikti. Elektrik düşüncesi bile vücudumun kasılmasına yetmişti.
Başımı sallamakla yetindim. “Bizi kaçıranlar, H.A.T.E. Birliği der kendilerine. Kısaca özetlemek gerekirse güçlerimizi alıp kendi çıkarları için kullanmayı amaçlıyorlar. Bu yüzden bize ihtiyacı var.”
Kafam karışmıştı. Madem güçlerimizi istiyorlar neden elektrik verip öldürmeye çalışıyorlardı ki. Düşüncem onu gülümsetmişti.
“Elektrik beyin aktivitelerimizi kısmen durdurur. Zihin okumamızı engeller. Bir nevi kendilerini güvene almak için bunu yapıyorlar diyebilirim.” diye açıkladı.
“Peki nereye gidiyoruz?”
“Neden bu kadar çok soru sormak yerine zihnimi okumuyor musun? Etik mi bulmuyorsun yoksa?” dedi alaycı ses tonuyla.
“Nereye gideceğimizi düşünmediğin sürece anlayamam ki” dedim, kafa karışıklığım ses tonuma yansımıştı.
“Bak şu an zihnim gideceğim yere odaklı, şu an düşünmesem bile zihnimde o var. Zihnime girip biraz irdelesen bulabileceğin bir bilgi.”
“Pekala” dedim “Bunu deneyeceğim ama vücudum elektriğin etkisini hala atamadı. Biraz dinlensem iyi olacak.”
“Dinlen tabi Arel. Ve sorunun cevabı Halfeti’ye gidiyoruz. Bir akrabayı ziyaret edeceğiz.”

BÖLÜM - 12

Arabanın camından Neva Holding’in ihtişamlı görüntüsünü izleyerek daldığım bir saatlik uyku bana çok iyi gelmişti.
İlk molada ikimizinde uzun zamandır bir şeyler yemediğini fark etmiştim. Öğlen güneşi dışarıyı kavuruyordu. Bizse uzun yol dinlenme tesislerinin ucuz kafesinde karnımızı doyurmakla meşguldük. Serhat’ın gözlerinin kan çanağına döndüğünü fark ettim. Kaç saattir uyumadığını kestiremiyordum. “İstersen yolun geri kalanında biraz kestirebilirsin. Ben sürerim” dedim iyi niyetimi belli ederek. “Hayır diyemeyeceğim. Çok yorgunum.” dedi. “Halfeti’de ne arıyoruz?” diye sordum asıl konuya gelerek.
“Amcamı tanıyorsun. Ona bir şeyler danışmalıyız.”
Kafamın karıştığını görünce gülümsedi. “Unutma bende telepatım, zihnine girerek yaşadıklarını görebilirim. Ve amcam seni çağırmış.”
Yüzüm aydınlanmıştı. “Bir dakika… Sen… Senle Edis bu durumda…”
“Evet kardeşiz” diye sözümü kesti. “ama görüşmeyeli uzun zaman oldu” diye ekledi.
“Peki ona ne danışacağız?”
“O çok bilgili biridir. Seni çağırdıysa diyecek bir şeyleri olmalı, bu da işimize yarayabilir.” dedi ve kafasını kaldırarak etrafı incelemeye başladı. “Zihnini şimdi bunlarla doldurma. Biraz eğitimine odaklanmalıyız. Edis eminim seni boş zihin okuma zırvalarıyla doldurmuştur.” dedi bıyık altından gülerek.
Bu hoşuma gitmişti, kendimi geliştirmeyi seviyordum. “Pekala kimin zihnine giriyorum?” diye sordum ellerimi ovuşturarak.
Yüzündeki ciddiyet kahkahaya dönüşmüştü. “Durum sandığımdan da vahim. 13 yaşında değilsin. Çocuklara ısınma eğitimi olarak yaptırırız bunu genelde.” düşünceli görünmüştü. “Kaç yaşındasın sahi?” Sinirlerimi bozmayı amaçlıyorsa başarmıştı.
“Neden zihnimden öğrenmiyorsun bu kadar iyiysen?”
“Öylesi fazla kolay olur. Her neyse, bugün kimsenin zihnine girmiyoruz. Bunun yerine seni zihninden çıkaracağız.”
Bugün sayamadığım kadar kafam karışmıştı. “O nasıl olacak?”
“Zihnini vücudundan çıkararak bulunduğumuz mekanda kaç kişi olduğunu saymanı istiyorum. Mutfak, tezgah, tuvalet, depo, müşteriler, herkes.”
“İyi ama bunu nasıl yapacağım?” diye sordum merakla.
“Gözlerini kapat ve yoğunlaş. Kafandaki bütün sesleri uzaklaştır. Sadece benim sesime odaklan. Bütün bir karanlık içinde olmanı istiyorum.” Bir süre bekledikten sonra zihnime konuşarak devam etti. “Vücudunun üstünde kum torbası hayal et. Çok ağır olmalı. Kalkmaya çalış ama o engel olsun.” Dediklerini yaptım. Zayıf bir titreşim dalgası kafamdan bütün vücuduma yayıldı. Ben kalkmaya çalıştıkça titreşim güçleniyordu. “Kendini zorlamanı istiyorum ayağa kalkmalısın.” Yönergeleri uygulamaya devam ediyordum. En sonunda ayağa kalktım umutsuzluk içinde. “Sanırım başaramadım Serhat. Zaten benim için ileri…” kafamı oturduğumuz masaya çevirdiğimde kelimelerimi tamamlayamamıştım.
Masada oturmaya devam ediyorduk. Heykel gibiydik. Başımı çevirdiğimde bütün masaların öyle olduğunu fark ettim.
Ellerim soluktu. Ruhum çıkmış gibiydi. Daha fazla oyalanmadan kafamı toparlayıp göreve odaklandım. Masaların arasından yürüyerek mutfağa yöneldim. Zaman donmuş gibiydi.
Elindeki plastik bardağı annesine fırlatan bir çocuk. Bardak havada asılı kalmıştı. Tostunun kaşarını uzatarak yiyen bir öğrenci. Mutfakta koşullar pek hijyenik değildi. Beyaz fayansların arası fazlasıyla sararmıştı. Aşçı olduğunu tahmin ettiğim, bir zamanlar beyaz olan bir aşçı beresi giymiş, 50’lerinin sonunda bir kadın havuç doğruyordu. Yanağındaki et beni dikkat çekiyordu. Ocağın başında bir diğeriyse büyük tencerenin içindeki çorbayı karıştırmaktaydı. Kısa boylu alnının tepesi açık, orta yaşlı görünüyordu. Tezgahın arka kısmında, yine doğrama işleriyle uğraşan daha genç, iki kişi daha vardı. Ekmeklerin üzerindeki fare midemin bulanmasına yetmişti.
Bulantımı bastırarak devam ettim. Deponun arka kısmında romantizmi abartan bir çifti de saymayı unutmadım.
Kasada uzun, ince yapılı genç bir kız vardı. Üzerinde kafenin logosu olan, koyu yeşil bir şapka giyiyordu. Sarı saçlarının 1-2 tutamı kenarlardan süzülmüştü. Kasadan aldığı bir tomarı cebine koyarken yakalanmıştı bana. Ne yazık…
Masaya döndüğümde herkesi saydığımdan emin olmak için son kez etrafı kolaçan ettim. Arkamdaki masada oturan çocuk dikkatimi çekti. Kıvırcık saçları, biraz daha uzasa bonus olacak nitelikteydi. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu.
Masada otururken görmem imkansızdı. Yine de bir anlık bakış olup olmadığını anlamam için onu görmem lazımdı. Masanın önündeki camı kontrol ettim. Yansımasından onu görebilirdim.
Her şeyi hallettiğime göre vücuduma girebilirdim. Tek sorun, nasıl yapacağımı bilmiyordum…
Gözlerimi kapadım ve vücuduma döndüğümü hayal ettim. O titreşim hissi geri gelene kadar çabaladım. Ve sonunda vücudumdaydım. Gözlerimi açtığımda Serhat merak dolu gözlerle bakıyordu. “Nasıldı?” diye sordu.
“32” dedim heyecanla. “Tüm kafede 32 kişi var.”
Memnun gözlerle bakıyordu. Bende bir yandan yansımadan kıvırcığı izliyordum. Bakışları hala üzerimdeydi.
“Aferin, gerçekten ilk sefer için çok iyi.” dedi, gururumu okşamıştı.
Elindeki ekmekten bir lokma almak üzereydi.
“Imm… Yerinde olsam o ekmekten yemezdim.” Zihnimi okuduktan sonra yüzü buruştu. Ağzındaki lokmayı tükürdü peçetenin içine. Bıyık altından gülerek izliyordum. Fazlasıyla keyif vermişti.
Kıvırcığı hatırlayarak öne eğilip fısıldayarak konuştum. “Arkamdaki kıvırcık saçlı çocuk uzun zamandır beni izliyor. Sence derdi nedir?”
Yüzü tedirgin bir hal almıştı. “Sormadan bilemeyiz.” dedi sakince ama içindeki tedirginliği hissedebiliyordum.
Hızla kalkıp onun masasına oturdum. “İki saattir beni izliyorsun, derdin ne?” dedim. Şaşırmış görünüyordu.
“Şey… Ben… Iıı… Seni izlemiyordum.” dedi kekeleyerek.
“Kötü bir yalancısın Kıvırcık” dedim gülerek.
Zayıf bir yüzü vardı. Kıvırcık açık kumral saçları, kafasını örtmüştü. Siyah bir t-shirt giyiyordu.
Serhatın da masaya gelmesiyle gerginliği artmıştı. Alnındaki ter damlası süzülerek gözünün altından yanağına indi.
“Bakın benim niyetim kötü değil. Ben… Ben sizi takip ettim. Ama size katılmak için. Yani… Yani be-ben H.A.T.E’den beri peşinizdeyim.”
Bu Serhat’ı da beni de şaşırtmıştı. Buraya kadar kendini belli etmemişti. Ya da yalan söylüyordu ama bu durumda H.A.T.E’yi bilmesi imkansızdı.
“Neden peşimizdesin? Seni onlar mı gönderdi?” diye sordu Serhat tedirgin bir şekilde.
“Hayır hayır” dedi heyecanla “Ben orada çalışıyordum. Yani kendimi bildim bileli oradayım. Bilişim bölümünde çalışıyordum.”
Boş bakışlarımızı gördükten sonra devam etti. “Oradan kurtulmak için şans arıyordum. Ve yaptıkları şeyin kötü olduğunu biliyorum. Sizi sorguya getirdiklerinde tüm elektriği kestim.”
“O sen miydin?” diye sordu Serhat heyecanla.
“Evet, hem kendime hem size kaçmak için fırsat tanımak istedim Serhat. Orada hepinizin dosyalarını gördüm.”
Şaşkınlıkla Serhat’la birbirimize bakıyorduk.
“Peki bu elektrik şeyini nasıl yaptın?” diye sordum merakla.
Omuzlarını silkti. “Şey, siz zihinlere girersiniz, bende bilgisayarlara. Doğal bir yeteneğim var diyebiliriz.”
Şüpheli gözlerle Kıvırcığı süzüyorduk. “Bakın peşinizde ki adamlar benimde peşimde. Yalan söylediğimi düşünüyorsanız zihnime bakın. Çünkü doğru söylüyorum başım dertte.”
Serhat’ın gözlerinin cama döndüğünü fark ettim ilgisini oraya çevirmişti. Merakla ne olduğunu soracaktım ki
“Bence şu an hepimizin başı dertte” dedi kafenin önüne yanaşan Range Roverları göstererek. “Yaşamak istiyorsak hemen burdan çıkmalıyız.” dedi.
Önden çıkamazdık. Bizi kıskıvrak yakalarlardı. Zihnimden çıktığımda gördüğüm arka çıkış geldi aklıma. Eğer oradan çıkarsak, onlar kafeye girdiğinde otoparka varmış olurduk. Ama çıkışın anahtarlarına nasıl ulaşacaktık?
“Bir planım var benimle gelin!” dedim hışımla.
Kasaya doğru koştum. Arabadan inenlerin bir kısmı benzinliğe, bir kısmı buraya doğru geliyordu. Bizi görmemişlerdi. Henüz…
“Bize arka kapının anahtarları lazım.” dedim kasadaki zayıf kadına.
“Müşterilerimizin o kapıyı kullanmaları yasaktır. Üzgünüm.” dedi düz bir ifadeyle.
“Vermek zorundasın. Bizi o kapıdan çıkar.” dedim.
“Güvenliği mi çağırayım, kendiniz mi gidersiniz?” dedi, bakışları tehdit doluydu.
Yüzüne doğru yaklaştım. “Bizi kolay yoldan mı çıkarırsın, yoksa müdürüne kasadan para arakladığını mı söyleyeyim?” dedim düz ses tonumla. Beklediğimden daha etkili ve soğuk çıkmıştı sesim.
Blöf yapıp yapmadığımı anlamak için bir süre süzdü. Nereden gördüğümü merak ediyordu.
En sonunda arka kapıdan çıkmış ve arabaya varmıştık.
Üçümüz…

1 Beğeni