Duvardaki Kırmızı Göz (1. Versiyon)

DUVARDAKİ KIRMIZI GÖZ (1. Versiyon)
Doğup ilk çocukluk yıllarına kadar büyüdüğü Balkanlar’da rahmetli dedesi ve – Allah uzun ömür versin- nenesi, soğuk kış gecelerinde torunlarına çeşitli hikayeler anlatırlardı. O zamanlar, hele azınlıkta bulundukları Balkanlar’da bırak interneti, televizyonu, radyo bile çok kısıtlı olduğu için, gece hikayeleri ev halkının, özellikle çocukların en büyük ve vazgeçilmez eğlencesiydi. Bazen komik, bazen heyecanlı bazen en gizemli ve bazen de en sevdikleri tür olan korku öyküleri hayal güçlerini şenlendirirdi. Kahramanımızın babası bu olaya dede-nene tiyatrosu adını vermişti. Her zaman farklı hikayeler olmazdı tabi ki, bazılarını arada tekrar anlattırırlardı, bildikleri halde her dinleyişlerinde yeni duyuyorlarmış gibi dinlerlerdi. Bunların arasında en etkileyici olanı kuşkusuz duvardaki kırmızı göz adını verdikleriydi. Kısaca bahsetmek gerekirse, öykünün kahramanı bir gece uyuyamıyor ve tavanı izliyor. Bu sırada gözünün yan tarafıyla duvarda kırmızı bir ışık çakması görür gibi oluyor. Uykusuzluktan ve gecenin etkisinden olmalı diye düşünüyor o an için pek korkmuyor. Yan tarafına dönüp gözlerini duvara dikiyor. Derken kırmızı ve göz şeklinde bir şekil tekrar beliriyor, kan kızılı. Nefesi kesiliveriyor, kalbini gümbürtüsü yedi kıtaya yayılıyor. Ne olduğunu anlayamadan kendini kaybediyor. Sabahın ilerleyen saatlerinde kendine geliyor. Hemen yataktan fırlayıp olayı evdekilere anlatıyor ama pek inandıramıyor, hayal gücüne, uykusuzluğuna veriyorlar. Sonraları yavaş yavaş unutuyor, günler aylar geçtikçe, geçmişin sisli bir hatırası olarak kalıyor. Taaa ki birkaç sene sonra gözün tekrar görünmesiyle gerçekleşen ve evi terk etmek zorunda kalmalarına kadar unutuluyor. Burada özet olarak verdiğimiz gizemli ve korku veren bu öykü işte en sevdikleri ve korktukları oluyor.
**
Çocukluk yılları hızlı geçer. Büyürlerken, bir de Balkanlar’daki karışıklıklar sonucu Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardı. Muhacirlerin çoğunluğu batı illerini ve özellikle İstanbul’u tercih ederlerken, kahramanımızın ailesi, akrabalarının da olduğu doğu Karadeniz’de bir ile yerleşeceklerdi. Orayı seçme sebeplerinden biri de, Balkanlar’daki yemyeşil, bol oksijenli dağ havasına benzer şartların olmasıydı. Dağ yamacındaki yeni evlerine hüzünle karışık bir heyecanla yerleştiler. Binanın arkasında bahçede meyve ve çam ağaçları mis gibi kokularla yükselirken, ön pencereler ve balkondan lacivert örtüsüyle hırçın Karadeniz uzaktan manzarayı tamamlıyordu. Kahramanımızın odası köşedeydi, bir penceresi çam ağaçlarına bir penceresi yarım da olsa denize bakıyordu. Az çok fotoğrafçılıktan anladığı için, pencerelerini canlı fotoğraf çerçevelerine benzetiyor, çok hoşuna gidiyordu.
**
Günler, aylar geçiyor ve o doğu Karadeniz memleketine alışıyorlar, akraba ve komşularla da yeni bir çevre oluşturuyorlardı. Gündüzler bir şekilde geçiyordu da, geceleri, artık ikisi de rahmetli olduğu için Balkanlar’da bıraktıkları nene ve dedelerini, o mutlu çocukluk günlerini çok özlüyorlardı. Şimdi internet de vardı, trilyon tane kanal da, radyo artık unutulup gitmişti bile, ama, hiç birisi o eski dede-nene tiyatrosu kadar zevkli değildi. Babaları birkaç kez o günleri canlandırmaya çalışmış ama olmamıştı. Demek ki, her şey zamanında güzel derlerken, boş konuşmuyorlardı eskiler.
**
Gene eski günlerini andıkları bir gece kahramanımız odasına çekildi. Biraz kitap okuyup, Fahrenheit 451 adlı kült kitaptan uyarlanan filmin yeni versiyonunu torrentten indirip izlemeye başladı. Eskisi de çok doyurucu değildi ama bu yeni olan cidden baştan savma çekilmişti, kızdı, zaten hangi filmin yeni versiyonu iyi oluyordu ki? Canı sıkıldı, oysa arkadaşları çok övmüştü. Yapacak başka bir şey bulamayınca en iyisi uyumak dedi, başını yastığa koyup ellerini enseden bağlayarak uykuyu beklemeye koyuldu. Gel zaman git zaman beklenen gelmiyordu. Uyku da sevgili gibiydi, beklemezsin, ters bir zamanda gelir ama o kadar tatlıdır ki karşı koyamaz teslim olursun, beklersin, hazırsındır ama o bir türlü gelmez, hatta hiç gelmez. Sağa döndü olmadı sola döndü olmadı yüzüstü, sırtüstü yattı olmadı. Bu sırada duvarda bir parıldama görür gibi oldu. Aklına o eski hikaye geldi. Korktu, artık çocuk olmamasına ve anlatılanın sadece bir öykü olmasına rağmen korktu. Yatağında doğrularak ve kalbi güm güm atarak tekrar baktı. Kısa bir süre sonra aynı parıldama tekrar peydah oldu, yanlış görmemişti ve bu sefer cidden çok korktu. Nefesi kesilerek ve donup kalarak bakmaya başladı, duvarda hafifçe geziniyor ve sanki bir şey arıyordu. Az sonra cesaretlenip yavaşça yataktan sarktı, halının üzerinde bir balerin edasıyla odasının kapısına doğru süzülmeye başladı. Bu sırada dışarıdan, bahçe tarafından tiz kahkahalar ve konuşmalar gelmeye başladı, haykırarak kapıya atılan kahramanımız nefes nefese salona koştu, annesi korkarak ne olduğunu sordu. Hızlı hızlı olup biteni ve eski hikayeyi karıştırarak anlatmaya daha doğrusu anlatamamaya başladı. Bu sırada dışarıdan gelen yeğenlerle komşu çocuklar, ellerinde minik el lambasına benzeyen bir şeyle güle oynaya kapıdan girdiler, gülmekten gözleri yaşarmıştı. Ellerinde tuttukları cihazın düğmesine bastıklarında aynı göz şeklindeki yansıma salonun duvarlarında beliriverdi. Kahramanımıza dönerek, arka bahçede meyve ağacına çıkarak, perdesi aralık olan odaya ellerindeki şekilli lazer ışığını tuttuklarını ve ona şaka yapmak istediklerini, onun da korkmasının kendilerini çok eğlendirdiğini kahkahalarla gülerek anlattılar. Kahramanımız ise şaşkın ve kızgın bir şekilde kalakaldı önce, sonra o da çocukların neşesine katıldı.