BÖLÜM - 1
Şehrin ışıkları ve para… Neredeyse doğru orantılıdır. Ne kadar zenginseniz o kadar parlak kentler, ne kadar fakirseniz o kadar karanlık pis sokaklar. Dediğim gibi bu cebinizde ne kadar paranız olduğuyla ilgilidir. Paranız azaldıkça ışığınız da sönmeye başlar. Yakın zamanda ben de o evlerden birinde yaşıyordum. Şuan yanlarından geçmekle yetinmek zorundayım. Babam evrakta sahtecilikten hapse girmeden önce “varlıklı” bir şirketimiz vardı. Hasta anneme daha zenginken özel odasında hemşireleriyle bakardık. Şimdi bir devlet hastanesinde devletin “en iyi şartlarında” bakılıyor.
Hava yavaş yavaş kararmaya başlarken geniş caddede yürüyordum. Eskiden yaşamın bir parçası olarak gördüğüm yerlere artık yabancılaşmıştım. Sanki artık buraya ait değilmiş gibi. Varlıklı dönemimden kalma telefonum cebimde titreşti.
“Artık gelmeyi düşünüyor musun?”
Ev arkadaşım tanışmamızdan bu yana 3 ay geçmesine rağmen çok iyi anlaştığım tam kafa dengim diyebileceğim biriydi.
“Üzgünüm Aslan Bey trafik çok yoğun :)”
Cebime geri koyarken tekrar titreştiğinde nasıl bu kadar hızlı olabildiğini düşünerek mesajını okudum.
“Daha hızlı yürümeyi dene”
Tavsiyesine uyarak restoranta vardığımda yağmur atıştırmaya başlamıştı. Neyse ki fazla ıslanmadan içeri girmeyi başarabildim. Gözümle kısa bir tarama yaptıktan sonra büyük salonda Aslan’ı bulabildim. Oldukça şık giyinmişti. Üstündeki siyah ceketi salon erkeği havası yakalamasını sağlamıştı. Bir an için takım giymiş olmayı diledim. Tshirt ve pantolon fazla mı gayriresmi kaçtı? Açıkcası pekte önemsemiyorum.Aslan da kapıya doğru beni bulmak için bakındı. Beni gördüğünde eliyle burdayım işareti yaptı.
Her zaman ki güleryüzlüğünden pek eser yoktu. Aslında bakarsanız biraz stresli gibiydi.
“Kız arkadaşın ne zaman gelmeyi planlıyor? Saat yediye geliyor.”
“Şey… Aslında o bugün gelemeyecek.”
“Niye ki? Onunla tanışmak için burada olduğumu sanıyordum.”
“Bilirsin işte bazı işleri çıkmış”
Konuyu fazla üstelemedim. Ama bir terslik vardı. Kavga etmiş olmalılardı. Hayalgücüm en fazla ayrılmış olabileceklerini söylüyordu. Ama nerden bilebilirdim ki bu gecenin hayatımı değiştirebileceğini…
Gecenin sonuna kadar stresini üzerinden atamamıştı. Genellikle konuşan taraf ben olmuştum. Cevaplarını kafasını sallayarak yada kısa yanıtlarla veriyordu.
“Saat geç oldu dostum. Kalksak iyi olur.”
Evet anlamında başımı sallamamla garsona hesabı istediğini belirten bir el işareti yaptı.
“Hesabı nasıl ödemeyi düşünüyorsun. Burada hesabı ödemeyenlere bulaşık yıkattıklarını sanmıyorum.”
“Yanıma para almış olamaz mıyım?” dedi. Yüz ifadesindeki sertlik endişe vericiydi.
“İkimizde yanına hesabı ödeyecek kadar para alamayacağını biliyoruz. Gel kaçalım şurdan.”
Yüzüme buz gibi bir bakış attı. Tamam biraz korkmuştum. “Belki de hesabı ödemesi için babanı çağırmalıyız. Doğru baban gelemez. Öyle değil mi?”
Bu cevabın beni sinirlendirmesini bekliyordum. Ama kafamda değişik anıların canlanmasına sebep oldu.
Babamla son konuşmamız yaklaşık bir yıl önce onun ofisinde geçmişti. Terleten deri koltuklardan birinde oturuyordum. Masasında da babam. Yer yer kırlaşmış saçlarını kaşıyordu. Onu ilk defa bu kadar endişeli ve korkmuş görüyordum. “Baba… İyi misin?”
Yüzüme yaşlı gözlerle baktı. “Neler ol…”
“Şimdi sözümü kesmeden beni dinle oğlum. Sana hakkımda kötü şeyler söyleyecekler. Kötü şeyler yaptığımı…” Dediklerinden birşey anlayamamıştım. Ayağa kalktı ve önümde dizlerinin üstüne çöktü.
“Senden onlara kulaklarını tıkamanı istiyorum. Sadece şunu bil yeter. Ben asla sizi incitecek birşey yapmadım. Tuzak kurdular bana.”
“Baba ne tuzağı? Kim tuzak kurdu anlamıyorum”
Yüzüme uzun uzun baktı ve hiçbir şey söylemeden sıkıca sarıldı bana. Kafam çok karışmıştı. Moralinin düzelmesi için her zaman gittiğimiz kafeye gitmeyi önerecektim. Kapı çaldı ve babamın asistanı içeri girdi. “Fatih bey, geldiler efendim.”
Babam kafasını salladı. Gözyaşlarını elinin tersiyle sildi ve son kez bakıp odadan çıktı. Bu onu son görüşümdü. Anlayamadığım bir sebepten ziyaretci yasağı konmuştu. Ne yazık ki bu konu üstünde durucak kadar ekonomik gücüm yoktu.
“Üzgünüm” Aslan’ın sesi anılarımdan çıkıp gerçek dünyaya dönmemi sağlamıştı.
“Dert etme. Sorun değil.” “Onun için söylemedim.”
Kelimelerine anlam veremeden sertçe ayağa kalktı. Belinden bir silah çıkarıp havaya iki el sıktı. “Sakin olun. Sadece burayı soyuyoruz!”
Soyuyoruz mu? Biz mi soyuyoruz? O silah da ne öyle ? Herkes çığlık atarak masasının altına saklanmıştı.
“Aslan ne yapıyorsun? İndir o silahi” “Soyuyorum dostum burayı.” “Onu anladım? Silahı bana ver.” Cebinden bir poşet çıkardı. Kasadaki adama uzatıp “kasayı boşalt!” diye bağırdı. Adam titreyerek poşete paraları doldurmaya başladı. Poşetin dolmasıyla birlikte siren sesleri duyulmaya başladı. Streslenmesini bekledim. Yanından bile geçmemişti. “Böyle olmasını istemezdim. Düşündüm de isterdim seni zengin eskisi pislik! Tut!” Refleks olarak silahı tuttum. Tutmamayı dilerdim. Mutfak bölümüne koşarak gitti. Kapı seslerinden duyduğum kadarıyla mutfak kapısından kaçmıştı. Donmuş kalmıştım. Paniklemiştim. Nasıl paniklemez ki insan? Duruma bir bakalım. Elimde parmak izim olan bir silah, korkmuş müşteriler ve boş bir kasa. Düşün, aklını çalıştır. Donmak için doğru zaman değil. İçgüdülerim kaçmamı söylüyordu. Hemde acilen. Vücuduma yayılan adranilinde etkisiyle koşmaya başladım. Dışarı çıkınca sirenlerin ışığı yüzüme vurdu. Belkide arka kapıdan çıkmalıydım. Elimdeki silahı görünce üstüme sürmeye başladılar. Kaçmalıydım. Yandaki arın önünde duran Porshce dikkatimi çekti. Valesini bekliyordu. Madem battık neden olmasın?
Saatte 200 km’de esen rüzgar adranalinin artmasını sağlıyordu. Polislerin spor araba kullanmamasına şükrettim. Adranalinin etkisiyle iyice hızlanmıştım. Polislere hareket çekip-sakın siz denemeyin-ara sokaklardan birine girmiştim. Siren sesleri uzaklaşmaya başayınca rahatlamıştım. Yaklaşık 10 dakika daha ne yapacağımı bilemeden sürdüm. Törekent yakınlarında bir arsada benzinim bitti. Allah kahretsin! Duracak bu açık araziden başka yer bulamadın mı? Kendime not: Bir daha arba çalarken deponun dolu olmasına dikkat et.
Arabayı çekecek çalılık benzeri bir yer olmadığını anlayınca arsadaki çöplüğün içinde saklanmaya karar verdim. Olamaz çok pis kokuyor. Katlanmak zorundaydım. Bir kaç fare rahatsız olmuş olacak ki bana pis birer bakış attıktan sonra çöpün arkasına gittiler. “Merak etmeyim gidecek yerim olsa sizin pis çöpünüzde kalmazdım. Duydunuz mu beni aşağılık kemirgenler!” diye bağırdım arkalarından.
“Sana bir kötülük mü yaptılar?” Arkamdan gelen sesle irkilerek o yöne döndüm. Yaşlı bir adamdı. Üstündeki yırtık elbiseler burada yaşadığını gösteriyordu. Beyaz kirli sakalları vardı. Ve aynı renkteki saçlarını örten soluk gri bir beresi. Benim en çok dikkatimi çekense dişleri ve gözleriydi. O kadar kirin içinde parlayan bembeyaz dişleri vardı. Gözleri etrafındaki kırışıklıklara aldanmadan iri birer mavi top gibi yüzünde duruyordu. “Hayır” dedim utanarak “Ben sadece biraz sinirli ve yorgunum.” Gülümsedi inci dişleriyle. “Acısını onlardan çıkarmamalısın.” “Biliyorum. Üzgünüm.” Yanıma yaklaştı ve oturdu. “Bugün doğum günün. Değil mi Arel?” Unutmuştum. Evet ilk defa doğum günümü unutmuştum. Son yıllarda yaşadıklarım beni o kadar çok yormuştu ki aklımdan çıkmıştı. Ama bir dakika…
“Siz bunları nereden biliyorsunuz?” “Sadece iyi tahmin diyelim evlat.” dedi ve aynı gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. Bugün bilmem kaçıncı kez kafam karışmıştı. Akışına bırakmayı seçtim. Bana siyah bir kutu uzattı. “Doğum günü hediyesi” diyerek açıklamasınıda ekledi. Sonrada kalkıp geldiği gibi sessizce gitti. Kafamda bir sürü soru vardı ama dilim soramayacak kadar yorgundu. Onun yerine kutuyu açmayı seçtim. İçinden kutuyla aynı renkte bir gül çıktı. Hiç yoktan düşünmüş diye geçirdim içimden. Siyah bir gül…
Gülün kokusu hemen yayılmıştı etrafa. Fareler kokuyu alınca onlar bile geri gelmişlerdi yanıma. Farelerin gül sevdiğini bilmiyordum. Hayatımda böyle kokan gül hatırlamıyordum. Biraz daha inceledikten sonra kutusuna geri koydum. Dikeni elime batmıştı. Kesiği ağzımla emip kanı durdurdum. Kolum uyuşmaya başlamıştı. Kolumu silkeleyip uyuşukluğu atmaya çalıştım.Tam tersine uyuşukluk bütün vücuduma yayılıyordu. Kutu elimden düştü. Sonrada ben. Gözlerim kapanırken son gördüğüm kapağı açılmış kutunun içindeki siyah güldü.
BÖLÜM - 2
Dayanılmaz bir baş ağrısıyla gözlerimi açtığımda kendimi bir yatakta buldum.
Sayın Operatör Doktor Şahin Gezgin danışmadan bekleniyorsunuz…
Anons kulaklarımı çınlatmaya yetmişti. Başımı ovmak için elimi götürmeye çalıştım ama bileğimdeki kelepçe buna engel oluyordu. Yanımda duran, o ana kadar farketmediğim polis memuru ayağa kalktı. Çatık kaşlarında inceler gibi bir ifade vardı. Sanırım iyi olup olmadığımı inceliyordu. Ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettim. Yer yer kırlaşmış saçlarının tepesi açılmıştı. “Nasıl hissesiyorsun?” Doğrulmaya çalıştım-kelepçeye rağmen. “Kötü.” Bu kısa kelime bile beni zorlamaya yetmişti. “İfade vermen gerekiyor.” Ve kelepçenin neden takılı olduğunu hatırladım. İçeri giren beyaz önlüklü, doktor olduğunu tahmin ettiğim uzun boylu adam araya girdi. “Benim önceliğim hastamın sağlığıdır memur bey. Lütfen izin verin.” Polis başıyla onaylayıp bir adım geri çekildi. Doktor yüzüne güleç bir ifade takındı. Elindeki raporu incelerken benimle konuşuyordu. “İyi görünüyorsun… Arel.” Kafamı sallayarak yanıt verdim. “Ağrılarım var.” “Yakında geçecekler. Aslında bakarsan sana ne olduğunu tam olarak algılayamadık. Seni korkutmak istemem ama buraya geldiğinde kalbin durmuştu. Sana olanın bir çeşit zehirlenme olduğunu düşünüyoruz. Yine de itiraf etmeliyim, daha önce böyle bir zehirlenme görmedim ama endişelenme şimdi iyisin.” Polise doğru baktığımı görünce “Ve memur bey de ifadeni almak istiyor. Tabi kendini iyi hissediyorsan?” “Evet. İyiyim.”
Uzun sorularla dolu bir ifadeden sonra beni şartlı olarak tahliye ettiklerini söyledi. Kamera kayıtlarında soyan kişiyi tespit ettiklerini ve yakalanana kadar şehirden ayrılmamamla ilgili bir sürü zırvalık geveledi. “Sanırım her şey tamam. Serbestsin.” Cebinden anahtarlarını çıkardı. Kelepçeleri çıkartırken ani bir baş ağrısı daha geldi. Gözlerim buğulanmıştı.
“Az kaldı. Emekli olunca senin gibi çapulcularla uğraşmak zorunda kalmayacağım.” Sesi yankılı ve neredeyse anlaşılmaz gelmişti. Sanki yakınımda değil de suyun içinden konuşuyormuş gibi boğuktu sesi. Ayrıca dedikleri beni hem kızdırmış hem de şaşırtmıştı. Tamam böyle düşünebilir ama bu düşünceleri kendine saklamalı. “Hey bu hiç profosyonelce değil. Emekliliğinde ne yapacağını kendine sakla.” “Anlamadım. Ne dedin?” “Emekliliğiniz diyorum. Demek az kaldı.” Yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Kaşları çatılmıştı yine. “Demek dışardan o kadar belli oluyor yaşım. Yine de bunu söylemen doğru değil evlat.” Ben hep derim bu polisler deli. Az önce dediğini unutmuştu. “Sizinde düşüncelerini böyle ifade etmeniz doğru değil.” “Bence hastanede daha fazla kalmalısın. Olmayan sesler duyuyorsun.” Kafa karışıklığımı arkasında bırakarak odayı terk etti. Az önceki de neydi öyle? Sanırım son yaşadıklarım ve şu zehirli gül etkisini fazlasıyla gösteriyordu.
Az önce çıkan polis yeniden girdi içeri. Elinde, üstünde Polis Teşkilatı arması bulunan bir poşet tutuyordu. “Bunu seni bulduğumuz yerde bulduk. Galiba sana ait.” Poşeti bana uzattı. İçinde, önceki gece yaşlı adamdan aldığım kutu vardı. Zehrin gülden bulaştığını anlamamışlar mıydı? Parmağımda ki kesiğe baktım ama gitmişti. Nasıl bir yara bir gecede giderdi ki. Çıkmak için kapıya yöneldi. Sonra geri döndü. “Az önceki sözlerimi… Yani aklımdan geçirdiğimi sanıyordum. Sesli düşündüysem üzgünüm. Bu bir polise yakışmayacak sözler. Zaten aklanmışsın.” Yüzünde mahçup bir tavır vardı. “Önemli değil” Yüzüme en doğal gülüşümü takmaya çalıştım. Bu uzun süredir yapmadığım bir şeydi. Gülümsemek.
Hastaneden çıktığımda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Ayrıca karnımdan gelen gurultu da buradan hemen ayrılamayacağımı söylüyordu. Binanın önünde küçük bir çaycı vardı. Çay ve tost alıp masalardan birine oturdum. Bir yandan da masadaki siyah kutuyu düşünüyordum. Mükemmel bir doğum günü hediyesi diye düşündüm içimden. Bu beni güldürmüştü. Fazla sesli gülmüş olmalıyım ki yan masalardan birkaç seyirci edindim. Bir saniye sonra sanki reklam arasına girmişim gibi dikkatlerini yitirmiştim. Biri dışında… Merdiven trabzanına yaslanmış koyu gri takım elbiseli adamın, binadan çıktığımdan beri ilgisini yitirememiştim. Güneş gözlüklerinin bakışlarını gizlediğini düşünüyor olmalıydı. Yaşının kırklıların ortasında olduğunu tahmin ettim. Kısmen atletik diyebileceğim bir vücuda sahipti. Kollarını göğsünde kavuşturmuş bana bakıyordu öylece. Bir süre sonra karşı ateş olarak bende ona bakmaya başladım. Bunu beklermiş gibi yavaş adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. Kabul ediyorum. Bu beni biraz korkutmuştu. Kavga edersek kimin yeneceğini düşünmeye başladım. Sanırım ben kazanırdım ama zorlanacağım ve birkaç yumruk yiyeceğim kesindi. İzin istemeden karşımdaki sandalyeye oturdu. Gözlüğünü çıkardı ve elini uzattı. “Merhaba Arel. Ben Ediz, Edizhan Evrim.” Ben ünlü olmuştum da haberim mi yoktu? Ya da t-shirtimde ismim mi yazıyordu? Bu sefer sormayacaktım. Daha fazla kafa karışıklığı istemediğim bir şeydi. Elini sıktım. Bu sefer istemiyordum. “Benden ne istiyorsunuz?” Gülümsedi. Gözleri kutuya takılmıştı. “Bunu nereden bulduğunu merak ediyordum.” Peşinde olduğu şey anlaşılmıştı. Bir gül nasıl bu kadar önemli olabilirdi ki? Ne yazık ki bunun sıradan bir gül olmadığını dün gece öğrenmiştim. “Sadece bir hediye.” Tek kaşını kaldırdı. “Peki kimden?” “Eğer cevap istiyorsanız cevap vermelisiniz. Benim de sorularım var.” “Dinliyorum.” Pekala bir düşünelim merak ettiklerim listesinin başında ne vardı? “Bu gülü bu kadar özel yapan nedir?” Bir süre bekledikten sonra cevap verdi. “Şöyle söyleyeyim. İçindeki özler oldukça değerlidir.” Kaşını tekrar kaldırdı. Bu defa cevap bekliyordu. “Yaşlı bir adamdan aldım. Tanımıyorum. Ayrıca bana zehrinden başka özel başka bir özelliği varmış gibi gözükmedi.” Cevabım ilgisini çekmişti. “Birinin zehirlendiğini mi gördün?” “Beni. Neden hastanede olduğumu sanıyorsun?” Bu cevaptan sonra yüzünde bir saniyeliğine şaşkınlık ifadesi gördüm. Beni incelemeye başladı gözleriyle. “Nasıl?” “Dikenli bir gül olduğunu öğrendim. Parmağıma battı.” “Uyuşukluk?” “Dayanılmaz derecede.” Çenesini kaşıdı. Derin bir konuda düşündüğü ortadaydı. “Beni iyi dinle. Ben uzun zamandır bu gülü takip ediyordum. Çok nadir bir türdür. Özlerinden elde edilen bir aşıyla insanlara çok özel yetenekler kazandırabilir.” İlgimi çekmeyi başarmıştı. “Ne tür özellikler?” “Fantastik filmlerde gördüğün türden.” Fantastik filmler? Ne yani Örümcek Adam’ a mı dönüşmüştüm? Ya da Gül Adam?
“Ve siz de bana da bir şekilde bulaştığını düşünüyorsunuz.” “Evet. Tam olarak öyle.” “Peki benden ne istiyorsunuz? Gülü istiyorsanız veremem.” “Hayır gülü istemiyorum. Senin özelliklerin şuan embriyo halindeki bir bebek gibi. Onu geliştirmende yardımcı olmak istiyorum.” “Bu durumdan sizin ve benim çıkarlarım ne olacak?” Derin bir nefes verdi ve devam etti. “Seninle açık konuşayım. Bu gül birkaç nesildir bizim ailemizde dolaşmaktadır. Annem bana hamileyken aynı seninki gibi parmağına batmış. Annemin ölmesine sebep olmuş. Ben yeteneklerimle beraber doğdum. Senin yaşlarında yeteneklerim gözlerimi bürümüştü. Kötü şeyler yaptım. Fazlasıyla kötü şeyler… Başkasının böyle şeyler yapmasına izin veremem. İzin ver seni eğitiyim. Hem böylece gülü kötü kişilerden korumuş olursun.” “Peki benim çıkarım?” Bu soruyu bekliyormuş gibiydi. “Anneni özel bakıma aldırırım ve babanın aklanması için uğraşırım.” “Kabul” “Vaav daha çok ‘Düşünmem gerek’ gibi bir cevap bekliyordum.” dedi. “Ben hızlı düşünürüm.”
BÖLÜM - 3
Doğru kararı mı vermiştim? Son iki saattir beynimi kemiren bu soruyu, kendime kaçıncı kez sorduğumu hatırlamıyorum. Bu düşünce zihnimi o kadar meşgul ediyordu ki, dar ara sokaktaki çöplerin ağır kokusunu bile fark etmemiştim. Ya da arkamdan gelen birkaç çapulcuyu. “Hey şuna bakın. Bu bizim zengin eskisi Arel Bey değil mi?” Son bölümü alaycı bir tavırla söylemişti. Sonra da gülüşme sesleri-daha çok hayvan homurtusu gibi olsa da. Durdum. Gülüşmeler ve homurtular kesilmişti aniden. Şimdi, bir seçeneklerimize bakalım. Ara sokaktayım. Sakince yürüyerek yoluma devam edebilirim. Koşarak kaça da bilirim. Mmm Hayır…
“Bakın burada kimler varmış. IQ yetersizliğiyle okuldan atılan Atınç ve onun işsiz yancıları.” Suratlarındaki bozulmayı bulunduğum yerden bile görebiliyordum. “Bana bak pislik! Ya ağzını toplarsın ya da dağılmış şekilde buradan ayrılırsın.” “Yavaş ol. Bu kadar uzun cümleler senin için biraz fazla değil mi?” Son cümleyi kurmayacaktım. Arka kapıdan gelen sayamadığım kadar gelenler sürüyü büyütmüştü. Umarım şu “özel yeteneğim” süper yumruk ya da buna benzer bir şeydir. Yoksa uzun vadede buradan çıkmam pek mümkün gibi görünmüyor. Dedem aklıma geldi birden. Onu ziyaretlerimden birinde bana önemli bir şey söylemişti. Yetmiş yıldır attırmadığı eski ahşap sandalyesine oturmuştu. “Bak oğlum bu varlıkla, parayla biraz zor ama eğer bir gün kozların eşit olmadığı bir kavgaya girmek zorunda kalırsan” demişti “O zaman evlat ilk yumruğu sen at.” Dedemin sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Tamam dede…
Ağır adımlarla üstlerine doğru yürümeye başladım. Şaşırmalarını fırsat bilerek elimdeki en hızlı yumruğu vurdum Atınç’a. Arkasındaki iki yandaşıyla beraber yere düştü. Kaşından ve burnundan akan kanlar başarılı bir vuruş olduğunu gösteriyordu. Karnıma yediğim yumruk kendime gelmemi sağladı. Ardından gelen tekme ve yumruklarla yere kapandım. Tekrar ayağa kalkıp karşılık verebildiysem zamanında aldığım boks dersleri sayesindedir. Birkaç tanesine attığım yumruklar, kendime gelmem için zaman kazanmama yardım etti. Reflekslerim ardından gelen yumruğu tutmama yetti. Tamda o anda hastanedekinin aynısı bir baş ağrısı kafamı sardı. Ve daha az olmakla beraber buğulanma gözlerimde görüşümü kapattı. “Akşam kesin dayak yerim babamdan.” Dengemi kaybettim. Yere kapaklandığımda ağrı birden yok olmuştu. “Dur! Dur! Bekle vurma…” Şaşırarak havadaki yumruğunu indirdi. “Sen ne dedin az önce.” dedim. “Ne diyorsun pislik. Hadi kavga edelim.” “Dayak ona fazla geldi galiba. Baksanıza olmayan sesler duyuyor.” dedi içlerinden biri ve aynı iğrenç kahkahalarını attılar tekrar. “Babanın atacağı dayakla ilgili bir şeyden söz etmedin mi?” Bu yüzündeki kahkahayı silmiş, onun yerine büyük bir şaşkınlık koymuştu. “Ben kimseden dayak yemem. Saçmalama” Sonra arkasındakilere dönerek "Hadi gidiyoruz. Bu ucubeyle zaman harcamaya değmez. Toplandıkları gibi hızlıca dağıldılar. Ve bende patlak bir dudak ve yarık bir kaşla kalmıştım. Aslında ucuz atlatmış sayabilirdim kendimi. Ne de olsa hala yürüyebiliyordum.
Kendimi inandırmayı başarabilmiş değildim. Özel yetenekler ha? Bana pek inandırıcı gelmemişti. Yine de denemekten ne zarar gelebilirdi ki? Dağılan kumral saçlarımı üstünkörü düzeltmiştim. Kendime bakmaya fırsatım olmamıştı son dönemlerde. Eski binamın önüne geldiğimde gözüme tanıdık gelmişti. Bu tanıdıklıktan hoşlanmıyorum. Ben buraya ait değilim. Belki de Ediz denen bu adam, yeniden eski halime dönmem için bir fırsattır. Bu şansı iyi değerlendirmeliyim.
Asansörün kapısını açarken üstündeki yazı dikkatimi çıktı. “Sayın bina sakinleri, asansörümüz bakıma alındığından dolayı kullanıma kapanmıştır. Yönetim” Asansörün kapısına sert bir tekme attım ve kağıdı buruşturup yere attım hışımla. Merdivenlere yöneldim. Üstündeki tozdan grileşmiş mermere her ayağımı bastığımda tozlar havaya kalkıyordu. Bir bina nasıl olurda bu kadar bakımsız olabilirdi. Ev sahibi “Ankara Kalesi manzaralı” olduğu için kira ücretini ikiye katlamıştı evi tuttuğum gün. Pencereden baktığımdaysa gördüğüm şey uzaklarda ki kaleye benzer bir siluetti. Onun Ankara Kalesi olduğundan şüpheliyim. O gün Ankara’da deniz olmadığına şükretmiştim. Olsaydı bahçedeki su birikintisini bana deniz manzarası diye kakalamaya çalışacağından emindim. Her zaman yaptığım gibi kapıya yaslanıp anahtarı arayacakken cebimde, arkama doğru düştüm. Ayağa kalktığımda kapıya ağzıma geleni söylüyordum. “Senin gibi kapıyı da, kilidini de Allah kahretsin!” Yine kilidi bozulmuştu anlaşılan kapının. Kapıyı zorla kapatıp kendimi koltuğa atmak için salona gittim. Gördüklerim olduğum yerde kalmama neden olmuştu. Bütün oda dağılmıştı. Her yer darmadağın bir haldeydi. Evi bu kadar dağınık bırakmadığıma emindim. Koltuklar, halı, dolaplar, her şey dağılmıştı. Polisi aramak için telefonumu çıkardım. Aramalı mıydım? Daha yeni aklanmışken tekrar polislere bulaşmak istemiyordum. Hem arasam bile nasıl bulacaklardı ki bunu yapanı, yapanları. Peki ne yapmalıydım? Ediz Bey geldi aklıma. Evet o bunu yapan her kimse bilebilirdi. Ya da en azından bulmamda yardımcı olabilirdi. Verdiği karttaki numarayı aradım. İkinci çalışında açtı telefonu “Efendim” “Ediz Bey, ben Arel çok önemli bir durum var.” “Ne oldu Arel? Yada bekle evde misin?” “Evet ben evdeyim. Zaten bununla ilgili.” “Oraya geliyorum.” Bir şey söylememe fırsat vermeden telefonu kapattı. Yaklaşık on dakika sonra evdeydi. Evimi ve kapı numaramı nereden bulduğunu sormadım. Zamanı değildi. Cam kenarındaki koltuğun koluna yaslandı. Çenesindeki sakallarını kaşıyordu. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Sonunda bana döndü ve “Gül nerede?” diye sordu. Masadaki kutuyu işaret ettim başımla. “Yanımdaydı.” Bu onu rahatlatmış gibi görünüyordu. “Eşyalarını toparla gidiyoruz.” “Ne? Nereye? Hem niye ki?” “Bunu yapanlar besbelli gülü aramış. Sende olduğunu biliyor olmalılar. Burası artık güvenli değil. Benimle kalmalısın. Böylece eğitimini daha kolay verebilirim.” “Olmaz. Burada kalmak istiyorum” “Ölürsün!” Sesi net ve kesindi.
Eşyalarımı toplamam için bana zaman verdi. Bütün eşyalarımı bir sırt çantasına gelişigüzel doldurdum. Ve tabi ki siyah kutuyu. Dün olanlardan ve kavgadan sonra giysilerim oldukça yıpranmıştı. Kan lekeleri ve yırtıklarla dolu giysileri çıkardım. Altıma gri bir pantolon ve üstüme beyaz gömleğimi giymiştim. Aynı renk fötr şapkamı da kafama geçirdim. Gri blazer ceketimi de üstüme giydim. Son olarak babamdan yadigar kol saatimi de taktım. Aynaya son kez baktığımda kendime eski günlerimi hatırlattım. Ve virane evden ayrılmıştım. Kapıda beni siyah bir Audi bekliyordu. İçine bindiğinizde o soğuk havadan sıcak havaya geçiş. İşte en sevdiğim duygulardan biri. Bugün güneşli olmasına rağmen oldukça soğuk bir gündü. “Demek şoför tutacak kadar paran yok. Seni daha zengin biri sanıyordum.” Gülerek cevap verdi. Yüzümdeki yaraları görünce “Onları suç üstünde mi yakaladın?” “Hayır. Bunların hikayesi başka” dedim yaraları göstererek. “Torpidoda yara bandı var. Kaşına yapıştırabilirsin.” Başımla onayladım. Dediğini yapıp güneşliğin aynasından yüzüme baktığımda, bana daha sert bir hava kattığını fark ettim. Sert yüz hatlarına sahiptim. Uzun sayılabilecek saçlarımın uçları şapkanın kenarlarından çıkmıştı. İki gündür tıraş olmadığım için sakallarım çıkmaya başlamıştı. Ediz belki de bana moral vermek için “İyi görünüyorsun. Yara bandı bile havanı bozamadı.” dedi gülerek. Benzer bir gülümsemeyle karşılık verdim. Güneşliği kapatıp yolculuğun tadını çıkarmaya başladım. Bir süre sonra yolun iki kenarındaki binalar azalarak tükenmiş, onun yerine ağaçlar yer almaya başlamıştı. Muhit değiştirdiğimiz anlaşılıyordu. Binalar tükenmiş villalar boy göstermeye başlamıştı. Bir süre sonra iki yanı orman olan bir yola girmiştik. Ağaçların arasından gelen güneş ışıkları o soğuk havada bile güzel bir görüntü oluşturmasına yetiyordu. Yolun boş olmasını fırsat bilerek hızı biraz daha arttırdı. Tam o sırada sert bir frenle durduk. Yerde yatan bir adam fren yapmamızın sebebiydi. Arabada kalmamı söyleyerek adamın yanına gitti Ediz. Dayanamayarak bende yanına gittim. Adamın yüzünü gördüğümde şaşkınlıktan donakalmıştım olduğum yerde…