Aşınmaya yüz tutmuş asfalt ve iki yanında uzanan gri taşlı kaldırımlar ıssızdı, soğuk bir yalnızlık çökmüştü üzerlerine. Sıvası dökülmüş duvarlardan dışarı sızan en ufak bir yaşam belirtisi yoktu. Eski bir mahalleydi, evlerin sahipleri muhtemelen ölmüştü, hayatta olanlarsa çağa ayak uyduramamış bu sokağı terk etmeye karar vermişlerdi herhalde ya da sabahın bu saatinde yataklarında olmayı tercih ediyorlardı, kuru yaprakları o bilindik çıtırtıları eşliğinde ezerek ilerleyen kadının aksine.
Karamel rengi uzun saçları, deri montunun üzerine dalga dalga dökülen kadın, topuklu botlarının her adımında kahverengi Ekim kırıntıları bırakıyordu arkasında, Gratel’in ormanda bıraktığı ekmek kırıntıları gibi. Dönerken ihtiyacı olacak mıydı bilinmez ama yolun sonunda varacağı yer bir evdi onun da, şeker ya da çikolatayla kaplı olmasa da.
Yine böyle bir Ekim sabahı geçmişti bu kaldırımdan; ürkek adımları yaprakları ezmemeye özen göstermişti, çıtırtıları olmadık yerlere ulaşır, cadıyı uyandırır korkusuyla. Kahverengiydi saçları, mavi bir lastikle atkuyruğu şeklinde toplamıştı; üzerinde kot montu, omzunda sırt çantasıyla nereye gideceğini bilmeyerek ama tekrar dönmeyeceğinden emin, aynı gri taşların üzerinden geçmişti. Başka bir hayattı, artık ona yabancıydı ve çok eskide kalmıştı. Şimdi ondan çok daha farklı bir hayat getirmişti buraya nitekim onu da arkada bırakmaya hazırlanarak.
Üç blok öteden tanıdı bahçenin demir kapısını, adımlarını yavaşlattı istemsizce. Demirler paslanmış, menteşeler eskimişti, bakımsız kalmış bahçeyi saran uzun otlar sokağa taşmıştı. Ev, zamanında burada bıraktığı kot montlu kızın hatıralarındaki gibiydi hala ama sahipleri olmadan geçirdiği yıllar, ona biraz acımasız davranmıştı. Duvarların sıvası dökülmüş, zemine yakın tarafları kararmıştı; camlar kırılmış, çerçeveleri yerlerinden çıkmıştı. Yıpranmıştı ev, yıllarca içinde barındırdığı herkes gibi o da zamanın ağırlığına dayanamamıştı belli ki.
Eldivenli ellerinden birini bahçe kapısının üzerine koydu kadın. Buradan yedi adımda ulaşılıyordu evin kapısına, kahverengi saçlı kızın anılarından çıkıp gelmiş başka bir ayrıntıydı. Sabahın erken bir saatinde yedi adım atarak kaçmıştı evden ve karamel saçlı kadın da henüz birkaç saat önce on iki sessiz adımla ayrılmıştı bir başka evden, dönmemek üzere.
Parmaklarını siyah boyası soyulmuş demir üzerinde gezdirdi yavaşça. İçeri girmeye niyeti yoktu, hiç olmamıştı. Kot montlu kızı bıraktığı yere dönmek istemişti sadece ve o da farelerin fink attığı yıkık dökük ev değil, yedi adımda varılan bu bahçe kapısıydı. Belki bir gün başka bir bahçe kapısını daha ziyaret ederdi, beyaz boyalı, on iki adımda vardığı.
Bakışlarını karanlığa açılan kırık pencerelerde, yabani ot bürümüş bahçede, harap olmuş duvarlarda gezdirdi. Kahverengi gözlerinde birbirinden apayrı hayatlar yaşamış iki kişi vardı, biri çoktan ölmüştü, diğeri ise son saniyelerini yaşıyordu ve ölenin aksine bu işi başladığı gibi bitirmek istemişti.
Diğer elini de koydu evin en az kendisi kadar eski kapının üzerine, vakti çoktan geçmiş bir veda döküldü parmaklarından ve zamanı dolmuş sözler avuçlarından taşarken demiri sıktı hafifçe. Sonrasında bir kez daha arkasını dönüp gitti, kaldırıma bıraktığı ezilmiş yaprakların üzerine basmaya özen göstererek, nereye gideceğini bilmeyerek ama tekrar dönmeyeceğinden emin, ardında kaybedilmiş bir çocukluğun ve gecikmiş bir gençliğin Ekim kırıntılarını bırakarak.